23 Mart 2016 Çarşamba

EVDE YOKUM BEN

                           
                               

                                   EVDE YOKUM BEN
                                                                      Münire Çalışkan Tuğ


  “Kelebek güzelliğinde yaşamalı insan, onun kanatlarında okşamalı baharın taze renklerini. Bir gün de olsa tadına varabilmek için aşkın, feda edilebilmeli ömrün geri kalanı.”

    Günlüğü karıştırırken onunla tanıştığım gün yazdığım bu satırları okuyup gülümsüyorum. “Hayal bunlar.” diyorum, “Ayakları yere basmayan ergen cümleleri. “Yaşadın işte aşkı, uçtu gitti aşkın kelebeği, kolaysa feda et şimdi ömrün geri kalanını.”
    Yıllardır tüm sevinçlerimi, üzüntülerimi yazdığım, bir sürahi gibi içimi boşalttığım günlüğümden yeni bir sayfa açıp yazmaya başlıyorum.

  “ Aşka açılan tüm kapılarımı sımsıkı kapatıyorum bugün, perdeleri çekip, kapıya kilit üstüne kilit vuruyorum. Zili de mi iptal etsem? Neredeyse içime gün ışığının sızmasına engel olacağım. Kendimi oksijensiz bırakıp içimdeki eski beni öldüreceğim.

    Kimse için üzülmek yok bundan sonra. Kendimi unutup başkaları için çözümler üretmek, kimsenin dertlerini dinlemek istemiyorum. Şimdiye kadar yürüdüğüm yolları, geçtiğim caddeleri, saptığım ara sokakları; gittiğim tiyatroları, sinemaları, sergileri bir bir silmek istiyorum belleğimden. Kendimi sıfırlamak istiyorum. Belki de eski beni öldürmek, ondan hiçbir iz bırakmamak, arınmış olarak yeniden doğmak, küllerimden yeni bir ben yaratmak
.
    Yeniden doğmak istiyor muyum gerçekten?  Peki, bunu yapabilseydim nasıl doğar, nasıl büyür, hayata nasıl hazırlardım kendimi? Kimlerle dost olur, nelerle uğraşırdım, hangi filmleri izler, hangi kitapları okurdum? Telefon rehberime kimlerin adını kaydederdim, evimin kapıları hangi mekânlara açılırdı, adresimi kimlere verirdim? Keyifli bir akşam sofrasına ilk davet edeceklerim, ya da hiç çağırmayacaklarım kimler olurdu? Kadehimi kimlerle birlikte kaldırırdım yaşanası günler için?

  Bugünden itibaren, bana bir şey katmayan, bugüne kadar  sırtımda yük gibi taşıdığım, dertlerini dinlediğim ama beni hiç dinlemeyen, zor günümde yanımda olamayan insanların ayak izlerini siliyorum yürüdüğüm yollardan, sahte gülüşlerini, içtenliksiz merhabalarını siliyorum.

    Eski sevgililerimi bir bir idam ediyorum evimin içine kurduğum darağacında. Sonra karşılarına geçip ışığı sönmüş ve kocaman açılmış gözlerinde kendimi görüyor, ürperiyorum. Korkumu yenmek için kahkaha ile gülüyorum. Kulaklarım uğulduyor, derinden gelen sesler duyuyorum. Evin çatlaklarından sızan sesler, duvarlardan içeri giren sesler. Açılıp kapanan ama ne söylediği anlaşılmayan ağızlardan çıkan sesler…

    Yarın yeni bir gün olmalı benim için.  Kendim için yaşayıp, ışıltılı sabahlara uyanmalıyım bundan sonra. Yaşamımda değişmeyen tek şey bu deftere yazmaya devam etmek olmalı. Kalemim ve defterim, sizlerle beraber yürümeye devam edeceğim.”

   Masadan kalkıp kütüphaneyi gözden geçiriyorum. Bazı kitaplarla da ayıracağım yollarımı. Geri dönüşüme gitmeli kimileri. Mutlu bir yaşamın kuralları konusunda ahkâm kesen, ama anlattıkları, yaşamla örtüşmeyen tüm kitapları tek tek ayıklıyorum. Depodan getirdiğim kolinin içine atıyorum onları raflardan çıkarıp.

   Sıra mutfakta, bir kermesten yardım olsun diye aldığım tencere, Ahmet’in, doğum günümde aldığı fincan takımları, çekmecelerde yıllardır duran ama hiç kullanmadığım birkaç kepçe, tuzlukların bir kısmı, şimdiye kadar atmaya kıyamadığım teflon tava…  Önce mutfak masasının üzerine yığıyorum hepsini. Sonra büyükçe bir çöp poşeti çıkarıp içine doldurup poşeti kapıya koyuyorum. Arkadaşlarımın bende kaldıklarında unuttukları kazaklarını, rujlarını, pijamalarını da tıkıyorum içine.
   Ev darmadağınık. Atacaklarım bitince sıra onu toplamaya gelecek. Buna geçmeden önce bir kahve yapıyorum kendime, salona geçip müzik setinden Vivaldi’nin dört mevsimlerini açıyorum. Dinlerken, “Beşinci bir mevsim olmalı.” diyorum. “Diğer dört mevsimden bunalanların sığınacağı, yeni bir yaşama başlayacakları.”

 Sonra düşünmeye başlıyorum beşinci mevsim üzerine. “Nasıl olmalı beşinci mevsim?  Bilinen hangi mevsimlerin arasında yer almalı, havası, suyu, rüzgârı nasıl olmalı? Günleri mi, geceleri mi daha uzun olmalı beşinci mevsimin?  Neler sunmalı insana?”

  Bunları düşünürken, hep mevsimlerin bildiğim özelliklerinden hareket ettiğimin ayırdına varıyorum. Ürküyorum, yeni bir yön vermeye çalıştığım hayatımın da şimdiye kadar yaşadıklarıma benzer olmasından korkuyorum.

  “ En iyisi kendimi müziğe bırakmak.” deyip gözlerimi kapatıyorum oturduğum koltukta. Müziğin ritminden “Sonbahar.” diye geçiriyorum içimden.  Mutluluk, huzur ve dinginlik içinde salınıyorum doğanın kucağında. İşte kışa geçti. İçim dalgalanıyor, karanlığa doğru çekiliyorum. Önce ürperiyor sonra üşüyorum. Baharı bekliyorum umutla.  Baharın tazeliğini yeşilini, düşen yağmur tanelerini tenimde duyumsamak istiyorum.

    Bahar alıp götürüyor beni. Ayaklarım yerden kesiliyor. Yerçekimini hissetmiyorum. Tüy gibi hafifim. Bulutların üzerine hızla çıkıp sonra yavaş yavaş iniyorum. Tekrar tekrar dinliyorum. Bitmesini istemiyorum. Sonra vazgeçiyorum beşinci mevsim isteğimden. “ Bahar iki mevsim uzunluğunda olmalı.” diyorum.

    Bilincimi silip süpürüyor müziğin tınıları, bedensel, zihinsel ve ruhsal olarak arındığımı hissediyorum. Sıfırdan başlamayı planladığım yaşamımda ilk yol arkadaşımı seçiyorum. Müzik.

     Kahrolsun, kapı mı çalıyor. Zili iptal etmedim mi ben? Çalsın, açmıyorum. Çalıyor mu, yoksa bana mı öyle geliyor? Nefessiz durup dinliyorum. Ses yok. Odaya gelip kendimi müziğe bırakmak istediğim de tekrar zili duyar gibi oluyorum. Kimseyi beklemiyorum ki ben.  Gidip açacağım ve evde olmadığımı söyleyeceğim.

    Hışımla açıyorum kapıyı. Kimse yok. Bu sefer ben çalıyorum zili. Sonra da  “Evde yokum ben!” deyip kapıyı kapatıyor, zili iptal ediyorum. Odamın içinde Mevsimler’in dinginlik veren tınısı. Tekrar günlüğün başına dönüyorum.
               “ Hayat, hatırla beni, sana döndüm.”