29 Eylül 2018 Cumartesi

EDEBİYATLA TRAJEDİNİN ACILARLA ÖRÜLMÜŞ YOLCULUĞU



                       Edebiyatla Trajedinin Acılarla Örülmüş Yolculuğu

                                                                                    MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ


      Edebiyat ve trajedi.  Trajik olanın edebiyatta yer alması ve edebiyatın trajik olandan beslenmesi bin yıllardır devam ediyor, edecek de. Yazılı metin olarak modern tiyatro Eski Yunan’da trajedilerle başlar. Klasik trajedi için, Eski Yunan insanının, bir yandan kahramanlık çağından kalma değerler, diğer yandan varlığını iyiden iyiye hissettiren şehir devletinin yeni değerleri arasında bocalamasının ürünüdür, demek olasıdır. Toplumdaki değişen değerleri ve bu değişimin bireylerde yarattığı etkiyi izleyen Sophokles, Aiskhylos, Euripides, Asistophanes gibi, dönemin büyük trajedi yazarları, bireyin yaşadığı bocalamayı, geçmişin görkemli kahramanlıkları ile içinde bulunulan dönemin koşulları arasında sıkışıp kalmanın neden olduğu çatışmayı ve bu çatışmadan doğan trajik sonuçları anlatmışlardır eserlerinde. Günümüzde klasik trajediler yazılmıyor artık, ama ilk yazılanlar da aradan geçen onca zamana rağmen oynanmaya, seyirciden ilgi görmeye devam ediyor.
    
Klasik trajedilerde amaç, seyirciyi korkutarak kötülüklerden, olumsuzluklardan arındırmaktır. Sergilenen oyunu izleyen seyirci, oyundaki üst düzey kahramanın- tanrı, yarı tanrı, kral, kraliçe vb.- başından geçenleri izleyince korku ve dehşete kapılır. Bir devletin yöneticisi, bir kral, bilerek - isteyerek işlemediği, neredeyse kaderinin sonucu olan bir suçtan bu denli ağır cezalara çarptırılırsa oyunu izleyen seyircinin hiç kurtuluşu olmayacaktır. O halde erdemli olmalı, duygularına yenik düşmemeli ve akılcılıktan ayrılmamalıdır. Oyunu izlerken kahramanın yaşadığı acıyı tüm hücrelerinde duyumsaması bir derstir seyirci için. Sahnede gösterilmeyen ama sahne arkasında gerçekleştirilen ölüm, öldürme, iğne ile gözünü oyma gibi durumlarda kahramanın yaşadığı acıdan yansıyan sesler dayanılacak gibi değildir. Bu seslerin dinletildiği seyirci de yoğun bir arınma duygusu yaşayacak ve kendini kötülüklerden uzak tutmak için canla başla mücadele edecektir.

    Trajik Öge Çatışmadan Doğar
   Klasik trajedilerin özelliklerini ve amacını irdelediğimizde bireyin bağımsız hareket edebilmesini önleyen bir yanının olduğunu görmek olasıdır. Trajediler izletilip korkutulan, dehşete düşürülen,  sürekli kendini sorgulaması ve arınması beklenen bireye, oyun aracılığı ile, doğrunun ne olduğu dikte edilir. Bireyin kendi doğruları, yargıları ve yaşam felsefesi yok sayılır. Ondan, toplumun yüce çıkarları için kendini yok etmesi, yaşamını ve çabasını toplumuna adaması beklenir.  Dolayısıyla yol haritası egemen anlayış, üst akıl tarafından, devletin ve milletin çıkarları için dizayn edilen seyirciden duygularını, hayallerini, bireysel taleplerini, ruhunun istek ve arzularını bastırması beklenir. Bastırılan bu talepler nereye kadar kontrol altında tutulabilecektir, tutmalı mıdır? Böyle baktığımızda klasik trajedilerin mesajını seyircinin özgürlüğüne bir saldırı olarak görmemiz mümkündür. Bu da yeni bir trajik ögenin, bir çatışmanın doğmasına yol açacaktır.

  Hayatta ve edebiyat eserlerinde trajik öge, çatışmadan doğar. Bu çatışma; bireyin kendisiyle, çevresiyle, toplumla, sistemle ya da tam tersine çevrenin, toplumun ve sistemin birey ile uyumsuzluğundan kaynaklanır. Çatışma unsuru kabul noktasını aştığı anda trajik öge yavaş yavaş belirmeye, sonraki aşamalara hazırlanmaya başlar. Çatışma noktasına gelen bireyin, toplumun, sistemin endişesi artar. Kendini tehlikede gören, var olan durumundan daha kötü duruma geçeceğini anlayan birey ya da onu yöneten sistem kendini koruma, elindekileri yitirme telaşına düşer ve savaşı başlatır. Kazanır ya da kaybeder.  Bu çatışma sonrasında iki taraftan biri trajik durumu yaşayacak, diğeri kısmen de olsa kazanacaktır. Toplumun sanatçıları tarafından dikkatle izlenen bu çatışma yorumlanır, yeniden kurgulanır, eklememeler ve çıkarmalarla yeniden üretilir ve edebiyat ya da başka bir sanat eseri olarak ölümsüzleşir, edebiyat ve trajedi birbirini besleyerek yoluna devam eder.

    Yazarın İç Dünyasındaki Çatışmasından Doğan Trajik Öge: İntihar
  Sadece anlatı konusu olmakla kalmıyor edebiyat ve trajedi ilişkisi, yazarların yaşamlarına son verme biçimiyle de karşımıza çıkıyor. Bir yazar için yazmanın,  kendisi ve toplumuyla bir hesaplaşma biçimi olduğunu düşündüğümüzde bu hesaplaşmadan doğan çatışmanın aşılamadığı noktalarda başka bir trajik durumun da ortaya çıktığını görüyoruz: İntihar.
   Bilinç akışı tekniğini ustaca kullanarak edebiyata sunduğu özgün katkıların yanı sıra eleştirmen kimliğiyle de tanınan üretken ve yenilikçi yazar Virgina Woolf,  II. Dünya Savaşı’nın yarattığı kaygı, yılgınlık, üretkenlik yoksunluğu gibi nedenlerle ruhsal bunalıma girer. Kendisiyle olan bu çatışmasını aşamamış olmalı ki 28 Mart 1941’de ceplerini taşlarla doldurarak Ouse nehrine atlayıp intihar eder. Eşine bıraktığı intihar mektubunda, içindeki çatışmanın nasıl da trajik bir ögeye dönüştüğünü görmemiz mümkün. “Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç günleri yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum.” 

 Günümüzde kitapları elden ele dolaşan, okuyanın mutlak bir başkasına önerdiği Stefan Zweig, hümanist yanı ve savaş karşıtı düşünceleriyle II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da adından çokça söz ettirmiş bir yazardır. Yahudi kimliği ve düşünceleri nedeniyle 1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren Nazi rejiminin hedefi haline gelmiş, başka bir ülkeye yerleşse de II. Dünya Savaşı’nın yarattığı umutsuzluk ortamından etkilenerek, karısı Lotte ile birlikte intihar ederek hayatına son vermiştir. İçindeki çatışma onu intihara sürüklemiş, ünlü yazar o trajik sonu yaşamıştır.

Tüm zamanların en çok okunan romancısı kabul edilen Jack London’un Martin Eden adlı eseri belki de dünya edebiyatının en bilinen potkal (yardım isteme mesajı, duyuru) örneğidir. Bu otobiyografik eserinde intiharını adım adım ören yazar, günlük yaşamında bir alkol bağımlısıdır ve istediği zaman içkiyi bırakabileceğini düşünür. Hatta bu konuda iddialara girmekten de geri durmaz. Fakat sonradan bırakmak istediğinde başaramadığını görür, dehşete düşer. Kendisiyle yaşadığı bu çatışmayı aşamaması kendi trajik sonunu hazırlar. İntihar.

  11 Şubat 1963'te, evlerinin ikinci katındaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odanın kapısını kapatır, içeri gaz sızmayacak biçimde kapıyı bantlar. Alt kata iner, gazı açar, kafasını fırının içine sokarak intihar eder. Sırça Fanus adlı yarı otobiyografik eserinin satır aralarında onu intihara götüren trajik ögeleri bulmak mümkündür. Bu yönüyle Sırça Fanus da Martin Eden gibi yaşanacakları önceden haber veren bir potkal niteliği taşır.
Amerikalı şair ve yazar Sylvia Plath Otel odasında kendini asarak öldüren Sergei Yesenin’in, intiharından bir gün önce bileklerini kesip kendi kanıyla Mayakovsky’ye yazdığı veda mektubundan trajik bir iç çatışmayla bu eylemi gerçekleştirdiğini görmemiz mümkün.
“Hoşça kal dostum, hoşça kal. Aşkım, kalbimdesin. Ayrılmamız da bir kader. Çok geçmeden bir araya gelecek olmamız da. Hoşça kal: el sıkışmaya gücüm yok. Üzülmek, kaş çatmak yok. Şu anda ölmek yeni bir şey değil. Çünkü yaşamak da yeni değil.”

  Bizim edebiyatımızın en trajik intiharlarından biri 1852-1887 yılları arasında yaşayan Beşir Fuat’ın intiharıdır. Sinir hastası olan annesinin kaderini paylaşmak istemeyen Beşir Fuat, bileklerini keserek intihar etmekle kalmamış, ölümü sırasında hissetiklerini yazmıştır.
Daha pek çok yazar kendisiyle ve çevresiyle yaşadığı çatışmaları aşamadığı, bir çıkış yolu bulamadığı için trajik bir biçimde yaşamlarına son vermişlerdir. Merak edenler için birkaçını yazalım:
Sergei Yesenin gibi, cesedinin yanında bulunan şiirde sevdiklerine seslenen Viladimir Mayakovski,  II. Dünya Savaşı sırasında Nazi karşıtı mücadeleye katılıp esir düşen Auschwitz Toplama Kampı’nda yaşadığı tutsaklık günlerinin ve orada gördüklerinin etkisinden kurtulamayan, en son, Tanrı inancını da kaybettikten sonra  68 yaşında evinin merdiven boşluğuna kendini bırakarak intihar eden Primo Levi, yaşamı boyunca depresyondan kurtulamayan Ernest HeminwayYaşamın Ucuna Yolculuk adlı romanında  “Bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. İnemiyorum. Yaşayamıyorum. Ölemiyorum.” diyen  Tezer Özlü,  30 yaşında intihar eden Silvia Plath’ın yolundan giderek 29 yaşında intihar eden  Nilgün Marmara,  22 yaşındayken, Kadıköy Ümit Oteli’ndeki odasından atlayarak yaşamına son veren Kaan İnce, Ağır Roman’ın yazarı Metin Kaçan, Kör Baykuş adlı kitabın yazarı  Sadık Hidayet

   Klasikleşmiş Bazı Eserlerden Trajik Sahneler
Dünya edebiyatının büyük ustaları insanlığın yaşadığı büyük acıları, trajedileri eserleri aracılığı ile bize ulaştırmışlardır. O eserleri okurken, edebi gerçeklikle gündelik gerçekliğin hep yan yana yürüdüğünü, gündelik gerçekliğin edebi gerçekliğe zemin hazırladığını görüyoruz. 
  
John Steinbeck, Gazap Üzümleri’nde 1929 Ekonomik Bunalımı sonucu genç-yaşlı, kadın- erkek, binlerce emekçinin verimli topraklara doğru çıktıkları göçü ve o yolculukta yaşandıkları acıları anlatır. Romanda, çocuğu ölü doğan kadının açlıktan ölmek üzere olan bir adamı emzirme sahnesi acının, açlığın günlük gerçeklikten edebi gerçekliğe yansımasının bir sonucu değil de nedir?




  ÇharlesDickens’ın İki Şehrin Hikâyesi adlı romanının bir bölümünde trajik öğe, kitabı okuyan herkesin kanını donduracak biçimde gözler önüne serilir.  Zafer sarhoşluğu içindeki ihtilalciler, bir yandan içki içerken bir yandan da daha düne kadar yan yana mücadele ettikleri arkadaşlarının başlarını giyotinle koparıp hala kanları damlayan bu başları saçlarından tutup havaya kaldırır ve kahkaha atarlar. Fransız İhtilali’ni araştırdığımızda gerçeğin, romanda anlatılandan daha trajik olduğunu görürüz.





    Anatole Farance, Fransız İhtilali’ni konu aldığı romanları Tanrılar Susamışlardı ve İhtilalin Çocukları’nda klasik trajedilere taş çıkartacak ağırlıkta ve dayanılmaz sahneler çizer okur için. Eğer hafızam beni hangi eser olduğu konusunda yanıltmıyorsa, İhtilalin Çocukları adlı eserin bir sahnesini sizinle paylaşmak isterim.


Sistemin güçlüleri tarafından tutuklanmış, karanlık bir yere üst üste tıkılmış kişilerden biri olan roman kahramanı, bir gün işkenceye çekilecekse buna müsaade etmeden kendi canına kendisi kıyacaktır. Bunun için de yanında küçük bir siyanür şişesi taşır. Yanındakiler birer ikişer işkenceye götürülürken sıranın kendisine yaklaştığını anlayınca koynunda sakladığı siyanür şişesini çıkarır, ancak o kargaşada şişeyi elinden düşürür. Roman kahramanı kendisini öldürecek zehri ararken ben bir okur olarak kahramanla özdeşleştiğimi, onu öldürecek şişeyi bulmasını istediğimi fark ettim ve ürperdim. Romanı okuyalı otuz yılı aşkın bir süre olmasına rağmen bu trajik sahneyi anımsadığımda hep içim titrer.

   İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan romanlarda da edebiyat ve trajedinin yan yana, birbirini besleyerek, yürüdüğünü görürüz. Aslan Asker Şvayk, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok,  Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Herkes Tek Başına Ölür ve daha pek çok yapıt,  insanlık tarihinin bu en kanlı trajedisini bizlere ulaştırmaya ve bilincimizi taze tutmaya devam ediyor. Bu eserler arasında, en az bilindiğini düşündüğüm Herkes Tek Başına Ölür,  Hans Fallada tarafından,  1940-1942 yılları arasında Alman polisinin sürdürdüğü yasa dısı çalışmaların dosyalarından yapılan araştırmalardan yararlanarak yazılmıştır. Hans Fallada, İnsanların yaşadığı acılara ışık tutarak, benzer acıların daha sonraki dönemlerde yaşanmaması için belki de bizi savaşın yarattığı trajedilere karşı uyarmak istemişti romanıyla. 
   Oğulları Otto’yu savaşta kaybeden karı-koca Quangel çifti, zor koşullar altında, canlarından olma pahasına, halkı savaşın sonuçlarına karşı uyarmak amaçlı olarak gece sabaha kadar yazdıkları mektupları sabahları gizlice değişik yerlere bırakıp halka ulaşmasını sağlamaya çalışırken korkunç sonun kendilerini bir gün bulacağını bilseler de inandıkları uğruna her şeyi göze alıyorlar. Bir roman olduğunu bildiğim halde kitabı okurken,  Quangel çiftinin bıraktıkları mektupların bulunduğu yerler polis şefinin odasındaki haritada işaretlendikçe “Yakalanacaklar!” diye duyduğum korku ve endişe eminim ki Antik Yunan’da trajedi izleyen seyirciden daha az değildi.

   Dünya Acılı Olduğu İçin Yazılır
 Günümüz Türkiye’sinde pek çok yazar, üstünde yaşadığı topraklarda yaşanan acıları, satır satır anlatıyor eserlerinde.  Onlar; gördükleri, yaşadıkları ve izledikleri acılara kayıtsız kalamıyor, kalmıyor; belki de yaşananların tanığı olmayı, bu tanıklığı gelecek kuşaklara edebiyat aracılığı ile ulaştırmayı, insanın acılarına dil olmayı bir görev sayıp trajik olayları eserlerinin konusu yapıyorlar. Son dönemlerde okuduğum bazı yazarların eserlerini anmak isterim burada. Mine Söğüt’ün bütün roman ve öyküleri, Mehmet Fırat Pürselim’in Hayat Apartımanı, Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri, Akılsız Sokrates,  Polat Özlüoğlu’nun  Günlerden Kırmızı ve Hevesi Kirpiğinde adlı öykü kitapları, Gamze Arslan’ın Çerçialan’ı, Eylem Ata Güleç’in Boşlukta Büyüyen’i, Belma Fırat’ın Kuyuda’sı, Melike Uzun’un Kürar’ı…
    Bu yapıtlardan bazılarını okurken tıkandım, nefessiz kaldım, direncim yetmedi bir okur olarak olay kahramanının yaşadığı büyük acıları kaldırmaya. Kimi metinlerin yazarını arayıp okuru bu kadar soluksuz bırakmaya hakkı olmadığını söyledim. “Siz de biliyorsunuz, herkesin gözü önünde gerçekleşti bu anlattıklarım, üstelik ben onları yumuşattım, defalarca üzerinden geçtim.” dedi. Haklıydı, pek çoğu film gibi izletilmişti bize televizyon ekranlarından ya da nenelerimiz gizli gizli ağlamaya devam etmişlerdi, masal süsü vererek torunlarına anlattıkları acılarıyla.
   “Her sanatçı çağının tanığıdır.” sözünden hareket ettiğimizde, Anna Karanina’nın, Madam Bovari’nin, Suç ve Ceza’nın, Savaş ve Barış’ın; İnce Memed’in, Kuyucaklı Yusuf’un ve daha pek çok eserin sadece birer roman olduğunu, anlatılanların, yazarlarının hayal gücünün sınırsızlığı içinde kurgulandığını, gerçek yaşamda karşılıklarının olmadığını kim iddia edebilir?  Okudukça hem o kahramanların trajedilerini, hem kendi trajedimizi bulmaz mıyız satır aralarında? Bazılarını defalarca okuyuşumuzu neyle açıklarız, ya da okurken gözyaşları içinde kalışımızı?

     Bir dönem, seyirciyi arındırıp olumsuzluklardan uzaklaştırmak amacıyla yazılan trajediler dönemin gerçekliğinden hareketle bir amaç için kurgulanmış ve sergilenmişti.  Aradan geçen onca zamana rağmen arınmadığımızı, olumsuzlukların artarak devam ettiğini görüyoruz. Toplumların tüm kurumlarının ve bireylerinin sorumluluğudur yaşamdaki trajedileri azaltmak ve insanın mutluluğuna giden yolları arayıp bulmak. Bu bağlamda yazarlar da -belki de insanlığın acılarını azaltmak amacıyla- gördükleri, yaşadıkları, acısını içlerinde duydukları olayları konu alan romanlar, öyküler, tiyatrolar yazıyor. Böylece trajedinin edebiyatla, edebiyatın trajedi ile olan yolculuğu devam ediyor.

Son söz Tezer Özlü’nün: “…Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. 

Ocak- Şubat- Mart 2018 (12. sayı)







24 Eylül 2018 Pazartesi

POLAT ÖZLÜOĞLU İLE SÖYLEŞİ


POLAT ÖZLÜOĞLU “Ben içimde biriktirdiğim çocukları öykülerle azat ediyorum”



Söyleşi: MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ



  Öykülerinde Cumartesi Anneleri’nden Kahramanmaraş olaylarına, Gezi direnişinden bombalanan, boşaltılan köylerde yaşanan acılara, ensest mağduru çocuklardan sermaye yapılan çocuklara, Somadaki maden kazasından eşcinsel bireylerin yaşadığı travmalara, ölümlere, 10 Ekim Ankara patlamasından yaşadığı topraklardan savaş nedeniyle göç edip kendine daha güvenli yaşam alanları bulmaya çalışırken dedesi yaşındaki bir adamın bilmem kaçıncı karısı olarak gözünü açan, hatta açamayan çocuklara kadar geniş bir yelpaze izleyen ve ille de yolu çocukluğa çıkan öykülerin yazarı Polat Özlüoğlu ile söyleştik. Onun öykülerinde işlenen konularla birlikte özgün bir dil de öne çıkıyor. Kurulan imgeler eşyanın ruhunun kurguya eklenmesini sağlıyor, bu da öykülerde yeni katmanlar, anlam derinlikleri oluşturuyor.
Biz sizi Kasım 2015’te yayımlanan GÜNLERDEN KIRMIZI ile tanıdık.  Tam söyleşiye başlayacaktık ki ayağının tozuyla ikinci kitabınız HEVESİ KİRPİĞİNDE çıkageldi, hoş geldi. SonGemi okurları için kendinizi biraz tanıtır mısınız? Kimdir Polat Özlüoğlu?
İzmir’ de ikamet eden, seyahat etmeyi, kitap okumayı ve yazmayı çok seven biriyim kısaca. Gazetecilik mezunuyum. Ama mesleğimi hiç icra edemedim. Farklı iş kollarında çalıştım.  Lakin bir şekilde yazmak ve okumak hep hayatımda yer aldı. Aslında öyküye âşık ve yazmadan duramayanlardanım.
Bildiğim kadarıyla bankacısınız. Sayılar, rakamlar, faiz hesapları… Bunlardan kaçıp edebiyata mı sığındınız? Sait Faik Abasıyanık “Yazmasam deli olacaktım.” der bir yazısında, yazmanın insan üzerindeki sağaltıcı etkisini buluruz bu sözde.  Siz neden yazıyorsunuz?
Neden yazıyorum, diye ara ara düşündüğüm oluyor. Bir insan neden öykü yazar, hele öyküler bu kadar acıyı, şiddeti, kaybı, yokluğu, kurbanları, faili meçhulleri, isyanı dillendirmeye çalışıyorsa? İşte bu yüzden yazıyorum. Ben bu coğrafyada yaşayan bizleri yazıyorum. Bizim dertlerimizi, bizim acılarımızı, bizim kayıplarımızı yazıyorum. Bir nevi gönül borcumu ödemeye çalışıyorum ismini bildiğimiz ya da bilmediğimiz insanlara, kahramanlara, kayıplara, ölülere. ‘Vefa’ bir semt adı değil benim için.
GÜNLERDEN KIRMIZI’yı okurken yer yer soluksuz kalmıştım, yüreğim kanamıştı. Ardından Hevesi Kirpiğinde geldi. Adıyla rahatladım önce, bu sefer umut bekledim, ama yine acılar örülmüştü öykülerde.  Hemen hemen her öyküden sonra kendimi sokaklara atmak, rahatlamak istedim. Hangi Kevser’i ( HEVESİ KİRPİĞİNDE) okuduğumda kapılar kâbusum oldu. Toplumunun acılarına ayna tutup onu bilince çıkarmak bir mücadele biçimi mi sizin için? Sanat acılardan mı besleniyor, bu konuları seçmenizin nedenlerini bizimle paylaşır mısınız?
Keşke mutlu öyküler, umutla biten hikâyeler anlatabilsem sizlere. Keşke dudaklarınızda bir tebessüm bırakabilsem ama olmuyor. Kalemimden deftere akan mürekkep hep kırmızıya çalıyor, hep acıya boyuyor, hep kedere duruyor kelimeler bu ara. Beş yıldan fazla bir süredir düzenli olarak yazıyorum ama bu öykülerin neredeyse tamamı hüzün ve ölüme adanmıştır. Toplum olarak içinden geçtiğimiz bu karanlık zamanlarda, maruz kaldığımız acı, haksızlık ve yoksunluk, gözlerimizin önünde cereyan eden bu ölümler, hepimizin içine çöreklenen bu korku öykülerde dile geliyor. Özellikle bir konu seçip de yazmaya oturmuyorum defterimin başına, kendiliğinden oluşan bir şey. Kafamda günlerce dönüp dolaştırıp kurgulamıyorum hiçbir öyküyü. Oturunca yazan birisiyim, bir şekilde yazıyorum kalemi elime alınca. Ama düşününce evet, sanat ve edebiyat bana göre çektiğimiz acılardan, yaşadığımız zorluklardan, içine düştüğümüz açmazlardan, içimizde büyüyen umut kırıntılarından besleniyor. Bir öykücü olarak gördüğüm, duyduğum, şahit olduğum, hissettiğim kederi, ıssızlığı, ıstırabı, yokluğu, toplum olarak yaşadığımız travmayı öykülüyorum.  Unutmayalım istiyorum. Unutulmasın bunca yaşanan acı, dünya ağrısı denen şeyi bazılarımız değil hepimiz bilelim istiyorum.

GÜNLERDEN KIRMIZI, kitapta yer alan öykülerden birinin adı değil. Bana Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı eserini anımsattı. Yine her iki kitapta da gördüğüm,  masalsı anlatım (GÜNLERDEN KIRMIZI- Varla Yok), masalın içine yerleştirilen gerçeklik
 ( HEVESİ KİRPİĞNDE– Bin Başlı Canavar), olayların bir tül perdenin ardından puslu görünümü, zaman kullanımları (yüz yıllar önce gittiği bir cumanın tozlu ertesi, Kaç yüz yıl oldu ipeksi bir halının üstünde ayak parmaklarım kaybolmayalı? vb.) ile büyülü gerçekçiliğe yaklaşıyor öyküler. Sizin için “kırmızı” neyin sembolü, büyülü gerçekçi öyküler diyebilir miyiz öykülerinize?
Kırmızı bu toprakların simgesi benim için. Tarihin her döneminde kırmızıya çalan bir coğrafyanın çocukları olarak büyüdük. Her çağda kızıla boyandı bu dağlar, ovalar, denizler. Büyülü gerçekçi okumaktan ve yazmaktan keyif alıyorum. Gerçekleri masallaştırmayı seviyorum. Bir nevi çocuklara değil de büyüklere hitap eden masallar bunlar.  Ama hepsi yaşanmış olaylara dayanıyor, hepsi gerçek. Benim, senin ya da başkalarının yaşamamış olması hiç yaşamayacağımız anlamına gelmez ya da hissedemeyeceğimiz anlamına gelmez.
GÜNLERDEN KIRMIZI’da temel izlek çocukluktu. Bu izlek, HEVESİ KİRPİĞİNDE’de  sürüyor. Büyüklerin dünyasında tutunmaya çalışan, tutunamayan, düşen, yaralanan, kanayan, erken büyüyen çocuklarla yürüyoruz öyküler boyunca.  Neden çocuklar ve çocukluk?
Bu memlekette çocuk olmak hep zordu, hala da öyle. İlk ölen hep çocuklar oluyor, sizin de söylediğiniz gibi ilk düşen, ilk kanayan, ilk yaralanan hep onlar. Çocukluk izleği benim üzerine çokça kafa yorduğum, araştırdığım ve düşündüğüm bir izlek. Hepimiz çocuk olduk, bazılarımız mutlu çocuklardık, bazılarımız mutsuz, bazılarımız gülen, bazılarımız kederle bakan çocuklardık, bazılarımız yokluk içinde büyüdük, bazılarımız hiç büyüyemeden gömüldük. Yani sonuçta yetişkin hayatımıza yön veren en önemli şey çocukluğumuz oldu her zaman. Nasıl bir çocuktuk, nasıl bir hayat kurduk? İçimizdeki çocukları öldürdük mü yoksa onlar da bizimle birlikte büyüdü mü? Ben içimde biriktirdiğim çocukları öykülerle azat ediyorum, sayfalarda, defterlerde bazen de kitaplarımda o çocukları yaşatıyorum. Çocuk olmak güzel şey diyebilmeliyiz.
“Küskün kitap, içi şişmiş defter, hem kel hem fodul kalem, gözleri bağlı duvarlar, komada uyuklayan bilinçsiz sokaklar, mırıl mırıl mırıldanan odalar” gibi kişileştirmelerle, nesnelerin de olay kahramanı gibi anlatıldığını görüyoruz. Bazı öykülerde bu anlatımı çok daha ileri düzeyde kullanıyorsunuz. Denizkızı başlıklı öyküde( GÜNLERDEN KIRMIZI) kalem çok canlı bir olay kişisi benim için. Sözcüklere nesnenin ruhunun yüklenmesi bir öyküyü hangi açılardan besler?
Ben eşyaların da bir belleği, bir ruhu olduğuna inananlardanım. Öyle olmasa zaten yazamazdım. Her nesnenin, bir kalem, bir tarak, bir kapı, kim bilir bir bardağın bir tarihi var ve insanlık tarihi kadar eski onlarınki de kendi yaşam döngülerinde. Düşünsenize bir evde ortalama kaç aile yaşar, yüz yıllık ya da elli yıllık eski bir evde kaç çocuk koşmuş, kaç yemek pişmiş, kaç ölüm kaç cenaze yaşanmıştır? O duvarlar, kapılar, pencereler kaç kavuşmaya şahitlik etmiş, kaç ayrılığa tanık olmuşlardır? Bir aynaya kaç kişi bakmıştır ve o ayna kaç yüzü biriktirmiştir, saklamış, sırlamıştır içinde? Düşündükçe, aklıma geldikçe yazasım, dillendiresim geliyor. Düşsel bir anlatım olarak bakılabilir bir nesnenin ruhundan ya da belleğinden beslenen öykülere; ama benim öykülerime gerçeklik katıyor konuşan, kederlenen, içlenen, uyuklayan eşyalar.  Üzerlerinde nasıl bir yük var düşünsenize.
 Kurgu ve anlatım olarak sert öyküler yazıyorsunuz. Okurken bulunduğumuz yere mıhlanıp kalıyoruz. Hareket etsek yakalanacağımızdan, öldürüleceğimizden, ya da üstümüze bombaların yağacağından korkuyoruz. Her gün erkenden, meydana gelip güvercin yemi satarak yaşamını sürdürmeye çalışan Cemal Usta’nın ve kafasına isabet eden bir kurşunla ölen Yusuf’un anlatıldığı Kırmızı Ayakkabı başlıklı öyküde gözleri az gören Cemal Usta “Görmeye değer ne kalmıştı ki zaten bu kocamış dünyada.” diyor. Kendimizi Cemal Usta’nın yerine koyup sorduğumuzda görmeye değer bir şey kalmadı mı dünyada? Nasıl başa çıkarız kötülüklerle? Umut öykülerine de ihtiyacımız yok mu?
Görmeye değer çok şey var. Benim hala umudum var. Kaybetmedim, kaybetmeyelim de. Ama yazarken öyle bir yükün altındayız ki, onca insan ölüyor, onca bomba patlıyor ve her şey salt rakamlarla anlatılıyor, her ölen bir sayıdan ibaret, kırk kişi, yüz kişi, üç kişi ölmüş diye haber geçiyor medyada. Rakamlar ne kadar yüksekse o kadar haber değeri yüksek oluyor. Oysa o haberdeki her rakam bir insan, daha dün, daha bir saat önce kanlı canlı bir insandı, oysa şimdi bir sayıdan ibaret. Ben öykülerimde o rakamların sen ben gibi insanlar olduğunu hatırlatmaya, anlatmaya çalışıyorum. Unutmayalım istiyorum. Tarihin tozlu sayfalarında kaybolmasınlar. Umudum var. Umutlu olmasam zaten yazamazdım, yaşayamazdım hatta.
 Ya aşk, bu kadar acının içinde aşk nerede duruyor yaşamımızda. Her gün en az bir kadın,  bir sevdiği tarafından öldürülüyor. Öldüresiye seviyoruz yani(!) HEVESİ KİRPİĞNDE kitabınızdaki “Ah Sen” başlıklı öykünün sonunda anlatıcı “Aşktan katil olmak da neymiş bu zamanda!” diyor. Bu zamanlar, aşka inancın yitirildiği, yaşamın zorluklarının aşka galebe çaldığı zamanlar mı? Mutlu aşkı anlatan öyküler var mı masanızda?
Aşk her zaman var. Aşkı anlattığım öyküler de var ama mutlu aşkı yazmak inanın çok zor. Mutsuz, yıkan, yakan, acıtan aşkı anlatmak, kaleme almak beni daha çok cezbediyor, daha çok çekiyor. Ayrıca ne yalan söyleyeyim daha kolayıma geliyor. Aşktan ölmek de öldürmek de olmasın isterdim ama maalesef gazetelerin artık sadece üçüncü sayfalarında değil her sayfasında sözde aşk cinayetleri var. Ve mağdur olan hep kadınlar. Bir kadının töre, namus, kıskançlık ve aşk yüzünden şiddete maruz kaldığı, öldürüldüğü, dövüldüğü, yakıldığı, kırıldığı bir dünya istemiyorum. Aklım dimağım almıyor böyle bir aşkı. Zaten ona aşk da demiyorum. Zavallılık bence. Eril dil, eril öykülerden kaçınıyorum her zaman. Kahramanları kadın olan öykülerim daha çoktur bu yüzden. Ayrıca aşk olmasa bu dünyada neden yaşıyoruz ki?
Öykülerde kahramanların çoğu dünyaya tutunamayıp erkenden ölüyor. Vuruluyor, intihar ediyor, bıçaklanarak öldürülüyor vb. Bazı öyküleri ölü kahramanlar anlatıyor, hiç ölmemiş gibi, aramızda yaşıyor gibi, sokağa çıksak karşılaşacakmışız gibi. Dolayısıyla da ölüm başka bir boyuta evrilme sanki. Öykü kurgusu içinde ölümüne engel olamadığınız kahramanlarınızı böylece ölümden kurtarır gibisiniz. Ne dersiniz?
Hepimiz ölüyoruz, en çok da çocuklar. Ölümün bin türlüsünü görüyoruz bu çağda, erken ölüm, zamansız ölüm, pisi pisine ölüm, açlıktan ölüm, sırasız ölüm bu zamanların, bu toprakların değişmez bir yazgısı olmuştur her zaman; ama buna kader deyip kestirip atamaz, üzerini örtemeyiz. Ölü kahramanların anlattığı öyküleri yazmak onların yarım kalan hikâyelerini bir nevi tamamlamak gibi geliyor bana. Onlara gönül borcumu ödüyorum böylece. Hayatı ıskalamadıklarını, unutulmayacaklarını, hikâyelerinin devam ettiğini, hatırlanacaklarını, sayfalarda yaşayacaklarını, ölümü yendiklerini düşünüyorum böylece.
Öykü kişilerinizin iç dünyalarına çok iyi girebildiğinizi gördüm her iki kitabınızda da. Farklı kesimlerden insanları sanki kendinizi anlatır gibi en ince ayrıntısına inerek anlatıp onların duygu ve düşüncelerini çok iyi geçirebiliyorsunuz okura. Bunu nasıl yapıyorsunuz? Öykü kahramanlarınızla nasıl bir ilişkiniz var?
Bana okuyucularımdan en sık yöneltilen soru ‘’Nerelisiniz?’’ Dersimli misiniz? Maraşlı mı? Güneydoğulu mu? Ankaralı mı? Hayır, İzmirliyim diyorum. İzmir’de doğdum büyüdüm. Bir Dersim hikâyesi, doğuda geçen bir öykü, bir mülteciyi anlatmak için illa oralı olmak gerekmiyor. Ben bir öyküyü yazarken o kahramanın yerine, yanına, yöresine, kıyısına, köşesine kendimi koyuyorum. O çocukla birlikte divanın altına saklanıp bekliyorum Maraş’taki bir evin odasında ya da Ankara’da garın önünde paramparça dağılan o gencecik kızın elini tutuyorum.  Öykü yazarken yazının, kelimelerin, kahramanın inisiyatifinde o kurgunun içine tamamen kendimi bırakıyorum. Sokak sokak, oda oda, hücre hücre, kapı kapı dolanıp duruyorum öykünün içinde. Çoğu zaman acı veriyor ‘’Sen Yoktun’’ öyküsünde olduğu gibi. Ölüm orucuna karnındaki bebeği ile yatan işkence mağduru bir kadın mahkûmu yazmak ve yanındaki yatağa uzanıp onu hayal etmek, onu düşünmek cidden çok zor ve acı verici bir deneyimdi yazarken. Ama bunlar yaşanmış hikâyeler, hepsi gerçek, bir sürü kadın var tanıdığımız, tanımadığımız bunları yaşayan. Hele artık iki yüzüncü günü aşan Nuriye ve Semih’ e milyonlarca göz böyle kayıtsız kalırken…
Söyleşilerde genellikle yazara “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusu yöneltilir. Ben de bir öykünün kurgusundan yazımına kadar olan süreci bizimle paylaşır mısınız, diye sormaya hazırlandığım anda HEVESİ KİRPİĞNDE’de yer alan “Boş Sayfa” başlıklı öykünüz bu sorumu boşa düşürdü. Kurgulama ve öyküye dönüşme çok iyi işlenmiş o öyküde. Yine de öykünün süreçleri ile ilgili söylemek istedikleriniz var mı? Öykü akla nasıl düşer, nasıl gelişir ve yazılır?
O öykü tam da öykü heveslisi olan, öykü yazmayı deneyen okurlara bir selam niteliğindeydi. Öykünün akla düşmesi bir isim, bir eşya, bir ses, bir resim ya da bir kelime ile olabilir. Her yazarın bir çalışma tarzı var. Ben kafamda bir kurgu oluşturmadan, uzun uzun ne yazacağım diye düşünmeden, bir anahtar kelime, nesne ya da karakterle yola çıkıyorum ve defterimin başına oturup yazıyorum. Yazmaya başladığımda zaten öykü akmaya başlıyor. Kahraman, olay örgüsü, kurgu yazarken ilerliyor. Ve bir öyküyü bitirmeden de o defterin başından kalkmıyorum. Asıl iş ise öykü bittikten sonra başlıyor benim yazın sürecimde. Öykü yazıldıktan sonra günler, geceler boyu o öyküyle, kahramanlarla, mekânla, zamanla hemhal olup, onlarla yatıp kalkıyorum. Bütün iş öyküyü yazdıktan sonra başlıyor yani, düzeltmeler ve işçilik.
   Son yıllarda öykü yazarlığı büyük bir ivme kazandı sanki. Çok sayıda öykü kitabı yayımlanıyor her yıl. Bu bir tehlike aynı zamanda öykü için. Nitelik sorunu çıkabilir ortaya. Siz öykü yazma hevesi olanlara ve okurlara neler önerirsiniz?
Yazmak bir disiplin işidir. Bunu kazanmadan ben yazıyorum diyemezsiniz. Dememelisiniz bence. Çünkü yazdıkça öğreniyoruz, yazdıkça gelişiyoruz ve ilerliyoruz. Ama sadece yazarak da iş bitmiyor. Okumak gerekiyor. Sular seller gibi okumak. Durmadan, yorulmadan iştahla okumak. Nitelikli okumalar yapmak. Sizi geliştirecek, yazın sürecinize katkı sağlayacak kitapları okumak. Okurlara naçizane tavsiyem ise kıyıda köşede kalmış yazarlara, kitaplara, küçük yayınevlerine de bir şans versinler. İnanın çok güzel kitaplar, çok güzel öyküler var.
   Biz hep yazarlara sorular soruyoruz. Son iki sayıdır yazarlardan da okurlara soru sormalarını istiyoruz. Siz de okurlarınıza bir soru sorsanız bu soru ne olurdu?

En son ne zaman bir öykü okuyup da kendinizi öyküdeki o karakterin yerine koydunuz?
          Bize zaman ayırdığınız ve öykü dünyanızı bizimle paylaştığınız için size teşekkür ederiz.     Kitaplarınızın yolu açık, okuru bol olsun.
 Ben size çok teşekkür ederim, bu güzel sorular ve söyleşi için.
                               
                                                               EKİM 2017   (35.SAYI)




3 Eylül 2018 Pazartesi

HANDAN GÖKÇEK'LE SÖYLEŞİ


Handan Gökçek; “Bazen susmak için yazılır, bazen haykırmak, bazen kendine dokunmak bazen de elinin eremeyeceği yerlere uzanmak için…”



Söyleşi: Münire Çalışkan Tuğ

Bu ayki söyleşi konuğumuz Handan Gökçek. Yazma serüvenini, “Okuru rahatsız etmek için yazıyorum, soru sormak için yazıyorum, susmak için yazıyorum. Bazen kaçmak için bazen de sığınmak için yazıyorum.  Yazmak hayatla ölüm arasındaki fısıldama, bir kordon bağı, eşsiz bir titreşim. Öyle bir ritim ki hiç durmuyor.” cümleleri ile anlatan Handan Gökçek’e edebiyatımıza kattığı değer ve sorularımıza verdiği içten yanıtlar için teşekkür ederiz.
Son Gemi okurları sizi yakından tanıyor, dergimizde yayımlanan “Boş Sayfa” adlı öykünüz Antoloji-2’de de yer aldı. Eminim romanlarınızı ve öykülerinizi okuyanlar da az değildir. Yine de okurlarımızın sizi daha yakından tanıması için kendinizden söz eder misiniz? Kimdir Handan Gökçek?
Aslında en zor bahsettiğim şey “kendim” oldum her zaman. İzmir doğumluyum ama kendimi bütün şehirlere, köylere, yeryüzündeki her toprak parçasına ait hissediyorum. İlkokul yıllarından beri kitap hayatımda hep oldu. Süreyya Evren’in dediği gibi “Öyle güzel bir şey ki okumak, yazmamak mümkün değil”. İlk başlarda ben de birçok insan gibi şiir yazıyordum. Bir gün sevgili Dinçer Sezgin’e yazdığım şiirleri okuttum. Bana şunu söyledi “Sen şiir değil, öykü yazıyorsun. Öyküyü dene.” Bu cümle benim hayatımda çok şeyin değişmesine sebep oldu aslında. Önce öyküye, oradan romana, tiyatro oyununa, çocuk edebiyatına, senaryoya… Sanırım yazı ile alakalı her tür benim için gidilmesi gereken bir ada ve yaşanması gereken bir macera…
Yazmak bir parça zorunluluk benim için, bazen durup sorarım kendime “Neden yazıyorum?” bunun “Çünkü…” diye başlayan birçok cevabı var aslında. Okuru rahatsız etmek için yazıyorum, soru sormak için yazıyorum, susmak için yazıyorum. Sartre’nin dediği gibi “Kendimle karşılaşmak, kendi öznelliğime dokunmak için yazıyorum çünkü yarattığım nesne elimin eremeyeceği yerde.” Bazen kaçmak için bazen de sığınmak için yazıyorum.  Yazmak hayatla ölüm arasındaki fısıldama, bir kordon bağı, eşsiz bir titreşim. Öyle bir ritim ki hiç durmuyor. Yeni bir metin yazmaya başladığımda hep o son noktayı koyduğumda hissedeceğim eşsiz tatmini düşünüyorum. Sanırım ben biraz da o son noktanın bağımlısıyım. İçimdeki yalnız sokaklarda dolaşmak, hiç tanımadığım başka bir ‘ben’le karşılaşmak, kalemimi farklı bir boyuta taşıyor sanki. Yazmak yalnız kendimi değil, yaşamı, dünyayı, duyguları yeniden keşfetmek benim için. Her metinde bambaşka bir dünyanın içinde buluyorum kendimi. Gördüklerim, duyduklarım, hissettiklerim, bildiklerim hepsi bir araya geliyor ve yeni karakterler yeni dünyalar yaratıyor. Ve ben o dünyanın içinden geçiyorum, geçerken de gördüklerimi yazıyorum.

Eserlerinizi severek, beğenerek okudum. Sizin yazın dünyanızla bugüne kadar tanışmamış olanlar için eserlerinizden biraz söz etmenizi istesem…
Çok teşekkür ederim. Öykü ile başladım yazmaya. “Düş Hırsızı” ve “Sır Dökümü” adlı iki öykü kitabından sonra “Ah Mana Mu” adlı romanım geldi. Geçtiğimiz günlerde “Katre” adlı bir öykü kitabım daha yayımlandı. Öykülerde daha çok bireyin içsel sorunları, toplumdan bireye yansıyan meseleler üzerinde duruyorum. “Ah Mana Mu,” 1924 Nüfus mübadelesi üzerine çalıştığım ve aynı zamanda büyükannemin hikayesi olan bir roman. “Elenika”, “Sır Dökümü” adlı öykü kitabımda üç sayfalık kısa bir metindi. Onu yazdıktan sonra Elenika’nın ruh halinden çıkamadım. Sanırım beş yıl kadar büyüttüm içimde. O aklımdayken “Ah Mana Mu” yayımlandı, bir çocuk kitabı yazdım, bir oyunum sahnelendi, ama Elenika bırakmadı peşimi… Sonunda onu bir roman olarak çalışmaya başladım. 6-7 Eylül olayları dönemi ve bir kantocunun yaşam hikâyesi. “Ve Yokmuş” ise bir görüntünün romanı. Ne zaman lüks bir otelin önünden geçsem kapıda duran, kurşun askerlere benzeyen adam dikkatimi çekerdi. Yanı başında dönen bir kapı, önünde hızla akan bir dünya ve bütün bu hareketin tam ortasında duran bir adam… O adamın hayatına girmek istedim. Kahramanım Bilgin, istediği gibi başlamayan hayatını, istediği kahramanlarla ve hikâyelerle sürdürüyor. 12 Eylül darbesinin iç dünyasında yarattığı yıkım, Bilgin’in yaşamını şekillendiriyor. Mesai saatleri lüks bir otelin döner kapısı önünde geçen Bilgin, gözleri önünden akan dünyayı hayallerinde dönüştürüyor. “Piri Reis” ve Charlie” on iki yaş üstü kurgusal biyografik iki roman. “Minik Yağmur Damlasının Maceraları” ve “Gökyüzü Perileri Yeryüzü Çocukları” yedi yaş üstü iki çocuk kitabı…
               
“Ah Mana Mu” sizin de belirttiğiniz gibi bir mübadele romanı, biraz da aile tarihi deyip daha fazla ayrıntı için sözü tekrar size bıraksam…
Dünyada bugüne kadar karşılaşılmamış bir uygulamayla iki toplum birbirinden ayrılıyor, insanlar nesiller boyu yaşadığı topraklardan koparılıyor, aileler parçalanıyor… Ve adına mübadele denen olgu başlıyor. Bu süreç ve sonuçları hem Yunan devletinden göç eden Türkler için hem de Türkiye’den göç eden Yunanlar için travmatik bir kırılma noktasıdır. Benim hem anne tarafım hem de baba tarafım bu göçü yaşadı ve bu acılı göçün izleri hala sürüyor. Babaannemin hikâyesinden yola çıkarak kaleme aldığım bu romanda, yol, din, anne, mübadele metaforları üzerinden çalıştım. Benim için bu roman beş yıl süren güzel bir yol ve ağır bir yüktü. İki yıl yalnızca araştırma yaptım. 1919 ve 1924 yıllarında Yunanistan ve Türkiye’nin ekonomik siyası yapısı, mimarisi, bitki örtüsü, geçim kaynakları. Sonra Lozan Barış Antlaşması süreci, maddeleri, mübadelenin uygulama şekli üzerine çeşitli sempozyum dosyaları ve araştırma kitapları okudum. Romanı yazma süreci boyunca da mübadelenin Türk ve Yunan edebiyatına nasıl yansıdığına dair kitapları ve o dönemi anlatan her iki ülke yazarlarına ait ürünleri inceledim.
Fransız düşünür Jules Soury’yi (Jul Sori) bir gün yolda görmüşler. Karşılaştıklarına “Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım. Bana masal verin, bana masal verin, masalsız yaşayamıyorum.” diyormuş. Çıldırdığını düşünmüşler onu görenler. Kim bilir belki de kendine yeni bir masal bulduğunda çıldırmaktan kurtulmuştur.
Siz roman ve öykülerinizde insanın içine bıçak gibi işleyen gerçekleri, kendi bakışınızla yeniden kurgulayarak anlattınız.  Masallarını, ninnilerini yitiren, geçmişinden koparılan, onlara yeni yaşamlar dayatılan insanlar kendilerine yeni masallar bulabildiler mi, yoksa hep ayrıksı mı kaldılar? Örneğin mübadiller gittikleri ya da geldikleri yere kök salabildiler mi?
Birinci kuşak mübadiller için belki bu çok zor oldu ama şu an ben üçüncü kuşak bir mübadil olarak yaşadığım toprağa kök salmış hissediyorum. Benim vatanım Türkiye ve ülkemi yaşadığı tüm zorluklara, acılara, haksızlıklara rağmen seviyorum. Bu topraklarda doğan herkes kendini kendi hikâyesinin içinde buluyor çünkü. Bir gün buralardan sökülüp başka topraklara gitmek zorunda kalırsak bu bizim için elbette çok zor, hatta “ölüm gibi” bir şey olacak ama çocuklarım, onların çocukları, onların da çocukları yeni topraklardaki yeni yeni hikâyeler içinde bulacaklardır kendilerini. Dünya dediğimiz yer milyonlarca küçük hikâyenin bir araya geldiği kocaman bir romandan başka nedir ki? Yeni hikayeler hep olacak…
Romanı okuyalı neredeyse üç yıl oldu. Yakın çevremdeki pek çok kişiye, özellikle de mübadillere önerdim, okuttum. Romandaki bir sahne gözümün önünden gitmiyor. Annenin, gemiden inerken çocuklarını kaybetmemek için kendine iple bağladığı bölüm bir fotoğraf karesi gibi çakılı kaldı hafızamda. Siz anlatılarınızda beş duyunun işlevini çok iyi yansıtıyorsunuz. Neden önemlidir anlatıda beş duyu?
Yazar birbirine hem çok benzeyen hem de birbirinden farklı iki gerçeklik içinde yaşar. Yaşamsal gerçeklik her zaman kurgusal gerçekliği besler. Bizler yaşamsal gerçeklik içinde beş duyumuzla algılıyoruz dünyayı ve zihnimiz bütün algıladıklarımızı kaydediyor buna da deneyim, hatıra, anı diyoruz. Dolayısıyla roman kahramanlarımız da kurguladığımız dünyanın kuralları içinde beş duyuları ile “var” olacaklardır. Hikâyeyi gerçek bir zemine oturtmak ve okuru kurguladığınız gerçekliğe ikna etmek için beş duyu kullanımı bence en önemli unsurlardan biridir.

“Sır Dökümü” adlı kitabınızda üç sayfalık bir öykü iken peşinizi bir türlü bırakmayan ve sonradan kendini roman olarak yazdıran “Elenika”. Ülkemizde yaşanan, aslında çok da işlenmeyen, hafızalardan silinmeyen bir tarihsel süreci, 6-7 Eylül olaylarını temel alan ama hep tetikte olduğumuz anların tercümanı Elenika. Söz yine sizde.
“Elenika”, 1955 yılıyla günümüz arasında köprü kurmuş bir yapıt. Yaşadığımız günleri daha iyi anlayabilmek, etnik farklılıklara, çatışmalara daha yansız bakabilmek için bu tür bağlantılara gereksinimimiz var. Unuttuğumuz, belleklerimizin bir köşesine ittiğimiz utanılası zaman dilimlerinin gün yüzüne çıkmasına da…
Bir zamanlar birlikte yaşadığımız insanlar şimdi neredeler?
Hangi milliyetçi (!) vatansever ruhla kovaladık onları, direnip de kalanların hayatlarını nasıl altüst ettik?
Gidenlerin bıraktığı boşluğu nasıl doldurduk ya da dolduramadık?
Yeri geldiğinde övündüğümüz o mozaiğin un ufak edilmiş parçaları nerelerde gömülü?
Bu düşünceler, bu sorular Elenika’yı yazmamdaki en büyük sebeplerden biri. Ayrıca kaybolmaya yüz tutmuş bir müzik türü olan “kanto”nun ve dönemin kantocularının hikâyesi olarak da bakılabilir bu romana.
                               
Üçüncü romanınız “Ve Yokmuş” yine bir tarihsel dönemi anlatıyor. 70’li yıllar, 12 Eylül Askeri Darbesi ve 90’lar. Kitaplarınızda bu tarihsel dönemleri konu olarak seçmenizin özel bir nedeni var mı? Yazar olarak tarihe tanıklık etmek, yaşananları bilince çıkarmak mı istiyorsunuz?
“Ve Yokmuş”ta, günümüzün nevrotik, tedirgin insanını Bilgin karakteri üzerinden anlatmaya çalıştım. Bilgin’in çocukluğu 12 Eylül dönemine rastlar ve yaşamının bir bölümü bir hücrede geçer. Sonrası asosyal bir adamın var olma çabası…
Doğmak tesadüflere bağlıdır, başkalarının koyduğu bir isim altında yaşam sürer. Yazmak kendini kanıtladığı anda önce haritadaki sınırlar silinir, sonra diller ve en son dinler. Geriye kalana bakılır; “insan” O insanın gözlerinden görülür dünya, aşk, savaş, barış, ayrılık ve insani olan her duygu… Bazen susmak için yazılır, bazen haykırmak, bazen kendine dokunmak bazen de elinin eremeyeceği yerlere uzanmak… Arka sokaklar keşfedilir, içsel sokaklar. Yük ve yoldur yazmak…. Çoğu zaman bir metnin sonuna koyulan o son noktanın hazzıdır. Dolayısıyla bir mesaj vermek için yazmıyorum, her şeyden önce kendim için yazıyorum, kendimle konuşuyorum…
Yazar olarak elbette bir parça tarihe tanıklık etmek ve gelecek kuşaklara yaşananları aktarmak ve bir kişinin dahi olsa bakış açısına bir katkıda bulunmak da güzel bir duygu benim için…
Kızıl Darı Tarlaları’nın yazarı Mo Yan “Bir yazar kendi toplumundaki haksızlıkları, çirkinlikleri ve karanlık yanları, insan doğasının kötülüklerini eleştirmelidir.” der. Siz de böyle bir amaçla mı yazıyorsunuz?
Yaşadığımız ülkenin topraklarına, yaşadığımız dünyanın geçmişine dönüp bakmak önemli bir tavır. Benim için belki tam olarak eleştirmek değil de hatırlatmak diyebiliriz. Santayana’nın dediği gibi “Geçmişini unutanlar, onu bir daha yaşamak zorunda kalabilirler.”
               
Öykülerinize gelince, “Katre”de ağırlıklı olarak kadın öykülerine yer veriyorsunuz. Sevgisizlik, yalnızlaşma, aile içi ve dışı fiziksel ve ruhsal şiddet, baskı, çocukluk travmaları, öteki olma durumu gibi, kadınların çok yakından tanık oldukları, yaşadıkları sorunlar. Nasıl dönütler aldınız bu kitabınızla ilgili. Sevdi mi kadınlar Katre’yi?
Henüz çok yeni olmasına rağmen güzel dönütler alıyorum. Söylemeye korktuğumuz, paylaşmaya çekindiğimiz, dillendirmekten rahatsızlık duyacağımız birçok durumun öyküleri var çünkü bu kitapta…
Katre’de ve romanlarınızda kadın sorunlarına olan duyarlılığınızın öne çıktığını görüyorum. Benim de çok işlediğim konudur kadın sorunları. Ülkemizde her gün kadınlar öldürülüyor, olmadı taciz ve tecavüze uğruyor. Kadının nasıl yaşayacağı kendi istemi dışında belirlenmeye çalışılıyor. Taciz ve tecavüzcüler ya aklanıyor ya da failler küçük cezalarla yakayı kurtarıyorlar. 
Bir yazar olarak, gerçek adaletin sağlanması, kadınların düşünsel ve bedensel özgürlüklerine kavuşması, toplumda daha görünür olması için; kadınlara, hukukçulara, aydın ve yazarlara, bir de tacizci, tecavüzcü ve katillere bir çağrı yapsanız onlara neler söylerdiniz?
Yazdığım her kitabın alt metninde bu anlamda birçok çağrı yaptığımı düşünüyorum…
Bir de “Yakın’dan Geçen Mülteci Öyküler” var. Kolektif bir çalışma, siz de bu kitabın derleyenisiniz. Yine yakıcı ve güncel bir sorun ele alınıyor kitapta. Kitabın arka kapağından “İsteyen istediğini söyleyebilir, misafirperverlik yapımızda yok denebilir;
Herkesi birden ağırlayamayız denebilir; ülkelerinde kalsınlar denebilir; ülkeleri için savaşsınlar denebilir; hastalık taşıyorlar denebilir; ekmeğimizi çalıyorlar denebilir… Hiçbir söz bu itirazları haklı çıkarmıyor çünkü cenazelerimizin farkı yok birbirinden. Yenilmezliğimizle, adaletimizle, kibrimizle ve olmayan tarihi belleğimizle o kadar güçlüyüz ki ölüm kimseyi ayırt etmeden kapılarımızı çalıyor, sefalet ve savaş hiç ummadığımız yerde bizi bekliyor.” cümlelerini okuyoruz. Bu çalışmanızdan biraz söz etmenizi istesek sizden. Proje nasıl başladı, ne amaçlandı, istenen amaca ne kadar ulaşıldı?
Beş yıldır Yakın Kitabevi ile birlikte yürüttüğümüz bir edebiyat atölyesi var. Edebiyat dünyasına yeni adım atmış arkadaşlarımızla dedik ki birlikte ortak bir kitap hazırlayalım ve bir kavramdan yola çıkarak çalışalım. Mülteci kavramı insanlık tarihi ile yaşıt olmasından ve aynı zamanda çok güncel olmasından dolayı da bu kavram üzerinde çalışmaya karar verdik.
Yayınevimin de desteği ile bir buçuk yıllık çalışma sonucu ortaya güzel bir dosya çıkardık. Aldığımız dönütler çok güzeldi, her ne kadar çok büyük amaçlar ya da bir şeyleri değiştirmek gibi misyonlar yüklemesek de sesimizi duyurabildiğimizi düşünüyorum.
Beş yıldır Yakın Kitabevi ile birlikte yürüttüğünüz bir edebiyat atölyesi olduğunu söylediniz. Bu cümleniz bana, yazar ve eleştirmen Ferudun Andaç’ın “Öykü Yazmak Hikâye Anlatmak” adlı eserindeki “Yıllardır dil/edebiyat, söz, yaratıcılık, edebi türler/metinler, sanat kuramları üzerine dersler veren, seminerler hazırlayan biri olarak yazmanın öğrenilebilir/öğretilebilirliğinden söz ederim. Ve yine bu derslerimde yaratıcılığın asla öğretilemeyeceğinin altını çizerim.” sözlerini anımsattı. Sizin deneyiminiz nedir? Yazarlık öğrenilebilir/öğretilebilir bir şey midir? Yetenek bunun neresindedir?
Bir kurmaca metin yazmak için elbette çeşitli insani yeti ve bilgilere ihtiyaç duyarız. Yetiler doğuştan vardır, sonradan biraz daha parlatılarak ortaya çıkartabiliriz. Neden bir resim kursu ya da gitar kursu değil de bir yazma atölyesine ihtiyaç duyuyoruz. Demek ki bu alana ilgi var, ilginin olduğu yerde de yetenekten söz edebiliriz. İlgi yoksa bilgi de olamaz, yeti de. İnsan ancak merak ettiği kadarını öğrenebilir.
Yazmak diğer dil becerilerine göre zor ve karmaşık bir süreçtir. Hiç bitmeyen bir öğrenme durumudur da diyebiliriz. Ve mutlaka yazdığınız her metin söyleyecek sözlerinizin olduğunu gösterir. Andre Gide şöyle der ”Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.”
Yaratıcı yazma atölyelerine devam eden kişiler zaten yazmaya karşı ilgi duyan ve yazan kişiler, bunu biraz daha geliştirmek, yazdıklarını paylaşmak için bir araya gelmek istiyorlar. Bu tür atölyelerde en önemli şey önce iyi bir okur olmak elbette…
Yazma atölyelerine bir grup çalışması olarak da bakabiliriz, her şeyden önce bu çalışmalar okurun edebiyat ile olan aktif ilişkisini güçlendirir. Popüler kültürün dayattığı en çok okunanlar listesi dışında edebiyat tarihine geçmiş kitaplar hakkında referans alınır. Yine de unutulmamalı ki yazmak çeşitli kurslar, atölyelerden önce kitaplardan öğrenilir bu da çok okumakla mümkündür.
Arjantinli yazar Julio Cortazar, öykü ile romanı karşılaştırırken “Etkileyici bir metin ile okur arasında yaşanan savaşımı roman hep sayıyla kazanır; oysa öykü bu sonucu nakavtla almak zorundadır.” der.
Bu, öykünün daha zor yazılan bir tür olduğunu mu gösterir? Siz roman ile öykü arasındaki ayrımı okurdaki etki ve oluşum süreçleri açısından nasıl değerlendirirsiniz? 
Öykü benim için kısa, vurucu, irkilten bir çığlık gibi olmalı. Çığlık uzarsa nağmeye dönüşür etkisi kaybolur. Roman ise neden sonuç ilişkileri üzerinden nağmeli bir ezgi gibidir… Her iki türün de kendine göre zorlukları/kolaylıkları var bana göre. Yazmak son derece kişisel bir eylemdir. Bu her yazar için değişir. Yazmanın çıkış noktası “mesele”dir. Anlatmak istediğiniz bir şey vardır, söylemek istediğiniz bir söz. Bu bazen öykü olarak düşer içinize bazen de roman. Ben yazıya her zaman uzun bir yolculuk olarak bakıyorum. Bu yolculuklarda durup dinlendiğim duraklardır türler. Aynı zamanda birbirini besler, birbirinden etkilenir. Örneğin senaryo çalışmak, diyaloglarımı güçlendirdi, şiir ile uğraşmak kelime tasarrufunu öğretti. Günümüz edebiyatında da artık türlerin belli kalıpları, beli tanımları yok gibi, şiir öyküye, öykü, romana geçiş yapabiliyor.
Bir öykü atmosferini kurmakla, bir roman atmosferini kurmak hem birbirine çok yakın hem de bir o kadar uzak. Öyküde bir anın fotoğrafını sözcüklerle çekerken, romanda uzun soluklu anların, yaşantıların akışına bırakıyorsunuz kendinizi. Yazınsal türlerin hepsi, sözcüklerle görüntüyü okurun zihnine geçiriyor.
Son yıllarda öykü atağa mı geçti? Her gün gazetelerin kültür sayfalarında, dergilerde bir yazarın bir öykü kitabı yayımlandığını okuyoruz. Yeni çıkanlara yetişemez olduk. “Ben hiç öykü okumazdım, ama şimdi dönüp dönüp öykü okuyorum.” diyenler var çevremizde. Romanın tahtı sarsılıyor mu?
Son Gemi okurları için “2018’in mutlaka okunması gerekleri listesini” yapmanızı istesek bu listede hangi isimler yer alır?
Bizim toplumumuz roman okumayı daha çok seviyor sanırım. Yazma eylemi olarak öykü atağa geçti evet ama okur olarak düşündüğümde hala bu alışkanlığın edinilemediğini görüyorum ben. Oysa çok güçlü kalemleri olan öykü yazarlarımız var. Özellikle son dönem öykücülerimizden birkaç isim vermek gerekirse:
Mine Söğüt – Deli Kadın Hikayeleri
Pelin Buzluk – Deli Bal
Birgül Oğuz- Hah
Polat Özlüoğlu – Hevesi Kirpiğinde
Bade Osma Erbayav – Tatavla’da Bir Delirme Vakası
Roman Olarak birkaç isim de vermek isterim yine son dönem çıkan kitaplardan
Raşel Meseri – Köpek Balıklarının Kayıp Şarkıları
Tekgül Arı – Nişa Kaybolmaya Hazır Değilim
Kemal Varol – Hav ( ve bütün romanları)
Altay Öktem – Thomas Düşerken
Çalışma masanızda neler var, diye sorsam. Önümüzdeki zamanlarda biz okurlar hangi tarihsel dönemleri, kimleri, hangi yaşamları okuyacağız?
Masamda oldukça uzun soluklu bir çalışma gerektiren distopik bir roman var. Üç tarihsel romandan sonra zamanı ve tarihi tamamen ortadan kaldıracağım. Bu çalışma ne zaman biter, ne zaman yayınlanır ya da yayınlanır mı henüz ben de bilmiyorum. Ama benim için büyük bir macera olacağı kesin…
Verdiğiniz yanıtlar için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz.
                                                                  45. Sayı (Ağustos 2018)