21 Aralık 2015 Pazartesi

DİRENÇ GÜLLERİ


                                                      DİRENÇ GÜLLERİ 
                                                                        Sennur Sezer'e
                                              sen gittin
                                              oğulların kızların gitti
                                              oturmuş barışın sofrasında 
                                              "Direnç Şiirleri" okuyorsunuz

                                              diyorsunuz ki
                                             “susmayın
                                             yummayın gözlerinizi
                                             tanıklık edin unutmayın

                                            biz mi
                                           kenetlendik birbirimize
                                           direnç gülleri büyütüyoruz yüreğimizde
                                                                          17.10.2015- Kartepe
                                                                           Münire Çalışkan Tuğ



19 Aralık 2015 Cumartesi

YAŞAMDA ADIM ADIM






           YAŞAMDA ADIM ADIM- HAYAT TELEVİZYONU

  • Hayat TV'de Gülsüm Cengiz'in sunduğu "Yaşamda Adım Adım" programının 19 Haziran 2015 Cuma günü konukları Sevda Müjgan ve Edebiyat Öğretmeni Münire Çalışkan Tuğ'du. Programda "Çocuklar ve Gençler Tatilde Ne Okusunlar? Nasıl Okusunlar?" konusu irdelenerek özellikle "Okumak eğlencelidir." yargısının gençlerde/çocuklarda yaşatılmasının önemi vurgulandı. Münire Çalışkan Tuğ, öğrencileri kitapla buluşturma yolunda kendi deneyimlerini aktarırken Sevda Müjgan "Yaratıcı Okuma Atölyeleri"ne dikkat çekti. 
  •  ( KAYNAK:  http://www.sevdamujganyuksel.com/)

  •     

    YÜZSÜZ KADIN RESİMLERİ


                                        YÜZSÜZ KADIN RESİMLERİ
         Kışın soğuk ve devinimsiz günleri geride kaldı.  Penceremden odama dolan bahar güneşinin  ışıkları, beni de harekete geçiriyor. Kış boyu tembel tembel yatan, eli bir işe gitmeyen ben, şimdi erkenden kalkıyor, önce kısa bir yürüyüşe çıkıyorum. Yürüyüş sonrası kahvaltımı yapıp çalışma odama, aylardır kısa aralarla üzerinde çalıştığım, bir türlü bitiremediğim, her biri odanın bir köşesine dağılmış resimlerimin başına geçiyorum. Önce uzun uzun seyrediyorum, sanki kendim tasarlamamış gibi değişik anlamlar yüklüyorum onlara . En çok da yüzlerinin olmayışı hoşuma gidiyor. İstediğim yüzleri yerleştiriyorum boşluklara, ya da istediğimle değiştiriyorum. Kimi Virginia Wolf  oluyor karşımdaki kadın, kimi   Kraliçe Teodora.  Anna Karanina,   Frida Kahlo, Gala, Mari Gerekmezyan, Dora Maar.. bir güzellik yarışmasında, jürinin önünden geçer gibi salınıyorlar gözlerimin önünde.
          İki küçük odası ve bir mutfağı olan bu eve, yaz ortalarında taşındım. Birinci katların bahçeye bakan daireleri daha ucuz olduğu için iç dairelerden birini seçtim. İç dairelerin hepsinin salonlarında, hapishane avlusunu andıran bahçeye açılan ikinci bir kapı  var. Penceremden bahçeyi izlerken, ortadaki incir ağacının dibine  koyduğum tuval üzerinde çalışırken hayal ediyorum  kendimi. Oysa burada yaşayanlar ellerine geçen her şeyi attıkları bu bahçeyi bir çöplüğe çevirmişler.  Buradaki canlılığın tek tanığı  yaşlı incir ağacı  da, nefes alamıyor sanki  çöpler arasında.
        Evlerin duvarlarındaki sıvalar yer yer dökülmüş, düz ve geniş metallerden yapılmış balkon korkulukları küflenmiş, kullanılmayan eşyalar balkonlara gelişi güzel yığılmış, iplerden sarkan birkaç çamaşır, sanki geçen yıldan unutulmuş gibi. Bu görüntüyle evler;  yıllardır değişmeyen  köhne bir yaşanmışlığı ve bitmişliği çağrıştırıyor. Bu görüntünün bir parçası olmaktan korkuyorum.
        Havaların ısınması ile bizim apartmanda da bir hareketlenme başladı. Kadınlar balkonlara çıkıp solgun yüzleriyle birbirlerini selamlıyor. Toprak ısındıkça  bahçeden dumanlar yükseliyor.  Bahar geldi, diyorum kendi kendime.
      Günlerdir bir kadını izliyorum. Sabah güneşinin ortalığa  yayılmasıyla bahçeye çıkıyor. Bahçeye atılan ne varsa  tek tek toplayıp çöp poşetlere dolduruyor. Konserve kutuları, pet şişeler, tabak ve bardak kırıkları, çatal, kaşık, permatik, bulaşık süngerleri  ve daha neler neler… Kadın, iki günde atıklardan temizliyor bahçeyi. Sonra kazmasını ve belini alıp kazmaya başlıyor. Kazıyor, ayıklıyor, bütün bedeninin gücünü toprağa akıtıyor. Bu bir çalışmadan çok, kendinden geçme hali gibi geliyor bana, doğayla bütünleşme, toprak olma, mineral olma hali; bir ibadet anı.
         Onu tülün arkasından izliyorum. Başını hiç kaldırmadan çalışıyor, yüzünü göremiyorum. Yaptığım resimlerdekine benzeyen  yüzsüz bir kadın. Çevrede kendisinden başka kimse yokmuş gibi davranıyor. Onun bu hali bende, saygıyla korku karışımı bir duygu uyandırıyor. Perdenin arkasından onu izlerken ses çıkarmamaya, nefesimi kontrollü almaya, perdeyi kıpırdatmamaya çalışıyorum. Beni görmesinden,  bir bakışımı yakalamasından korkuyorum. Bu bahçeyi nasıl değiştirdiyse beni de öyle değiştirmesinden ve en kötüsü de kendisine müdahale edemeyeceğimden korkuyorum.  Yakalanırsam o toprağa karışıp gübre olacakmışım hissine kapılıyorum. Bu korkuyla, kış boyu dağınık olan odamı topladım, etrafı süpürdüm, yarısı çalışılmış tuvallerimi,  mutfağımı düzenledim. Bu işleri yaparken bir kedi kadar sessiz yürüyordum evin içinde.
       Bahçenin köşesine yığdığı taşları önce bir hortum yardımıyla yıkadı,  büyüklüklerine göre üç gruba ayırdı.  En büyüklerini,  bahçenin ekilecek alanlarını belirlemek için, kazdığı bölümün dışına yerleştirdi, orta boy taşlarla incir ağacının altını,   bir masa birkaç sandalye sığacak genişlikte bir daire halinde döşedi, kıyılardan ağacın dibine uzanan üç ayrı yol yaptı. Sonra bahçeyi bir pazılın parçaları gibi bölümlere ayırdı, küçük  taşlardan sınırlar çizdi. Sıra bahçeyi ekmeye gelmişti.
        Garip bir çekime kapılmıştım. Durmadan  kadını izliyordum. Gittiğim yerlerde kalamıyor, hemen dönüyordum. Hep onu düşünüyor, başka bir şeye odaklanamıyordum. Ona karşı ne hissettiğimi sorguluyor, kendime cevap veremiyordum. Bir ilahe mi, aşkla bağlanılacak bir kadın mı, yoksa sımsıcak göğsünde huzur bulacağım bir anne mi?
        Annesiz  büyümüştüm, bir kadın elinin şekillendirici etkisinin ne olduğunu bilmiyordum. Kadınlarla kurduğum ilişkilerde başarısız olmuştum. Yakınlaştığım kadınlar, onları anlamadığımdan yakınarak benden uzaklaşmışlardı. Belki de bu nedenlerle yaptığım kadın resimlerinin yüzleri yoktu.
         Yine perdenin ardındayım, onu izliyorum. Aralarına taşlardan sınırlar yaptığı bölümlere tohumlar ekiyor. Toprağı avuçluyor, parmaklarının arasından tekrar tekrar süzüyor, onu son atıklardan arındırıyor. Tohum topraktan çıkarken   hiçbir engelle karşılaşmasın istiyor belli ki. Kolayca uzatabilsin başını filiz, gönensin toprak ananın bağrı, kanamasın.
        Bunları düşünürken  annem aklıma geliyor, bende yüzü olmayan annem,  bana hayat verirken bedeni  toprağa düşen annem. “Demek toprağım iyi işlenememiş, annemin bedeni  filiz vermeye hazır değilmiş.” diyorum.  “Vaktinden önce,  hoyrat eller tarafından,   gelişigüzel savrulan zehirli bir tohum, toprağını  da çürütmüş.”   Hıçkırıklarımın  duyulacağından korkmadan, sarsıla sarsıla ağlıyorum.  Bir arınma yaşıyorum belki de, yıllardır biriktirdiğim tortuları atıyorum içimden.
        O günden sonra sabahları erkenden kalkıyor, önce odamı havalandırıyorum, bahçedeki kazılmış ve sulanmış toprağın kokusu doluyor penceremden içeri. Kokuyu derin derin içime çekiyorum. Kadındaki enerji beni de harekete geçiriyor, yarım kalan resimlerime odaklanıyorum. Bir tanesi hariç ( anneme hiçbir yüzü yakıştıramıyorum), boş yüzleri bir bir  tamamlıyorum. Hayatımdan geçen, geçmeyen, geçmesini istediğim kadın yüzleri çiziyorum. Bir kadınlar resmi geçidi yapıyorum odamda.
         Yeni bir tuval yerleştiriyorum şövaleye. Bütün emeğini bahçeye akıtan, doğayla bütünleşen kadını çizeceğim; çilek, gül, karanfil, incir desenli elbiseler içinde. Eğer bir gün, kendimde  onunla tanışma cesaretini bulursam , o resmi doğayla savaşında güzellikler yaratan İlahe’me  armağan edip önünde saygıyla eğileceğim.

                                                                                                                           
          
     
                                                 USAR YAYINCILIK- EKİM 2015


    15 Aralık 2015 Salı

    KADIN OLMANIN ORTAK PAYDASINDA BULUŞTUK


                                                                                       Münire Çalışkan Tuğ


         Tatlı bir telaş içindeyiz bir haftadır.Sürekli haberleşiyoruz birbirimizle.Yanına yeni birisini katan hemen haber veriyor diğerine. “Bir arkadaşım da gelecek bizimle film izlemeye.” Eklenen yeni adlarla birlikte heyecanımız da artıyor.
       
       Ayrı  ayrı mutfaklarda imeceler başlıyor. Birimizin evinde mercimek köftesi,diğerinde aşure, bir diğerinde kek pişiyor.Bir başkasında turşu kavruluyor.Her zamankinden daha bir istekli çalışıyoruz mutfaklarımızda.Ayrı  ayrı ürettiklerimizi birlikte yiyecek, onları yerken bir yandan da film izleyeceğiz.
       
      Süheyla’nın evine vardığımızda kapının her çalışıyla çoğalıyoruz. Birçoğumuz birbirimizi ilk defa görüyoruz. Kendimize zaman ayırmaktan, bir arada olmaktan duyduğumuz mutluluk, hepimizin gözlerine, mimiklerine yansıyor.
       

        Önce tanışıyoruz.Herkes kendini, burada niçin bulunduğunu, kimin çağrısı ile katıldığını anlatıyor.Ayrı ayrı hikayelerimizi dinleyerek zenginleşiyoruz.En çok da Sevile’nin hikayesi ilgimizi çekiyor.
      
        “Kardeşim aracılığı ile haberdar oldum bu etkinlikten.Heyecanlandım. Hiç tereddüt etmeden geldim. Buraya gelirken hiçbirinizi tanımıyordum.Bu hiç önemli değildi benim için.Değil mi ki kadınız, mutlaka ortaklaşan birçok yanımız vardır, dedim.Eşim ve komşularım nereye gittiğimi sorduklarında onlara,kadınlar toplanıp film izliyorlarmış, oraya gidiyorum, dedim. Kimseyi tanımadığım bir ortama böylesine rahat ve istekli gittiğimi görünce şaşırdılar.
      
       Ben Artvinliyim. Eşim emekli. Birgün oğlum kız arkadaşıyla buluşacaktı. Bu onun ilk kız arkadaşı ve ilk buluşmasıydı.Benden harçlık istedi. Ona verecek hiç param yoktu.Ne yapabileceğimi düşündüm. Yazın köyde ürettiğimiz çayları fabrikaya verdiğimizde, fabrikanın bize para yerine verdiği çaylar aklıma geldi.Hemen üç dört paket yapıp komşuların kapısını çaldım. Kendi ürettiğimiz çayları denemelerini istedim. Birkaç kişi aldı. Ben de o paraları oğluma harçlık olarak verdim. İlk kapıyı çaldığımda zorlanmıştım.Ama ikinci, üçüncü kapıları daha kolay çaldım. Oğluma harçlık bulmak zorunda kalmak beni 40 yaşından sonra  evden çıkardı. Artık kapı kapı dolaşıp çay satıyordum. Hatta Real’de stand açıp  7 yıl orada çay sattım.

       Biz kadınlar çoğunlukla darda kalınca koşulları zorluyoruz. Aslında üretmek için her zaman sınırsız bir enerjimiz var.Bunları sizinle paylaşmak istedim.Burada bulunmaktan mutluyum.Bundan sonra da sizinleyim.” diye bitiriyor sözünü Sevile.  Sevile’yi alkışlıyoruz. Hepimiz için günün yıldızı oluyor Sevile.
      
        Ben ikinci evliliğimi yaptım,diyor Aynur. “İlk eşimden boşandığım zaman herkes çok endişelendi.  Tekrar evlendiğimde çevremdekilerin sevincine diyecek yoktu.Herkes için tehlike geçmişti. İlk eşimden çok şiddet gördüm.Yeniden evlendiğimde tam bir kumar oynamıştım.Eşim el bebek gül bebek yetiştirilmişti. Annesi oğluna çayın şekerini karıştırıp veriyordu.İlk zamanlar benden de beklendi.Benden annesi olmamı beklememesini söyledim.Zamanla o da değişti zaten, şimdi bana çay servisi yapıyor.”


      Orman mühendisi Filiz, yalnızlığa, bireyselliğe gömüldüğümüz, insanların bir araya gelmediği bir zamanda burada karşılaştıklarının  kendisini  çok şaşırttığını belirttikten sonra “Bu kadar insan bir araya geliyor ve paylaşımlar yaşanıyor, inanın böyle bir ortam beklemiyordum.” diye anlatıyor duygularını.

        Gülcan alıyor sözü sonra, “Ben çalışan bir kadınım , ekonomik özgürlüğümün olması, beni özgür bir insan yapmıyor.Yaşamın birçok alanında engellemelerle yüz yüze geliyoruz. Bir araya gelmeye,konuşmaya, tartışmaya, sorunlarımıza çözüm üretmeye ihtiyacımız var. Bu etkinliğimizi seviyorum ve burada olmaktan mutluyum.”
          
        Vahide ilk defa katılıyor film seyretme etkinliğimize. Filmler konusunda oldukça donanımlı.Film arşivini bizimle paylaşma sözü veriyor.Onun da önerisiyle “Kızarmış Yeşil Domatesler” filmini izlemeye karar veriyoruz.

        Kimler yoktu ki daha :Yasemin, Ayşenur,İlkay, Gülfidan, Ayşe,Ferda,Gülşan,Ayda,Tuba ve evini bizimle paylaşan Süheyla.Dün öğretmendik, ev kadınıydık, öğrenciydik, sağlık çalışanıydık.Bugün toplumdaki diğer kimliklerimizden sıyrılıp kadın olmanın ortak paydasında buluştuk.Çoğaldık, zenginleştik, sevinçlerimizi, hüzünlerimizi paylaştık,Şiddeti Önleme ve İzleme  Merkezleri her ilde, hatta  her ilçede açılsın diye imzalar attık. Evlerimize dönerken her günkünden daha bir güçlüydük.


                                         KIZARMIŞ YEŞİL DOMATESLER






       

    13 Aralık 2015 Pazar

    ANDAÇ

                                                       
                                           ANDAÇ

        Fotoğrafı eline aldı, gözleriyle okşar gibi uzun uzun baktı. Yıllar geçmesine rağmen içinin yangını sönmemişti, aslında sönsün de istemiyordu. Hatta hep canlı tutmuştu kendisini yakan bu ateşi. Düğün fotoğrafında bir cevşen. Gizli gizli gülümsedi. Başka gelinler; altınlar, kolyeler isterken, o bir cevşen  takmıştı  boynuna. Herkes yadırgamıştı bu davranışı. Yirmi yıldır hiç çıkarmadı onu boynundan. Hatta öldüğünde onunla gömülmek istiyordu. Kimse anlamadı Nurdan Hanım'ın bu takıya neden bu kadar önem verdiğini. “Beni kötülüklerden koruyor.” diyordu soranlara.
        
        Elini boynuna götürdü, cevşeni okşadı. Eli yandı. Dudaklarına yaklaştırıp öptü. Gözleri uzaklara daldı, yüzüne mutlu bir gülümseme yayıldı. Pencereye gidip gökyüzüne baktı. Karşı tepelerin üzerinde salınan top top bulutları izlerken yirmi yıldır söylemekten bıkmadığı o şarkıyı mırıldanmaya başladı. Hafif hafif esen rüzgârla savrulan saçlarını sağ eliyle topladı. Gövdesini dışarıya iyice uzatıp ilkbaharın çiçek kokulu havasını içine çekti. Yamaçtaki meşe ağacının dalları rüzgârda sallanarak selamladı Nurdan'ı. Bu selamlamayla eski günlere gitti.
      
        Ne güzeldi çocukluk, hep o meşe ağacının altında toplanır oyunlar oynarlardı. Günler ne kadar da kısaydı o zamanlar. Akşamın nasıl olduğunu anlamazlardı. İşte o günlerde sevmişti Sinan'ı. Önce oyun arkadaşı, sonra yüreğinin başköşesinin sahibi olmuştu Sinan. Söz vermişlerdi birbirlerine, büyüyünce evleneceklerdi. Tüm arkadaşlarından ve ailelerinden ustaca saklamışlardı gönül yangınlarını kendilerince.
      
       O günlerdeki gibi içi titredi. Ilık bir akıntı tüm bedenini dolaştı. Sinan'ın,  gülümseyen sevgi dolu yüzü canlandı gözlerinin önünde. "Bunu da atlatacaksın, sen güçlü kadınsın, gönlüm ve yüreğim seninle" der gibiydi.
     
       Kocasının ani ölümünü, kızı ile ikisini yalnız bırakıp gidişini, hatırladı. Kolay olmamıştı ama atlatmışlardı zor zamanları. Herkes onu bırakıp bırakıp gidiyordu. Önce Sinan sonra Mehmet. Oysa o, kimseyi bırakıp gitmemişti, gitmeyecekti de.
        
        “Hazırlanmalıyım.” dedi ve pencereden ayrıldı.  Kapının vurulması ve kızının içeri girmesiyle sıyrıldı düşlerinden. Birlikte ameliyat çantasını hazırladılar. Her ameliyatta yanında götürdüğü ve ona bakarak uyandığı düğün fotoğrafı da yerleştirildi çantaya. Annesi, babası, teyzeleri, halaları, dayıları, amcaları ve çocukluk arkadaşlarının yer aldığı kalabalık bir aile fotoğrafıydı bu. Bu resme bakmadan ameliyata giremiyor, ondan güç aldığını söylüyordu.

          Hazırlıklar bittikten sonra yatağına uzandı, doktorlar bu sefer riskli demişlerdi ameliyat için. Gözleri tavanda gezindi bir süre. Uyuyamıyordu bir türlü. Yine eski günlere gitti aklı.
       
         Bir gün Sinan'ın annesi kendisini çağırmış, konuşmak istediğini söylemişti. Yüreği pır pır etmiş, hem sevinmiş hem de bir olumsuzluk olmasından korkmuştu. Sıcak bir karşılamadan sonra oğlunu ve Nurdan'ı karşısına oturtan Narine Hanım:
        " Bak kızım, seni ben de çok seviyorum, oğlumla aranızdaki yakınlığı da ilk günden beri biliyorum; fakat bu iş olmaz yavrum. Senin baban inançlarına çok bağlı, kendisine saygı duyarım, ben de inançlı bir insanın. Biz buraya İstanbul'dan geldik. Daha doğrusu gönderildik, Sinan'ın adı da aslında Simon'dur. Buraya geldiğimizde bize baban ve annen el taktı da tutunabildik. Şimdi onların dallarını nasıl kırarız, bunu onlara nasıl söyleriz? Hem söylesek de kabul etmezler. Ben kötülük olmasını istemem. Siz kaçıp gitseniz baban ve annen dayanamazlar acıya. Kendilerini aldatılmış hissederler. Yapamayız yavrum." demiş Nurdan 'a sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.
         
       Üç ay sonra da Sinan önce İstanbul'a, oradan  da Amerika'ya gitmiş, yıllarca geri dönmemiş, Nurdan'ı yangınlar içinde bırakmıştı. Gitmeden bir gün önce yine Sinanların evinde buluşmuşlar, Sinan bıyıklarından, Nurdan da saçlarından kestiği parçaları birbirlerine andaç olarak vermişler, hep yanlarında taşıyacaklarına and içmişlerdi.
     
     



        Nurdan yatağın içinde döndü durdu. Bir türlü uyku tutmuyordu. Kalktı, tuvalete gitti, su içti, ışığı söndürüp tekrar yattı. Karanlık tüm odayı doldurdu. Karanlığın içinden Sinan'ın çıkıp geleceği ve kendisine dokunacağı endişesine kapıldı. Aslında yirmi yıldır beklediği bu değil miydi? En son düğünde görmüştü onu. Ne kadar da yakışıklıydı. Yanındaki damadın Sinan olmasını nasıl da istemişti. Birkaç kez bakışları karşılaşmış, alev alev yanmışlardı. Düğünün sonunda bir yolunu bulup o fotoğrafı çektirmişler, fotoğraf çekilirken de kimse görmeden gelinliğin kıvrımları arasında elleri birbirine değmiş, küllenen yangın yeniden alevlenmişti. Avuçlarında hala o sıcaklığı taşıyordu Nurdan. Yarınki ameliyattan uyanırken fotoğraf mutlaka yanında olmalıydı.
      
       Ertesi gün ameliyata girerken doktorlardan tek bir isteği vardı Nurdan'ın: Boynundaki cevşeni çıkarmamaları. Ameliyat bitip odasına geldiğimde sağ elindeki sıcaklığı hisseti önce. Zorlukla gözlerini araladı. Sinan'ı görür gibi oldu. “Öldüm mü yoksa?” diye geçirdi içinden. Gözlerini kapattı. Elinin sıcaklığını hisseti yeniden. Tekrar gözlerini araladığında Sinan'ın gözleriyle karşılaştı. Gençlik günlerinde olduğu gibi, sevgi dolu bakışlarla içi ısındı. Etajerin üzerindeki resmi aradı bakışları. Oradaydı, yerleştirdiği gibi duruyordu. Yavaşça Sinan'ın elini sıktı, sonra gözleri Sinan’ın boynundaki cevşene takıldı. Sol eliyle kendi boynunu yokladı. Duruyordu. İçinde Sinan'ın bıyıkları olan cevşeni hafifçe okşadı.
        

                                                                                                               Münire Çalışkan TUĞ
      

       
                                                               Patika dergisi, Ekim-Kasım-Aralık (2015-91.sayı)
        
        
      

         

        

        

    12 Aralık 2015 Cumartesi

    OYUN BİTTİ

    Oyun bitti

    “Ağlama anne, yaslan bana, biliyorsun o bizim ağlamamıza hiç dayanamazdı.”Kızımın koluna girip yavaş yavaş ilerliyorum kilisenin ortasındaki boşlukta.

    “Ağlama anne, yaslan bana, biliyorsun o bizim ağlamamıza hiç dayanamazdı.”
    Kızımın koluna girip yavaş yavaş ilerliyorum kilisenin ortasındaki boşlukta. Bir adım, bir adım daha. Mihraba uzanan ana koridorun ortasına konan tabutun sağ ön kısmındaki yerimizi alıyoruz.
    Bir acı, bir acı daha, hep acı. Sahi acının rengi var mıydı, varsa hangi renkti? Alev kırmızısı mı, gece karanlığı mı? Yüreğime batıp çıkan iğnelerin bedenime yaydığı acı diner miydi şu tabutta yatan ben olsaydım?
    Kızım Asiye kolumu sıkıyor, sarsılıp kendime geliyorum. Tabutun sol tarafında kadınların, sağ tarafında erkeklerin sıralandığını görüyorum. Hepimiz ayaktayız. Kilisenin avlusundan içeriye günnük buhurunun keskin kokusu yayılıyor. Bu kokuyu tanıyorum. Daha önce Maruş anne ile birlikte Panoş’un cenazesine geldiğimizde yakmıştı genzimi. Ama bugün bir başka işliyor içime, aklımı alıyor, damarlarımdan kanımı çekiyor. Bu koku Maruş’umuzu önüne katıp götürecek biraz sonra.
    Günnük kokusu, yerini tandır ekmeği kokusuna bırakıyor yavaş yavaş. Ödüllendirileceğimizde ya da canımız yandığında içine otlu peynir de konularak elimize tutuşturulan tandır ekmeği. Koku beni alıp evimizin yakınında seksek oynadığımız tarlanın içine bırakıveriyor.
    Seksek oynarken düşüyorum, dizim hem acıyor, hem kanıyor. Kandan korkuyorum. Annemin saklı gizli anlattığı kanamadan da. Ağlayarak eve koşuyorum. O da ne, kapımızın önüne bağlanmış iki öküz görüyorum! Bizim öküzümüz yok ki. Evimizin mutfak olarak kullanılan odasında annem yemek hazırlıyor. Yere serili bir örtünün üstünde tandır ekmekleri yığılı. Annem yüzüme bakmıyor, ben çığlığı basıyorum. “Kanıyor, dizim kanıyor, çok acıyor anne!”
    Annem önce ekmeklere yöneliyor, sonra vazgeçip bana sarılıyor. İkimiz birlikte ağlıyoruz. Annemin neresi acıyor, diye düşünüyorum dizimi unutup. Onun yüreğindeki yaranın, benim dizimdekinden daha derin olduğunu ve çok kanadığını göremiyorum. Eliyle ağzımı kapatıp  “Sus!” der gibi bakıyor. Korkuyorum. İçerideki odadan sesler geliyor:
    “İki öküz, verdim gitti, aldım, hayrını….”
    Asiye, “ Anne, anne!” diye uyarsa da kopamıyorum, çocukluğumdan yoksun bırakıldığım yaralı geçmişimden: Babamın mutfağa gelerek “Oyun bitti!” deyip yüzüme patlattığı tokat... Benden otuz yaş büyük, doğuştan sakat, sağ bacağı topal ağa oğlu Navdar’ın ağzının sağ tarafından sürekli  akan salyası... Ben korkudan tir tir titrerken üzerime abanıp beni kanattıktan sonra silaha sarılıp iki el ateş etmesi... Bacaklarımdan kanlar damlaya damlaya odanın içinde saklanacak yer aramam…
    Çocukluğumu, onun benden adım adım uzaklaştığını, uzaklaştıkça küçüldüğünü izliyorum. Görüntü küçüldükçe ağırlaşıyor bedenim, kendimi taşıyamıyorum. Başım dönüyor, kulağıma çığlıklar geliyor...
    Bunları düşünürken bayılmışım, gözümü açtığımda bir hastane odasındayım. Ellerim Asiye’nin avuçlarında. Uzanıp yanağıma bir öpücük konduruyor.
    “Çok korkuttun bizi.”
    “Korkma, bu can neler yaşadı da çıkmadı.”
    Eve geldiğimizde acılarımızın ilacı Maruş’umuz yok artık. Şimdi ben Maruş olmalıyım Asiye için, o hiç üzülmemeli” diyorum. Maruş’un odasına gidip yatağını, başını koyduğu yastığını okşuyorum. Beyaz patiska üzerine kırmızıyla işlenmiş güller bir kez daha kanatıyor içimi. Seksek oynarken düşüp dizimi acıttığım günün gecesi, uzun ağlamalardan sonra daldığım rüyayı anımsıyorum.
    Taşımı üçler hanesine atıp zıplamaya başlıyorum. 1, 2, 4-5, 6... Devamı yok, sol ayağım havada öylece kalakalıyorum. 7 ve 8’ler hanesinde, uçları işlemeli ve dantelli bir yastık, yastığın diğer tarafında babam. Gözlerini karartmış, sağ elinin işaret parmağını sallayarak: “Oyun bitti!” diye bağırıyor.
    “Oyun bitti!” Bu söz kulaklarımda uğulduyor. Beynim patlayacak gibi.
    “Oyun bitti, oyun bitti, oyun bitti, oyun…”
    O korkunç gecelerden birinde miyim, yoksa Maruş’un odasında mı, ayırt edemiyorum. Korkuyla yorganı kaldırıp, beyaz patiska çarşafa bulanan kanları arıyorum. Navdar’ın üzerime yığılıp canımı acıttığı, korkudan ve acıdan yastığı ısırdığım geceki kanlı çarşafı.
    Asiye’nin odaya girmesiyle, yakalanmış hissine kapılıp hızlıca örtüyorum yorganı. Kızım gelip bana sarılıyor, yatağın yanındaki ikili koltukta hıçkıra hıçkıra Maruş’un ölümüne ağlıyoruz.
    Asiye bir şey hatırlamış gibi ayağa fırlıyor. Televizyonu açıp VCD’yi cihaza yerleştiriyor. Düğmeye basmadan önce: “Maruş’un anısına bir kez daha izleyelim.”
    Birbirine sığınan öksüz iki çocuk gibi kenetlenip, Maruş’un girişimleriyle belgesel yapılan hayatımızı izliyoruz.
    Önce, tüylerimizi diken diken eden bir ağıt yükseliyor karanlık ekrandan. Sonra sırasıyla, Navdar’ın  köprüden geçerken, aksayan ayağını kontrol edemeyerek ırmağa düşüp sürüklenmesi, babamın kaçağa gidip dönmeyişi, annemin dokuzuncu çocuğunu doğururken kan kaybından ölümü; ağanın, üç yaşındaki kızımla beni, soğuk bir kış gecesi dövüp sokağa atması, titreye titreye odunlukta sabahlayışımız, dayıma sığınmamız, İstanbul’a sık sık gidip gelen dayımın bizi Maruş’un yanına besleme olarak vermesi,  kimsesiz Maruş’un beni evlat edinmesi…
    Şimdi de bize kol kanat geren Maruş’la çekilmiş fotoğraflar geliyor ekrana. Kimi mutfaktayız, kimi dikiş makinesinin başında, kimi bir kır gezisinde… Bütün fotoğraflarda Maruş aramızda, iki kolu birer omzumuza atılmış.
    Ekran kararmadan önce, yedi ve sekizler hanesinde yastık olan seksek çizgileri geliyor görüntüye. Altında kocaman harflerle: OYUN BİTTİ
                                                                                                     Münire Çalışkan Tuğ
                                                                                                    Ekmek ve Gül- 5 Aralık 2015

    KÖMÜR KARASI

                                                   KÖMÜR KARASI
                                                                   
                                                                                                  gözlerim bekleyiş,
                                                                                                  yüreğim kıpır kıpır umut,
                                                                                                  yarınım kırılgan.
                                                                                                  sen çıkıp gelmezsen,
                                                                                                  nasıl atarım 
                                                                                                  içimde biriken 
                                                                                                  kömür karası günlerin acısını.
        
        “Dede, bunun elleri neden bu kadar büyük, babamın da heykelini yapacak mısın, bunları yapmayı nereden öğrendin?  Ben de yapabilir miyim dede?”
       Zehra durmadan soruyordu dedesine,  evin her yanı kömürden heykellerle dolu odasında. Mehmet dede, kimi soruları  geçiştirse de bıkmadan yanıtlardı torununun sorularını.
    “Bak, bu Ahmet amca, çok güçlü bir adamdı. Kocaman avuçlarıyla kazmanın sapını kavrayıp kömürlere vurdukça tüm maden sarsılırdı. Bu da Ali dayı.  Ufak tefek bir adamdı, ama en çok kömürü o çıkarırdı. Bu Hüseyin  Çavuş  …
         Zehra’nın  sorularıyla çocukluk günlerindeki  sürüsünün başında bulmuştu kendini Mehmet dede.. İlkokulu zar zor bitirmiş, çobanlık yapmaya başlamıştı. Günler uzundu, canı sıkılıyordu dağlarda. Sürüyü doyurup ağaçların serin gölgesine yatırınca,  çakısıyla, ağaç köklerinden ve kabuklarından heykeller yapmaya başlamıştı. Kuzuları, köpeği, sürmeli keçisi, kıvrım kıvrım boynuzlarıyla koçları bir bir heykele dönüşüyordu ellerinde. Ahırdaki sürüsü  kadar  heykeli olmuştu. Akşam olup da sürü köye  yaklaştığında,  köyün çocukları sabırsızlıkla önüne koşar, o gün yaptıklarını görmek isterlerdi.
        Sürüsünü doyurup köye döndüğü bir akşam dayısı gelmişti.  Babası,   “ Dayın seni köylerinin yakınındaki madende çalışman için götürmek istiyor” dediğinde ne söyleyeceğini bilememişti.
        Maden ocağı nasıl bir yerdi, orada da serin sular, ılık  esen  rüzgarlar, uzun uzun ağaçlar var mıydı? Ağaç kökleri ve kabuklar bulabilir miydi yeni heykeller yapmak için?  Bu ocakta maden mi pişiriliyordu?  
        Gece boyunca düşünmüş, ancak sabaha karşı uykuya dalabilmişti. Rüyasında kocaman kazanlar görmüştü.  Ocakta yanan ateşin üzerinde kaynayan kazanlar. İçlerinde ne piştiğini anlamak için yaklaştığında,  gözüne  duman kaçmış,  içindekileri görememişti. Sadece  fıkı fık, fıkı fık, fık, fık seslerini duymuştu. Bir ara dumanlar çekilmiş, kazanda,  yaptığı heykellerinin kaynadığını, kendilerini kurtarması için ellerini uzattıklarını görmüş, korkuyla uyanmıştı.
         Dayısının ardına takılarak geldiği maden ocağı karanlıktı. Bütün günleri yerin derinliklerinde, güneş ışığını görmeden geçiyordu. Köyünün dağları, dereleri, rüzgarları yoktu orada.  Kaç kere, kaçmayı düşünmüş, dayısından çekindiği için vazgeçmiş, sonra da alışmıştı.    Bir tek renk vardı madende: Kara.  Elleri-yüzleri kara, kazma ve küreklerin sapları kara, kömür kara, ekmek kara. Her yer, her şey kara.  Gözlerinin ve  dişlerinin  beyazından tanırlardı birbirlerini, bir de seslerinden. Hatta maden  dışında  karşılaştıklarında,   çoğu kez güçlükle çıkarırlardı, akşama kadar yan yana çalıştıkları arkadaşlarının kim olduğunu. Ne grizular, patlamalar, göçükler ve su baskınları atlatmış,   bazı arkadaşlarını bu kazalarda kaybetmiş; kendi  bedenini bir göçüğe yatırmadan emekli olmayı başarmıştı.
       Kuru ekmeğe kömür tozunu katık edip karınlarını doyurdukları günler gerilerde kalmıştı. Şimdi, tek umudu, küçük oğlu Sedat’tı. Her gün yüreği ağzında onun dönüşünü beklerken, evlerinin bu odasında kömürden heykeller yapıyordu. Kırıyor, kesiyor, yontuyor, zımparalıyor; maden kazalarında yitirdiği iki oğlunu, arkadaşlarını, tanımadığı diğer madencileri heykelleriyle yaşatmaya çalışıyordu. Acısını, öfkesini, yürek yangınlarını, korkularını kömürün karasına karıştırıp yaşama tutunmaya çalışıyordu. Oğulları Hasan ve Hüseyin’in  göçükte kaldığı haberini aldıkları gün, karısı Naciye’nin, tedirgin bekleyişlerin yorduğu yüreği de acılara yenik düşmüştü.  Üçünün mezarını yan yana kazmışlardı.
      “Dede, dede, sesler geliyor dede. Duymuyor musun dede?  Bak insanlar koşuyor?  Dede ne oldu?  Korkuyorum dede.”
        Tamamlamak üzere olduğu heykel elinden düştü Mehmet dedenin,  heykelin  kafası, bedeninden ayrıldı. Sesler yaklaştı, çığlıklara döndü. Evler sokaklar yasa büründü.

    -          Madende patlama olmuş.
    -          Kuyuların ağzından dumanlar çıkıyor.
    -          Kömür, kömür, ömrümüzü kararttın, ocaklarımızı söndürdün.
     O günden sonra küçük odasının camından ayrılmadı Mehmet dede. Sabahlara kadar, gecenin karanlığından çıkıp gelecek üç oğlunu bekledi. Heykelleriyle konuştu. Madende neler olduğunu, oğullarının ne zaman geleceklerini sordu onlara.   “ İşini bitirince dönecekmiş.”   dedi babasını soran torununa.  “ Sana da bisiklet getirecekmiş, beni de bindirecek misin?”
         Bir gece, karanlığın birden çekildiğini, güneşin hızla yükseldiğini gördü. Ağaçlar en güzel yeşillerini giymiş, çiçeğin bin bir  çeşidine bürünmüştü.  Diplerinden, çocukluğunun ırmakları akıyordu. Üç oğlu bisikletlerine binmiş, uzak tepelerden aşağıya  iniyorlardı. Sevinçle yatağa koştu.
      “ Naciye, Naciye kalk, oğullarımız geliyor, onları karşılayalım.”
    Sonra heykellere döndü:
       “Ne duruyorsunuz, koşsanıza! Arkadaşlarınız geliyor. ”
       Yerden bir metre yükseklikteki camdan atladı, kollarını açtı. Gecenin karanlığında koştu, koştu.
        
                                                                                                         Münire ÇALIŞKAN TUĞ   

                                                                                          Evrensel Kültür Dergisi- Haziran 2015

    ARTIK SUSMAYACAĞIM ANNE

    Artık susmayacağım anne

    Kardeşim sünnet olduğunda şölenlerle, düğünlerle onun erkekliğe geçişini kutlarken, ben regl olduğumda nedenini anlayamadığım tokadın patlayıvermişti yüzümde. Günlerce ağlamıştım gizli gizli. Belki o tokadı yemeseydim susmazdım...

    belleğim tutsak
    düşlerim yaralı
    kollarım bileklerimden kesik
    yağma kar
    kan damlar üzerine
    çığlığa boyanır beyazın
    Münire ÇALIŞKAN TUĞ
    Bugüne kadar hep sustum anne.  Başımın rahat olması için, dilimi hep kısa tutmamı istedin. Beni ayıplar, günahlar, geleneklerle sarıp sarmaladın. Ne zaman konuşmaya kalksam sözlerimi yutup sustum. Sustukça kanadım, yaralarımdan korktum anne. Korktukça içime ağladım, kâbuslara uyuyup karanlıklara uyandım.  Sözcüklerim, sesini yitirip beni terk etti. Yalnız, savunmasız kaldım anne.
    Artık susmayacağım anne.  Sen de bugün, sözümü kesmeden dinle beni. Susturmaya çalışsan da konuşacağım. Hem bugün sadece ben değilim: Güldünya’yım, Ayşe Paşalı’yım, Hasret’im, Erguvan’ım, Serpil’m, N.Ç’yim ve daha niceleriyim biraz.
    Önce senden başlayacağım anne.
    Kardeşim sünnet olduğunda şölenlerle, düğünlerle onun erkekliğe geçişini kutlarken, ben regl olduğumda nedenini anlayamadığım tokadın patlayıvermişti yüzümde. Günlerce ağlamıştım gizli gizli. Belki o tokadı yemeseydim susmazdım. Yaşadığım her şeyi sana anlatmak istediğimde, ilk tokadınla yandı yüzüm. Korktum, utandım ve sustum.
    Babam kardeşime : “Haydi oğlum pipini göster amcalara, teyzelere, görsünler nasıl erkek olduğunu” dediğinde senin de gururla gülümsediğini görür gibiyim bugün de. O gün, kardeşimin –hem de aile bireyleri tarafından– topluca taciz edildiğini düşündüm. Siz, bu gösterilerinizin ve erkekliği öne çıkaran nice davranışınızın zamanla toplumu tehdit eden bir bombaya dönüşeceğini görmekten uzak, gururlandınız. Ben korktum ve sustum.
    Babamın en yakın arkadaşı “Sivilcelerin çıkmış” deyip, yeni yeni uyanan göğüslerimi sıktığında parçalandım, her yana saçıldım cam kırıkları gibi. Parçaları toplayıp yapıştırmaya, kendimi onarmaya çalıştım, beceremedim. Hep eksik kaldı bir yanım anne.
    İlkokul öğretmenimin, babacan tavırlar takınarak, elini omzuma atıp, oradan göğüslerime kadar uzandığını kimseye anlatamadım. Korktum, utandım ve sustum.
    Göğüslerim hala acıyor anne.
    Büyüdüm. Otobüsteki kalabalıktan faydalanarak kalçamı avuçlayan adamın yüzüne baktım. Utandım ve sustum.
    Akşamları eve gelirken arkamda duyduğum ayak sesleriyle ürperdim. Arkamı kollayarak yürümekten yoruldum anne. Çarşıda, pazarda –ne giydiğimden bağımsız– aç erkeklerin bakışlarından, “Ne bakıyorsun?” dediğimde pişkin pişkin sırıtmalarından, yanımdan geçen arabaların yavaşlayıp içindekilerin laf atmasından, bir erkeğin yanından geçtiğimde söylemeye başladığı cinsel içerikli şarkıları duymaktan, iğrenç kahkahalar, mide bulandıran dokunuşlardan ve daha nicelerinden yoruldum anne.
    Ne giyineceğime, örtünüp örtünmeyeceğime, kaç çocuk doğuracağıma, kürtaj olup olmayacağıma, çalışıp çalışmayacağıma karışan yöneticilerin her gün televizyon kanallarında boy göstermesinden usandım.
    “Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, örtüsüz kadın perdesiz eve benzer, evdeki işler yetmiyor mu, siz kadınlar işsizlik nedenisiniz, çalışan kadın fuhuşa davetiye çıkarır…” sözlerinden yoruldum. Daha neler neler dediler de ben duymak istemedim. Çok yoruldum anne, sustukça yoruldum.
    Dün Özgecan’ın cenazesi vardı. Hani Mersin’de toplu taşıma aracıyla evine giderken kaçırılan, tecavüze direndiği için öldürülen, önce kolları kesilip, sonra vücuduna benzin dökülüp yakılan ve ıssız bir yere atılan üniversite öğrencisi Özgecan’ın.
    Kadınlar tabutuna erkek eli değsin istemediler. “Özgecan’ın tabutu çok ağır, o tabutu taşımaya erkeklerin gücü yetmez”  deyip sırtladılar.
    Bugün ben de Özgecan için siyahlar giydim. Eylemdeyim anne. Sokak aralarından birer ikişer çıkan kadınlar, sel olup aktılar meydana dalga dalga.
    Morarmış gözleri, kırılmış kolları, vücutlarındaki bıçak yaralarıyla geldiler. O güne kadar sustukları sözcükleri kuşanıp geldiler. Oyunlarından koparılıp gelin yapılanlar, çocukluklarının ellerinden tutup geldiler. Beşik kertmelerine, namus cinayetlerine, törelere “Hayır” demek için geldiler. Analı-kızlı geldiler, babalarından kaçarak geldiler. Ses olmak, söz olmak, o güne kadar boğulan çığlıklarını birleştirmek için geldiler. Ne çok geldiler anne.
    Çığlıklar, acılar, umutlar pankart oldu, ses oldu, söz oldu; çınlıyor her yanda.
    Ben de sesimi buldum anne, artık susmuyorum. Kol kola girip hep birlikte haykırıyoruz.
    YASTA DEĞİL, İSYANDAYIZ.

    11 Aralık 2015 Cuma

    KADINLAR ARTIK SUSMAYACAKLAR, SUSMAYACAKLAR                 
                                                                                                  MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ
    "Bizler, farklı meslek gruplarından kadınlar bir araya gelerek  Moira Kadın Dayanışma Derneği’ni kurduk. Düzenlediğimiz bu kahvaltıda  sizlerle buluşarak amaç ve çalışmalarımızı paylaşalım istedik.Hepiniz hoş geldiniz.
      Dünyanın, emeğin ve aşkın yarısı biziz. Ülkemizde ve dünyada hala güncelliğini koruyan kadın sorunun çözümüne  Sakarya’ dan da destek ve ses vermek için bir araya geldik. Kadın olgusuna, doğru bir bakış açısı getirmek ve toplumda ihtiyaç duyduğumuz zihniyet değişimini önce  kendi içimizde  gerçekleştirmek için film, kitap ve eğitim atölyeleri oluşturduk. Derneğimizin faaliyet alanlarının eksenini, toplumda derin biçimde görülen eşitsizliğin, haksızlığın, emek sömürüsünün giderilmesi oluşturmaktadır. Her türlü cinsel yönelim ve cinsiyet ayrımcılığına karşı ve kadın bireylerin sahip olduğu ya da olması gereken sosyal-ekonomik, siyasi ve yasal hakların mücadelesini amaçlıyoruz. Bu tarz oluşumların ihtiyaçtan hareketle ortaya çıktığını ve her bir katkının değerli olduğunu bilerek kollektif bir çalışma anlayışla yola çıktık. "Kadın olarak doğulmaz, kadın olunur." şiarıyla bu meseleye bakan kadınlar olarak, günümüzde kadın sorununa çözüm üretmek için yapılan her çabayı kıymetli bulmakla beraber bu soruna bakış açısının ve dilin değişmesinin gerektiğini söylüyoruz. Kadının şiddetin her türlüsüne, tacize, tecavüze, istismara, baskıya uğraması ve bunun sonucunda sürekli mağdur olarak işaretlenmesinin, toplumda korumak amaçlı da olsa geride tutulmasının bu döngüyü kıramayacağını, mağduriyetin dilinin mücadelenin diline dönüştürülmesinin gerekliliğini savunuyoruz." Yukarıdaki sözler Adapazarı'nda kurulan ve kuruluşunu geniş katılımlı bir kahvaltı ile duyuran Moira Kadın Dayanışma Derneği başkanı Elvan Şafak'a ait.

       Dünyanın, emeğin ve aşkın yarısı biziz diyen kadınlar; ülkemizde ve dünyada hala güncelliğini koruyan kadın sorunun çözümüne  Sakarya' dan da destek ve ses vermek için bir araya geldiler.Farklı meslek gruplarından kadınlar mart ayından bu yana her çarşamba toplandılar, Moira Kadın Dayanışma Derneğini kurdular. Öncelikle dernek çatısı altında bir araya gelen üyeler; kadın olgusuna, doğru bir bakış açısı getirmek ve toplumda ihtiyaç duyulan  zihniyet değişimini, öncelikle  kendi içlerinde gerçekleştirmek  amacıyla çalışmalarına başladıklarını, bu tarz oluşumların ihtiyaçtan hareketle ortaya çıktığını ve her bir katkının değerli olduğunu belirttiler.Bizler de Kocaelili kadınlar olarak ,Moira Kadın Dayanışma Derneğinin 17 Kasımda Sakarya'da düzenlediği kahvaltıya  katıldık ve  kadınların değerlendirmelerini aldık .

     HEVAL:Bir araya gelip sorunlar konuşulmalı,çözümler tartışılmalı,kararlar alınıp yaşama uygulanmalı;ancak bugün burada elit bir kadın grubu var. Çerçeve geliştirilmeli işçi kadınlar, ev emekçisi kadınlar da bu çalışmalara dahil edilmeli.Bu çalışmayı çok anlamlı buluyorum,her aşamasında görev almaya hazırım.

    ÖZGÜL KAHRAMAN :Kuruluşundan itibaren içindeyim;ancak Eğitim-Sen'deki görevimden dolayı  çalışmalara  çok aktif katılım sağlayamadım. Kadın sorununu sistemden bağımsız bir sorun olarak düşünmeden hareket etmeli, çalışmalarımızı bu doğrultuda planlamalıyız.Çünkü sistem sorunu çözülmeden kadın sorunu çözülmez. Kadının kendini var edebilmesi adına Sakarya'da bir kadın dayanışma derneğinin kurulması önemli bir adım.Çalışan ve ev emekçisi kadınlar cemaatlerin kıskacındalar.Bu kadınlarla buluşmak ve onları çalışmalarımızın öznesi yapmak gibi sorumluluklarımızın olduğunu düşünüyorum.

    FİLİZ: Güzel bir çalışma.Emeği geçenlerin emeğine ve yüreğine sağlık. Umarım ileriye taşır, Sakaryalı kadınların umudu oluruz.


    NECMİYE PEKTAŞ YILDIZ: Hep destekleyeceğim,kadınların siyasi atılımlara bir yerlerden başlamaları gerektiğini düşünüyorum. O bir yer ,neden Moira Kadın Dayanışma Derneği olmasın?  Önemli olan ev çalışanı kadınları çalışmalarımıza katabilmek.

    TEVHİDE YAĞAN:Türk kadınlar Birliği Sakarya Şube Başkanı:Çok mutluyum.14 yıldır Türk Kadınlar Birliği  Sakarya şube  başkanlığı yapıyorum.Yeni bir oluşum daha eklendi, yalnızlıktan kurtulduk. Birlikte çok güzel çalışmalar yapacağımıza inanıyorum.Ülkemizde her geçen gün kadın sorunu çığ gibi büyüyor.Kadına yönelen katliamlara dur demek için, kadın örgütlerinin çoğalması ve birlikte hareket etmesi gerektiğine inanıyorum.Ayrıca ben sivil toplum örgütlerini üçüncü bir güç,gelişmeye, aydınlanmaya ve çözüme doğru itici bir güç olarak görürüm.Ülke genelinde   kadın örgütlerinin sayısı  artarken Sakarya'da bugüne kadar ikinci bir kadın örgütü oluşturulamamıştı.Oysa Burada, bu çalışmaya omuz verecek çok kadın var.Bugün buluştuğumuz kadınlarla, diğer kadınlara da ulaşacağız.Arkadaşlarıma başarılar diliyorum.

    NAZAN GÜNGÖRSÜN :Sakarya Yenigün Gazetesi Genel Müdürü: Kadın eşitsizliğine karşı örgütlenmeli ve güzel çalışmalar yapmalıyız.Burada gördüğümüz kadınlar bunun için buradalar.Yerel bir gazete olarak, yapılan her çalışmayı Sakarya halkıyla buluşturmak için özel  bir çabam olacak. Zaten biz Sakarya'da kadına yönelik her çalışmaya sahip çıkıyoruz.Bundan sonra da sahip çıkacağız.

    REYHAN ŞAHİN: (Sakarya Barosunda avukat): Uzun yıllar Kadın Hukuku, Kadın hakları Komisyonlarında görev yaptım.bu konularla ilgili konuşuyorum, yazıyorum.Bu günkü etkinlik geliştirici bir çalışma.Nihayet Sakarya'da ikinci bir kadın derneği kuruldu.Çok önemsiyorum bu oluşumu.1994'te yurt dışından bir heyet geldi. Kadın dernekleriyle buluşmak ve konuşmak istiyorlardı.Adapazarı'nda onlarla buluşturacağım bir kadın derneği bulamadım.Bugün, bu nedenle de benim için çok önemli.  Ben de  kadının örgütlenmesinin önündeki engellerin aşılması  noktasında çalışmalar yaparak arkadaşlara katkılar sunacağım.Kadından  ve kadın örgütlenmesinden korkan değil, bundan yararlanan bir toplum olabilme bilincini geliştirmeye çalışacağız.

    ŞEYDA GÜRSEL:(TTB üyesi bir doktor)Kadınlar  mutlaka örgütlü yaşamda yer almalıdır.Onların kabuklarını kırmak için  öğrenmeye, kendilerine güvenmeye, eğitilmeye ihtiyacı var.Bu da kadınların aktif hayata katılımı ile olacaktır. Böyle bir çalışmaya gönül veren dernekle dayanışmak adına buradayım."Kadın insan hakkına" sahip çıkan her çalışmanın yanındayız.Emeklerine  saygı duyuyor, arkadaşlara başarılar diliyorum.

    İREM BAYINDIR.Yaşam koçuyum.Adımlarımızı birleştirip çoğalmak için buradayız.Kadın hakları  insan haklarının  bir alt birimi gibi görülüyor.Oysa bizler eşit insanlar olarak, insan hakları için, onların korunması, geliştirilmesi için mücadele ediyoruz. Bu mücadelede ben de varım ve onun için bugün buradayım.

    AYNUR ENER GÜER: Ben Kocaeli'den  geldim. İyi ki gelmişim. Yeni insanlar, yeni yüzlerle tanıştım.Bundan sonra da görüşmeye devam edeceğiz.Nerede olursa olsun kadın çalışması beni çok heyecanlandırıyor. O heyecanla sizinleyim.Çok güzel bir kaynaşma oldu.Ayrıca İstanbul'dan gelen Filor'un çabasına hayranlık duydum. Barışa Bir Tülbent de Biz bağladık.

    YASEMİN FAKİROĞLU: Ben de Kocaeli'den geldim.Kadınların dayanışma içinde olması beni çok heyecanlandırdı.Yalnız olmadığımızı gördük.Birlikte çok şeyin üstesinden geleceğimizi düşünüyorum.Adapazarı'nda  bu derneğin kurulması kadın çalışmaları açısından umut vericidir.Emeği geçenlere teşekkür ediyor, çalışmalarında başarılar diliyorum.

                                                                               EKMEK VE GÜL'de yayımlandı.

    ARSLANBEY  ATAKENTTE YARINSIZ YAŞAMLAR


         Arslanbey –Atakent Kocaeli’nin Kartepe ilçesine bağlı bir mahalle.Bu mahallede yaşam 1997 yılında İzmit Büyükşehir Belediyesinin  Yuvam İzmit projesiyle başlıyor.Bu projeden önce, şimdiki Atakent’in yerleşim alanı, çocukların top oynadığı,ineklerin ve koyunların yayıldığı boş bir mekan.Bir yandan da az  az başlamış yapılaşma.Mesela Kocaeli Üniversitesi Merkez Kampüsü buraya yapılacak. Zaten bazı meslek Yüksek okulları yapılmış.Kampüsün buraya yapılacak olması toplu konut kapsamındaki üyelikleri hemen dolduruyor.Hatta insanlar başvurudan bir gün önce  belediyenin önünde sıraya girip geceyi orada geçiriyorlar.Orada bir evleri olursa üniversite öğrencilerine kiraya verecekler.Çünkü ailelere göre, öğrencilere daha yüksek fiyata kiralanıyor evler.Yurtlar, tarikat evleri gibi yerlerle beraber ev sahipleri de öğrencileri  gelir kapısı olarak görüyor.
          1999 depremiyle bazılarının planları tutmuyor.Üniversitenin yeri değişiyor.Böyle olunca da gözünü öğrencilerin cebine diken ev sahiplerinin oyunu bozuluyor.Tek tesellileri meslek yüksek okuluna iki yıllığına gelen  yoksul aile çocukları.
         2004’ten itibaren yaşam hızlanmaya başladı  Atakent’te.Yollar çamur içinde, evlerde ısıtma sistemi yok, İzmit ve diğer yerlerle bağlantıyı sağlayan belediye otobüsleri ise yetersiz ve pahalı.Ayrıca çevrenin kapalı yaşam biçiminden kaynaklı olarak,  otobüslerde  kadınlar ya hiç yok, ya da sayıca çok azlar.İzmit’e işe veya gezmeye gidenler, otobüslerde üzerlerine dikilen meraklı, eleştirel, onaylamayan, kınayan bakışların kıskacında yolculuk yapıyorlar. Neredeyse, kendilerine ait olmayan, hak etmedikleri bir alanı  kullanmanın suçluluğu vuruluyor yüzlerine.
      2004’ten bu yana pek bir şey değişmiş sayılmaz bugün de.Sosyal yaşamda en küçük bir gelişme, değişme yok.Atakent’in emekçi ve işçileri gündüz işlerindeyken onların eş ve çocukları da eve kapalı yaşıyor.Mahallede insanların gidebilecekleri, çevre ve arkadaş edinebilecekleri, sorunlarını, sıkıntılarını paylaşabilecekleri sosyal mekanlar yok.Çay bahçeleri, pastaneler, kültür merkezleri, parklar vb. sosyal mekanların olmayışı, eve kapalı yaşamayı dayatıyor kadınlara.Günlük zorunlu ihtiyaçların karşılanması için  açılan küçük bakkallar da çok pahalı.Zaten aradığın pek çok şeyi de oralarda bulmak mümkün değil, bulunabilenler ateş pahası.
    İki yılda bir  seçimle iş başına gelen toplu yapı yönetimi de halkın ihtiyaçlarını değil,kendi çıkarlarını öncelikli görünce Atakent’te yaşamın olumluya evrilmesi adına hiçbir gelişme olamadı.Son yapılan yerel seçimlerde kadın muhtar adayları çıktı.Ancak o güne kadar bir kadın dayanışmasının örülemeyişi ve toplumun, yönetimlere aday olan kadına bakışı, seçimlerin Atakent’te kadınlar lehine sonuçlanamamasına neden oldu.
           Atakent’teki ev kadınlarının yaşadığı yalnızlaşma, eve kapanmalarına neden olan etmenler sadece sosyal paylaşım alanlarının olmayışı değil, yoksulluk ve dar gelirli olmak kadını eve bağımlı hale getiriyor. Burada yaşayan kadınların çoğunun eşleri mevsimlik, geçici işlerde çalışıyor.Bugün iş varsa,yarın yok.Yani evin sürekli ve düzenli bir geliri yok. Üç kuruşla ay başını getirmenin hesabı yapılırken gezmeye, sosyalleşmeye para ayrılamıyor Hep geleceksiz, hep yarınsız yaşamlar.
         Çalışan kadınları bekleyen en önemli sorun ise çocukların bakımı. Ailelerin, çocuklarını gönderebilecekleri  bütçelerine uygun kreşler yok. Atakent’e yerleşimin başlamasıyla birlikte açılan bir kreş ve gündüz bakım evi var.İhtiyaçtan değil, para kazanma  arzusundan açıldığı için yetersiz ve çok pahalı.Ailelerin birbiriyle iletişim geliştirememesi, birbirine güvenememeyi de beraberinde getirdiğinden çocuklara evlerde bakılması da zorlaşıyor.
         Biz Atakentli kadınlar olarak, hem kendimiz gelişmek, hem de Atakent’i geliştirmek istiyoruz.Bizler Sağlık ocağı, kültür merkezi, evlerde ürettiğimiz ürünlerin tanıtım ve pazarlamasını yapabileceğimiz sosyal yaşam alanları oluşturulmasını, çocuklarımız için kreşler açılmasını, günlük ihtiyaçlarımızı İzmit’e gitmek zorunda kalmadan, uygun fiyatlarla karşılayabileceğimiz, kapalı halk pazarları açılmasını  istiyoruz. Ulaşımın daha ucuz olmasını, yakında lise olmadığı için  her gün İzmit’e gitmek zorunda olan çocuklarımıza  ücretsiz ulaşım istiyoruz.  Bunları başarabilmek için bir araya gelmeli, seslerimizi, ellerimizi, yüreklerimizi birleştirmeli, 90 metrekare evlerimizden çıkıp birbirimizle buluşmalıyız.
         Bir toplumda, kadın toplumsal üretime katılmazsa, o toplumun gelişmesi imkansızdır.Biz de Atakentli kadınlar olarak  toplumsal üretime katılmak istiyoruz.
          Biz, ekmek istiyoruz, gül de.
     
                                                                                                Atakentli Kadınlar





    ÖĞRETMEN ÜÇ VARDİYA ÇALIŞIYOR.

       “Günün ilk ışıklarsıyla başlıyor telaş.  Kitabımı çantaya koydum mu? Bak çocukların kompozisyonlarını unutacaktım neredeyse. Kızım,bana ekmek arası bir şeyler hazırlar mısın?, Kahretsin, gene ocağı açık unutuyordum….
      
       Okula geliyorum, akşamdan hazırlayıp liste haline getirdiğim işlere vakit kaybetmeden başlamalıyım.
     Listeye baktığımda, bunların  birçoğunun öğretmenlerin eğitim –öğretimle ilgili görevleri değil de, onlara fazladan yüklenen, hiçbir maddi ve manevi karşılığı olmayan angaryalar olduğunu görüyorum. Çelişiyorum kendimle ve yaptığım işle. Öğrencimin kendini geliştirmesi, geleceğe hazırlanması, dünyayı tanıyıp kendini ona göre konumlandırması; benim de mesleki tat almam gerekmiyor mu yaptığım işten?
        
        Kafamda çelişkiler,koyuluyorum işe. İlk iki saat veli görüşmesi  yapıyorum.Devam- devamsızlık,kılık-kıyafet,saç-baş,okul aile birliğinin talepleri, okul kütüphanesine velilerin sunacağı kitap katkısı…Uzayıp gidiyor gündem maddeleri listesi.Hani eğitim- öğretim?  Öğretmen –öğrenci- veli arasında herhangi bir yakınlaşmaya izin vermeyen bir görüşme listesi…
       
      Veli gittikten sonra bir kez daha bakıyorum önümde yazılı olan gündem maddelerine.Aslında bunların çoğu benim eğitim- öğretimle ilgili görevlerim arasında değil. Neydi benim görevlerim? Niçin görevim olmayan işler,  görevimmiş gibi girdi günlük çalışmalarım arasına? Bu gelgitler arasında yaşanan bir bilinç bulanıklığı. Eyvah, neyi eksik bıraktım? Müdür gene kızarsa bana? Kızmaya hakkı var mı ki, zaten gereksiz bir sürü iş yaptım. Yok, yok bir daha kontrol edeyim listemi. Bir açığım olmasın!”
       
        Kendimizi,  görevimiz olmayan işlerle  ilgili sorgulamaya başladığımızda zaten sistemin birer robotu haline gelmiş olmuyor muyuz?  İşte yabancılaştık gitti kendimize, işimize. Söz, yetki, karar yönetimin; çaresizliklerimiz, geleceksizliğimiz, karanlığımız bizim. Birbirimizden koparak, güvensizleşerek,işimize, öğrencimize yabancılaşarak , yalnızlaşarak yaşamak…
       
      Kendisiyle ilgili  böylesine umutsuz ve olumsuz duygular yaşayan bir öğretmen,  öğrenme – öğretme sürecine nasıl dahil olacak, çelişkilerini atmadığı sürece bu mümkün mü?  Öğretme- öğrenme sürecinin etkili olabilmesi için öğretmen ile öğrenci  arasında çok özel bir ilişkinin kurulması gerekir. Başka bir deyişle öğretmen ve öğrenci arasında özel bir bağ kurulmalıdır.Öğrencinin duygusal, bilişsel gelişimi , dünyaya bakış açısının değişmesi, okuyan, araştıran sorgulayan bir birey olarak yetişmesi önce öğretmenin kendini bu özelliklerle donatmasına ve öğrencinin karşısına  güçlü bir kimlikle çıkmasına bağlı değil midir? Sabahtan akşama kadar yaşadığı koşuşturmada, ne yaptığını bilmeyen, işine yabancı, yönetimin yarış atı haline gelen öğretmenin  gerçek anlamda verimli olması düşünülebilir mi?
       
         Okulların çoğunda rehber öğretmen yok.bu işleri de sınıf öğretmenleri yapıyor. Komisyon ve kurullardan doğan görevleri dışında, koçluk sistemi, el ele projesi,belirli gün ve haftalarla ilgili okul ve ilçe düzeyinde hazırlanan programlar, okul ve ilçede düzenlenen yarışmalar, okul aile birliklerinden yüklenen görevler, yardımcı personel yetersizliğinden kaynaklanan düzen ve temizlik işleri….Liste uzayıp gidiyor. Gerçek görevi eğitim- öğretim olması gereken öğretmen akşama kadar bir taraftan derslere girip görevini yerine getirmeye çalışırken ,bir yandan da bu angaryalarla uğraşıyor.Akşam olup da evine yorgun argın döndüğünde onu bekleyen ne çok iş var daha geride.

       Evinin günlük işini yapacak, ailesiyle, çocuğuyla ilgilenecek,karnını doyuracak, gazetesini kitabını okuyacak….Ayrıca,  sırada, ertesi günün hazırlıkları var.Günlük planlar, etkinlik örneklerinin hazırlanması, grupların oluşturulması, öğrenci tanıma fişlerinin incelenip değerlendirilmesi, yazılı sorularının hazırlanması, yazılıların okunması…

      Dinlenmeye bile vakit yok bu çalışma temposu içinde.Kamuda yeniden yapılandırma adı altında dayatılan,  çalışma yaşamının esnekleştirilmesi, kuralsızlaştırılması, daha çok işi daha az kişiyle kotarma mantığı öğretmenleri asli görevlerinden uzaklaştırıp verimsizleştiriyor.Onlara, dinlenmeye, okumaya, kendilerini geliştirmeye zaman bırakmıyor.Kendini yenileyemeyen öğretmen kendine ve işine yabancılaşıyor.Yaptıkları ile yapmak istedikleri arasında bocalıyor, sıkışıyor, bunalıyor.Geleceğe umutla bakamayan, yaptığı işten zevk almayan, gelmeyecek emekliliğin hayalleriyle edilgenleşen bir yapıya bürünüyor.Sohbetleri dar, hayalleri  sınırlı , içinde bulunduğu durumu tanımlayamayan, kendini önemli ve değerli hissedemeyen,her gün biraz daha yalnızlaşan, örgütlü olmaya da yanaşmayan, yaşadığı sorunların çözümünü nerede, nasıl bulacağını bile araştırmayan bir kabullenmişlik….

     “Veli görüşmemi yaptım,yazılı sonuçlarını sınıfa duyurdum, Ayşe’yi kütüphane için görevlendirdim,bilgi yarışması için öğrenci seçtim,Ahmet’in devamsızlığı için velisini aradım, proje değerlendirme sonuçlarını idareye verdim, Lise son sınıftaki  sorumlu olduğum, bana zimmetli öğrencilerin haftalık testlerini ve denemelerini ayarladım, kızımın  sabah hazırladığı ekmek arasıyla karnımı doyururken üniversiteye hazırlanan öğrencilerin yapamadıkları  sorularını çözdüm .. ..
       
    Ah, Oya’yla konuşacaktım! Nasıl unuttum. Hiç başını kaldırmadı derste. Oysa her zaman derse hazır gelirdi. Bugün vardı mutlaka bir sorunu. Nasıl da unuttum? 
     
      Bunları düşünürken dalmışım. Rüyamda Oya’nın sesini duyuyorum. Bana sesleniyor. ‘Kurtar beni öğretmenim, çok acıyor öğretmenim.’  Bağırmak istiyorum,  sesim çıkmıyor, ayağa kalkmaya çalışıyorum, kalkamıyorum.Ayaklarım toprağa yapışmış, koparamıyorum.Tere batmış bir şekilde uyanıyorum.Sabah olmuş, hemen hazırlanmam lazım, yoksa okula geç kalacağım.
     
       Günlüğüme şöyle yazıyorum:”Biz öğretmenler günde  üç vardiya çalışıyoruz. Sabahtan akşama kadar okuldayız; evde,  ertesi günün hazırlığını yaparız; gece de rüyamızda gündüz bitiremediğimiz işleri görürüz.”
       
        
                                                 13 Kasım 2011- EVRENSEL gazetesi