28 Mart 2017 Salı

MASALINDAN GÖÇEN KUŞ



        Masalından Göçen Kuş | Münire Çalışkan Tuğ


Hanife Altun, Notabene yayınlarından çıkan ilk kitabı Masalından Göçen Kuş’ta alışılmışın dışında bir otobiyografiyle açıyor bize dünyasını. Öyküleştirilmiş biyografi hayli özgün ve ilgi çekici. “Çok seviyor, tekerleği olup motoru olmayan şeyleri. Tersini pek değil, Çok seviyor, ağacı, toprağı, yolun yokuşunu, mevsimin kışını. (Kafiye olsun diye demiyor.) Çok seviyor insanları. (İlle de başkaldıranları!) Tersine üzülüyor…” Süregelen cümlelerle bizi öykü dünyasına girmeye hazırlıyor. Sonrasında obur bir merakla çeviriyorsunuz sayfaları.
Üç ayrı bölüme ayrılmış olan öykülerin bölüm başı yazıları da ayrıca dikkate değer. Öyküler üç bölüme ayrılmışsa da bölümler ince bir kurguyla birbirine bağlanmış, birbiriyle ilintili kılınmış.
Çocukluk travmalarımız, korkularımız, ölüm acıları; öfkeli kocalar, kocalarını aldatan kadınlar, öç alma duygusu biriktiren çocuklar, deliren kadınlar, adamlar ve dahası… Kitap boyu bize eşlik edecek izlekler.
Kitabın ilk öyküsü Salçalı Ekmek’te elinde bir dilim salçalı ekmek, zamansız düşen çocuğa ve onunla eş zamanlı olarak üşüyen ve gitmekte direten bir kadına sesleniyor, Hanife Altun’un, sesini emanet ettiği anlatıcı:
“Çocuk. Salçalı ekmek yiyor çocuk… Düştüm diye ağlanmaz çocuk. Kalk. Düşmek: Öğrenmek. Bize daha yara gerek. Çocuk. Elinde ekmek. Ekmeğin üstünde salça, salçanın üstünde karınca…” Bu sesleniş şefkatli bir anne eli olup okşuyor, dünyanın dört bir yanında çocukluğunu yaşayamadan düşenlerin yaralarını. Kadına seslenişindeki duyguysa, çocuğa seslenişteki duyguyla tezat oluşturan bir tonda işitiliyor. “Gece. Işığı söndürülmüş zaman. Ne gecenin hayrı, ne gündüzün şerri; yeğdir bize. Şimdi otur. Akrep de, yelkovan da hayatın üstünde. Hayatı kim sakladı bir kalbin içine? Kim mahkûm etti onu düzenli bir ritme? Sekte=ölüm. Vakit, kalmak şimdi, daha karlar yağacak. Bir sağanakla yetinmek mi? Saçma!”
Dede’de, içimize işleyen kokular ve onlarla gelen anılar sarıp sarmalıyor bizi. “Bazı anıların kayıtları kokuyla mıhlanmıştır zihnimize. Bir koku duyarsın ve şarkının da dediği gibi, gelir anılardan bir davet, çocukluğun canlanır,” cümlelerinin ardına takılıp bir yanınız öyküde, diğer yanınız, geçmişten burnunuza gelen kokuların sarmalında, hangi zamanda olduğunuzu anlayamadan yol alıyorsunuz satırlar arasında. Yazı silikleşiyor, çocukluk günlerinizin kokuları sayfalar arasından buram buram yükselirken, siz dedenizin şapkasını ya da bastonunu kapıp kaçıyorsunuz yeni bir dede- torun oyununun neşesi içinde.
Acılar erken büyütür çocukları. Bir oyunda koşarken ayağına takılan taşla düştüğünde, kanayan dizinin acısına ağlamak varken, annesinin yaralarını görüyor çocuklar. Unutuyor dizinin acısını, parmağını bastırıyor annesinin kanayan yarasına. Çünkü, “Anneler ağlayınca güvendiği dallar elinde kalıyor çocukların.” (Babamın Evi)
Kimi zaman, düşlerimize kaçıp ardımızda telaşlı arayışlar bırakarak kayboluruz. Gizlendiğimiz yerde,  “ Nasıl kıymete bindim. Niye daha önce düşünmedim? Alıp başını giden her zaman böyle kıymetli midir? Kaçan hep kovalanır mı?” diye sorup yine kendi yanıtlarımızı bulmaya çalışırken gözlerimizin önünden elma ve horoz şekeri yüklü, camdan bir el arabası geçer, dilimiz birkaç tur atar ağzımızın içinde, çepeçevre dudaklarımızı yalarız. Alabildiğine sessiz oluruz o kaçıp saklandığımız yerde, ele geçmemek, büyünün bozulmaması, gerçeğe dönmemek için. “Kayıp” öyküsünün satırları arasında gezinirken bir de bakmışız biz de saklanıvermişiz çocukluğumuzun oyunlarından birine. Hişt, kimse duymasın dolabın içinde olduğumuzu.
Anımsamak istemediğimiz, ama yakamızı bir türlü bırakmayan anılar çalar sık sık kapımızı. Peşimizi bıraksınlar, aklımızın yakasından ellerini çeksinler isteriz, ama öyle olmaz çoğu zaman. “Her yanım ses, her yanım kulak… Anılar sevimsiz ve soğuk. Nüvel Baba başlıklı öykü, böyle soğuk bir anının ardına takıp sürüklüyor bizi. Elimiz ayağımız buz kesse de sürüyoruz izi. Yolumuz yetiştirme yurtlarına,  koruyucu annelere, çocuk gelinlere, ensestin açtığı yaralara uzanıyor. Ellerimizi nefesimizle ısıtmaya çalışsak da yürek üşümeniz geçmiyor bir türlü.
Nüvel Baba’nın ardından, çocukluk travmalarının delirttiği, parçaladığı insanların yaşamı çıkıyor karşımıza Aklımda Uyuyan Kadınlar’da. Yaralı bir çocukluk, hasta bir geleceğe gebedir, demekten kendimizi alamıyor ve Beni Almaya Gelecekler’i okumaya başlıyoruz. Kendisini ve annesini çok döven babadan kurtulmaya çalışırken anne acısı yaşayan çocukla bekliyoruz camın önünde, onu ve bizi almaya gelecek olanları. Bir yandan da gözümüz, kulağımız,  Meryem’in teninde Nurcan’ın ömürlük yasını tutan Hasan’da. “Nurcan Saçlarını Kısacık Kestirmiş Anne”
Yalnız yaşayan bir öğretmenin çocukluğu ile ilgili anne yaraları çıkıyor sonra karşınıza Saçları Annem Gibi Mi Kokar başlıklı öyküyle. Anlatıcıyla kulak kesilip dinliyoruz, üst katta oğlu ile yaşayan kadının evinden gelen sesleri.
Aşağı Tükürsem Bıyık, Yukarı Tükürsem Sakal adlı öykü, aklı kendine yük edinmekten caymış bir insanın gözünden aklın “değerini” aktarıyor okuyucuya. “Kaç saat oldu bilmiyorum. Toplam çuval sayısının kaç olduğunu bilmediğim gibi. Ne yaptığımı ve neden yaptığımı biliyorum. Bundan eminim. Orada bir sıkıntı yok. Hangilerinin çuvala girmesi, hangilerinin denize atılması gerektiğine, neye göre mi karar veriyorum? Keyfime göre. Keyfim tartışmaya açık değildir.” Bu öyküde sakal ve bıyığın yer değiştirme gerekçesini anlamak için biraz dikkat etmek, hatta belki de bu küçük oyunu açık eden ipucunu keşfetmek için ikinci bir okuma yapmak bile gerekebilir.
Yap-boz hayatlar, mutfak tezgâhının üzerine sıraladığı rengârenk reçel kavanozları ile mutluluğun resmini yapan kadınlar, Taksici Recep’in karısı Cemile, Mutluluğun Resmi başlıklı öyküyle yaşamlarına ortak olmamızı bekliyor bizden.
Kitaptaki en ilginç öykülerden biri de “Annem Evde mi?” başlıklı öykü. Öykü neredeyse baştan sona soru cümleleriyle ilerliyor. Başlığı da bir soru cümlesi zaten. “Oğlanın gözleri var mı? Ya babanın izleri? Onlar göğsümde, baldırımda mı? Hala mosmor mu? Ben kadın. İçimde ne var? Babamdan arta kalan şeyler mi? Neler?” gibi sorular bizi öyküdeki olayın derinliklerine, karanlıklarına çekiyor. Bu anlatım biçimiyle, iç dünyada yapılan psikolojik bir kazı çıkıyor ortaya. Adeta bir saklambaç oyununda sobeleniyor baba.
Kitaba adını veren “Masalından Göçen Kuş”ta sorular ve yanıtlar birlikte ilerliyor. Sonra susmanın dili giriyor devreye. Dünyada su götürmez acıların olduğunu, cevaplar çalındığında, dünyanın kör bir kuyuda uyuyan mavi bir küreden başka bir anlamının olmadığını, bir çöp kibritin aklı yakıp her şeyi yok ettiğini anlatıyor bize yazar, imgenin gücünü kullanarak. Ayrıca, anlatımdaki duyular arası aktarmalar da imgenin gücünü artırıyor: “Bütün gözler kördü, görmek kulaklara kaldı. Kulaklar gördü, su uyudu, dil sustu.”  Bu imgesel anlatım Sarhoş Kavak’ta da devam ediyor: “Bak sen yine şu kavağın sarhoş raksına. Sebepsiz, rüzgârsız, şuursuz bir sallanma hali dallarında, sarhoş değil de ya ne bu kavaklar?” diye sorduktan sonra, “Geceden kalmışlıklarına bir sabah arama telaşıyla uyanmış gibiler.” biçiminde pekiştiriyor imgeyi.
Masalından Göçen Kuş, bazı içerikler ve ayrıntılarla örneklediğim bu öykülerden oluşmuyor sadece. Daha pek çok öykü sizi bekliyor okumanız için. Kitabın son öyküsünden hareketle diyorum ki, “Bakın parmaklarınıza, belki suç ortağınızdır onlar da.  Kimi zaman işaret edip ötekileştirerek, kimi zaman da ses çıkarmayarak. “Elin Vebali Parmağın Boynuna“dır belki de.
Münire Çalışkan Tuğ – edebiyathaber.net (28 Mart 2017)


14 Mart 2017 Salı

İSTANBUL KIRMIZISI


                         İSTANBUL KIRMIZISI –Ferzan Özpetek

        Güneşin doğumu ve batımı, denizden gelip geçen vapurlar, gemiler, denizin üstünde uçuşan martılar; ara sokaklarda yaşama savaşı veren, kimi de bu savaşı kaybeden, bir çarpışma ile, çöplerden topladığı kağıtlar havada uçuşurken çöp toplama aracının dibine düşen  yoksullar…
 
   Ülkesinde yaşanan acıları ve içindeki çığlığı, karmaşayı romana, heykele, filme dönüştürerek susturmaya, kendini sağaltmaya çalışan sanatçılar… Karısına aşık olan adam, bunu açık açık dile getirdiğinde ne onu ne de karısını dövmeden, bıçaklamadan, öldürmeden sorunu çözümleyebilen kocalar,  dinlediği bir anının büyüsüne kapılıp boğazın sularına kendini bırakarak karşıya geçmenin büyüsünü tatmak isteye insanlar…

     Köylerinden göçmek zorunda olan insanların sıkıntıları, onlara yardım elini uzatan duyarlı kişiler, yıllardır Galatasaray lisesi önünde oturma eylemleri yaparak kayıp çocuklarını arayan anneler ve daha nice yönleriyle yaşayan, nefes alan, insanın gözüne, kulağına, ruhuna dolan İstanbul.

    Ferzan Özpetek’in İstanbul Kırmızısı filminden söz ediyorum. Kocaeli’nde uzun süredir nitelikli bir film izleyememiş olmanın yoksunluğuna iyi geldi İstanbul Kırmızısı. Kan yoktu, kin yoktu, vıcık vıcık aşklar, anlamsız göz süzmeler, dakikalarca süren polis kovalamaları yoktu. Televizyonların düğmelerine her uzandığımızda,  kapımızı her araladığımızda, yollarda yürürken, otobüslere tıkış tıkış bindiğimizde bizi daraltan, bunaltan her şeyden uzak, sımsıkı sarıverdi beni İstanbul Kırmızısı.

  Gitmeden önce birçok yorum okudum, çoğu olumsuzdu. Hepsine kulak tıkayarak gittim izlemeye, daha önce de öyle olmuştu, çok eleştirilen filmleri sevmiştim. Yine öyle oldu.
  İmgesel çalışılan sanat filmlerini sevenlere ve görsel bir şölen izlemek isteyenlere öneririm. Kitabını da çok beğenmiş, hatta arkadaşımdan alıp okuduğum kitaba el koymuştum. Size bir sır vereyim mi? İzleyenlerin “belirsiz bırakılmış” demelerine rağmen ben Denizi’in nerede olduğunu biliyorum. Benim için belirsiz değil son.
  
                                                    

    

1 Mart 2017 Çarşamba

KADIN, ADAM, ÇOCUK


                                          KADIN, ADAM, ÇOCUK              
                                                                                   Münire Çalışkan Tuğ

        Alaca karanlıktı gece. Bir çığlık düştü gecenin koynuna. Kadın kaptı çığlığı, bastırdı memesine.  Sustu çığlık.
     Adam camı açtı, kollarını uzatıp kucakladı karanlığı. Yüreğinden yıldızlar uçurdu göğe. 
    Toprağın kucağında bekleyen tohum kıpırdadı, yokladı yatağını.  Bir ağaç, kılcal köklerini uzattı yanından akan ırmağın kıyısına. Dal dal büyüdü umut, çiçeğe durdu ağaç.
      
                      Işığa kesti gece.
                            
                           ***
   Alaca karanlıktı gece.   Umuda kesmişti ayaz. Yıldızlar telaşlı; ay, bulutların ardında kıpır kıpır. Sabahı bekliyordu tüm canlılar,  gün ışığında yıkanmak için.
   Bir çığlığa gebeydi gece. Toprak,  sarmak için çığlığı, tohum çatlamak için can suyunu bekliyordu.  Ağaç,  köklerini uzatıyordu yeniden, yanından akan ırmağın kıyısına.  Umut, yeşereceği baharını özlüyordu.
  Bir kadın, bir adam, bir çocuk pencereden boşalttılar içlerindeki yangını geceye.  Büyüdükçe harlandı, harlandıkça büyüdü yangın.  
   
                   Ayazı kesildi gecenin, ay gülümsedi bulutların ardından.

                                 ***
    Sabahtı, ışıl ışıldı güneş. Sabah çiğini emiyordu toprak. Ağaçların dallarındaki yavru kuşlar, ilk uçuşa hazırlanıyordu, ürkek çırpınışlarla.
  Bir uğultu ilerliyordu sokaklardan alanlara. Kara gözlü, kara kaşlı bir çocuk, ok gibi fırladı evinden, karıştı uğultuya. Gözlerinin karasını yıkadı güneşte. Ağacın dibine oturup kuş cıvıltılarını katık edecekti ekmeğine, gaz bulutuyla gelmeseydi onu yere çalan kin.
    Önce kaldırıma düştü küçük bedeni, ardından toprağa.  Zifiri karanlık yuttu sabahı.  Bir düş, bir kâbusu doğurdu.  Toprak bağrına basarken küçük bedeni, kaşlarından havalanan kuşlar güneşe uçtu kanat kanada.
   Oğlunu kucaklar gibi toprağı kucakladı kadın, kadının gözyaşlarını emdi topraktaki beden. Büyüdükçe büyüdü kadının göğsündeki sancı.
   Adam, ağıtlar süzdü acılarından. Gökyüzünde bir yıldızın kendisine göz kırptığını gördü, ırmak kenarındaki ağacın yapraklarındaki yeşili, yeşil yapraklar arasında çiçeklenen dalları, dallarda uçuşan kuşları izledi yüreğindeki sancıyı bastırmaya çalışarak.
    
                     Işığını yitirdi gün.

                              ***
    Adamla kadın, önlerine açtıkları deftere yıldız güncesi tutuyorlar şimdi, gökyüzüne bakarak. Tarihin belleğine not düşüyorlar damıttıkları acılarından, kimsenin ekmeğine kan bulaşmasın diye.  
     
                Tarihin sayfaları aydınlansın diye ışığını gönderiyor Güneş.


Güncel Sanat
Ocak-Şubat 2017