22 Ekim 2018 Pazartesi

MEHMET FIRAT PÜRSELİM İLE SÖYLEŞİ - 2. BÖLÜM


Mehmet Fırat Pürselim: Çok okuyarak, çok yazarak ama en fazla da yazdıklarımdan vazgeçerek yazmayı öğrendim.

Söyleşi:Münire Çalışkan Tuğ

    Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri, öykülerin ilginç bir kurgu ile birleştirildiği bir roman.  Romanın,“Acı Defteri”  alt başlığına fazlasıyla uygun bir içeriği var. Ülke olarak yaşadığımız pek çok trajediyi bilince çıkarıyor kitap. Bu romanınızdan biraz söz eder misiniz desem?

   Emanetimdeki Hayatlar’ı nasıl yazacağımı bulana kadar çok kafamda gezdirdim. Aslında bir askerlik hikâyesi anlatmak istiyordum, ülkenin her köşesinden gelmiş askerlerin hikâyelerini anlatma arzusundaydım. Anlatım formunu bulana kadar epeyce cebelleştim. Ki bulduktan sonra da iki sene de kaba inşaat sürdü, bir sene de ince işleriyle uğraştım. Öykülerden oluşan bir roman ama bağlantılar için de çok uğraştım, o bağlantıların içine nice öykü gömdüm, okur bulsun istedim. Balkonun kenarına duran kahraman kendisine emanet edilmiş hayatları yazarak okura emaneti teslim edip, -tasavvufta ‘emanet’ olarak nitelendirilen- canını teslim etmek niyetiyle o balkonun kenarına neden geldiğini anlatmaya başlar. Ülkenin farklı kesimlerinden gelen kahramanlar söz alarak hikâyelerini anlatır, kişisel acılardan ülkenin toplumsal acıları ya da acı defteri çıkartılır. Aşk acısı, ensest, pedofil, katliamlar, etnik/mezhepsel çatışmalar… anlatılarak ana kahramana emanet edilir. Bir süre sonra bu emanetler kahramanı zorlamaya başlar ve taşıyamayacak hale gelir. Yazarken çok zorlandım. Boğulduğum ve bunaldığım anlar çok oldu. İkinci bir Acı Defteri yazamayacağımı biliyorum. Ama hep iyi ki yazmışım diyorum. Bu roman bir yanıyla sevgili Dicle Koğacıoğlu’na yazılmış bir mektuptu ve o da okudu bunu biliyorum.   

Öykülerinizde, kadın sorunlarına duyarlılığınızı görmek bir kadın olarak beni çok mutlu ediyor. Hayat Apartımanı’nda  Ninni, Akılsız Sokrates’te Beyaz Gelinlik özellikle bu konuyla öne çıkan öyküleriniz. Ülkemizde her gün kadınlar öldürülüyor, olmadı taciz ve tecavüze uğruyor. Kadının nasıl yaşayacağı kendi istemi dışında belirlenmeye çalışılıyor. Taciz ve tecavüzcüler, ölümler
      Bir hukukçu ve yazar olarak, gerçek adaletin sağlanması, kadınların düşünsel ve bedensel özgürlüklerine kavuşması, toplumda daha görünür olması için; kadınlara, hukukçulara, aydın ve yazarlara; tacizci, tecavüzcü ve katillere bir çağrı yapsanız onlara neler söylerdiniz?



   Tüm kitaplarımda kadına yönelik şiddete karşı duran öyküler yer aldı, kadına karşı şiddet son bulana kadar da bu devam edecek. Akılsız Sokrates’le ilgili her konuşmamda, kadına yönelik şiddetin kişisel değil toplumsal sorun olduğunu ve son bulması gerektiğini dile getiriyorum. Bu amaçla yazılmış, çok yazarlı Ben Miyim Kurban? isimli bir kitapta da yer aldım. Emanetimdeki Hayatlar çıktıktan sonra sevgili İsmail Kün Ağbiyle birlikte -ki Tarsus’taki Antik Sahaf gerçek bir edebiyat adası ve İsmail Ağbi de gerçek bir edebiyat şövalyesidir- ‘Edebiyat Toplumsal Acıların Gözyaşı mıdır?’ adı altında bir etkinlik düzenlemiştik. Edebiyat ne işe yarar diye çok düşünmüştüm. Biz bunları yazıyoruz ama katiller, tacizciler, can yakıcılar bunları okuyup etkilenir mi? Tabii en başta okurlar mı? Nafile bir caba içinde olduğumuzu düşünerek üzülmüştüm. Sonra aklıma Alcatraz Kuşçusu gelince umudu yeşerterek yazıya inancımı pekiştirmiştim. Bir cani olarak girdiği hapishanedeki hücresinin penceresinden içeri giren kuşlar sayesinde kuş bilimcisi haline gelenler olduktan sonra umut hâlâ vardır. Kitapların kötülüğü dönüştürme gücünden daha büyüğünün kötülüğü kaynağından yok etme olduğunu düşünüyorum. Yani belki katiller, tecavüzler bu kitaplar sayesinde değişmeyecek ama kitap okuyarak yetişenler vicdanlı bireyler olarak kötülüğü reddedecekler. İnsanlara bir şey söylemek haddime değil ancak Mevlana’nın sözüyle, Tuncel Kurtiz sesiyle seslenebilirim, “Ey, cennetin cehennemin elinde olduğu kişi, / Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.” 

  Bin Bir ( Hayat Apartımanı) başlıklı öyküde, Galata kulesinden atlayıp, ölen karısı ile buluşmak için intihar etmeyi düşünen öykü kişisi bana Ümit Yaşar Oğuzcan’ı; onsuz yaşayamaması ve ölümü seçmesi de Attila İlhan’ın Ben Sana Mecburum şiirindeki hastalık derecesindeki tutkuyu ( belki de bağımlılığı demeliyim) çağrıştırdı. Öykünün devamında ise Nazım’ın Karıma Mektup dizeleri canlandı belleğimde.
    Ne dersiniz bu öykü ilhamını Ümit Yaşar Oğuzcan, Attila İlhan ve Nazım’dan almış olabilir mi? Yoksa bu bağlantıları ben mi kurdum?

  Ümit Yaşar, Attila İlhan, Nazım Hikmet çok sevdiğim ve çok okuduğum şairler, üzerimde etkileri çok olmuştur mutlaka yazdıklarıma sinmişlerdir. Ama Bin Bir için, Barselonalı şair Jordi Virallonga Bir Aşk Tefecisinin Notları isimli şiir kitabının yerelleştirilmesi ve öyküleştirilmesi denemesi diyebilirim.

Üç Kişilik Yalnızlık (Hayat Apartımanı) başlıklı öyküde; dede, torunun karnesini sorup cevap alamayınca başarısız olduğunu düşünerek “ Babası gibi şair mi olacak yoksa?” diyor. Şairlik neredeyse, işe yaramazlık demek.
    Toplumun bir kesiminin sanatçıya bakışı neden bu kadar eleştirel, sanat gerçekten karın doyurmuyor mu?

 Bilinen hikâyedir; Sait Faik yurt dışına çıkmak için pasaport başvurusu yapar, mesleği sorulunca muharrir/yazar der ama memur bu cevaptan tatmin olmaz, meslek hanesine ‘İŞSİZ’ kaydını düşer. Artık televizyonla bağlantılı olmak kaydıyla para kazanmak mümkün olsa da, Sait Faik’ten bu yana çok fazla ilerlediğimiz de söylenemez. Günümüzde de yazıyla uğraşan pek çok kişinin para kazandığı başka işleri var. Kaleminden para kazananların da, sadece telif eserleriyle geçinmeleri mümkün olmadığından; çeviri, atölyeler, çeşitli mecralarda yazılan yazılar, etkinlikler gibi pek çok kalemi ceplerinde taşımak zorunda kalmaktalar. 

 Bir de çocuklar için korku öyküleriniz var. KUMSALDA. Bu kitabın oluşum sürecinden de söz edebilir misiniz okurlarımız için?
 
Kumsalda gençler için yazılmış korku hikâyeleri hatta romanı. Ama büyüklerin okumasında da bir sakınca yok. Çocuklar için yazdığım doğa öyküleri var; Flamingo Çocuk’un ardından Yavru Fok NeSu da yakında çıkacak. Kızım Nehir ve yeğenim Ilgaz, bir dönem ısrarla korku hikâyeleri yazmamı istiyordu. -Bilirsiniz çocuklukta korku hikâyelerini hem dinlemek isteriz hem de geceleri uyuyamayız.- Ben de yazmayı denemek istedim. Kumsalda böyle çıktı. Fakat ilk başta onlar için ağır geleceğinden okumalarını istemedim. Çocuklar tabii ki, dinlemeyip gizlice başlasalar da yarıda bıraktılar. 14 yaş üzeri, lise için daha uygun bir kitap. İkisi de ancak bu yaşlarda okudu. Bana dinledikleri, okudukları korku hikâyelerini anlatmaktan hâlâ hoşlanıyorlar ve hâlâ geceleri birazcık da olsun korkuyorlar.  

 Bu aralar Vapur’da avukatlık öykülerinizle yer aldığınızı görüyorum. Bu öyküler yeni bir kitabın ayak sesleri mi? Mehmet Fırat Pürselim’in çalışma masasında neler var?
Bu öyküleri yazmamı senelerdir çok söyleyen oldu. Ben de birkaç deneme yapıp bir kenara attım ve devamını getirmedim. Aslında kafamda onlarca öykü var, yazılmayı bekleyen. Yazmak ve kitap bütünlüğünde toplamak istiyorum fakat ne zaman olur bilmiyorum. Kısa vadede olmayacağını söyleyebilirim. Yazıp bir kenara atayım da, kitabı sonra düşünürüm. Bir yandan da yarım kalmış ve tamamlamak istediğim o kadar çok projem var ki… Tezgâhta bekleyen az önce bahsettiğim çocuk kitabımız var. Masamda tamamlanmak üzere olan daha önce yazdıklarımdan farklı bir yönde duracak olan bir öykü kitabı var. Öyküden sonra isteğim baba oğul çatışmasını anlatan aslında bitmiş olan romanın içime sinmeyen yönlerine yoğunlaşmak. Fakat bir bakarsınız avukat öykülerini tamamlamaya girişmişim ya da çocuklar için kafamda kurguladığım yeni hikâyeyi anlatmışım ya da yepyeni bir işe girişmişim… Hayat ve yazı bizi nereye götürürse artık…

Sorularımıza verdiğiniz içten yanıtlar için size teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim. Aydili Derneği’nde gerçekleştirdiğimiz saatler süren söyleşimiz gibi uzun ama keyifli bir sohbet oldu. Umarım okurlarınız da keyif almıştır.

  

                                                   Eylül- Ekim- Kasım 2018 (23.Sayı)
                                                              

                                                                                              










21 Ekim 2018 Pazar

MEHMET FIRAT PÜRSELİM İLE SÖYLEŞİ- 1. BÖLÜM






Mehmet Fırat Pürselim: Çok okuyarak, çok yazarak ama en fazla da yazdıklarımdan vazgeçerek yazmayı öğrendim.

Söyleşi:Münire Çalışkan Tuğ

*Siz hiç Balık Atlası incelediniz mi? Yaşamını çöpten kazanan dostlarınız oldu mu, sofrasını size teklifsiz açan, ama çok ısrar etmenize rağmen özel yaşamının gizlerini açmayı en onulmaz zamanınıza bırakan?
* Ya, karşı masada, kestiğinizi sandığınız kız, bir yerlerden tanıdık çıkıp size " Aşk olsun Ahmet Amca" derse,
* Siz hiç intihar etmiş bir şairin başka bir yazarın ruhunda yaşamasına ve kendini orada da
öldürmesine tanık oldunuz mu? Üstelik "Bir gün fırsat bulduğumda, boğulan bir adamın izlenimlerini yazacağım kesinlikle." dediği halde.
* Sevdiği adamı terk edip başkasıyla evlenen eski sevgili " Benden artık sana zarar gelmez. Ölüyorum! " dediğinde, "Öyle sesli güldüm ki ... Bir aptal bile bunun ağlamak olduğunu anlardı." dan daha güzel bir cümle olabilir mi?
*Yaşadığı travmalarla hemen büyümek zorunda olan çocuklar içinizi acıttı mı?
* Beyaz gelinlikle barış yolculuğuna çıkan Pippa'yla, Mahmutgillerin Gelini Leyla, Şoroloların Gelini Ahmet neden hep aynı sonu yaşıyorlar?
* (Ç)alınan pahalı armağanlar yılların yıprattığı duyguları onarabilir mi?
* Kimi zaman gerçekle rüya iç içe geçer, hangisinde olduğunuzu bilemezsiniz. Rüya sandığımız ölümcül bir gerçektir aslında, siz de böyle durunlar yaşamadınız mı?
* Postmodern bir savunma sonrası avukatınız sadece davanızı değil, yaşamınızı da alıp üzerine giyinirse, karınızı öpme hakkına da sahip olmaz mı?
* Bulduğumuz anda kaybettiğimiz, hayatımızda bir kara lekeden başka bir sey olmayan yakınlarınız oldu mu?
* " Martı kaşlı çocuğu, Kartal deyip avladınız. Oysa o, anasının kuzusuydu. Biz kuşlardan helâllik alırız, siz cebinde misketleriyle çocuğumuzu geri verin." diyerek bitiriyor öykülerini yazar Mehmet Fırat Pürselim . Martı kaşlı çocuk ve arkadaşları için helâllik istiyor, veriyor musunuz?
Yukarıdaki değiniler Mehmet Fırat Pürselim’in Akılsız Sokrates adlı kitabından yararlanılarak hazırlanmıştır.  "Güzel kitaplar okumak istiyorum, hem beni sarsıp kendime getirsin,  diyorsanız Mehmet Fırat Pürselim kitapları iyi bir seçim. Biz de bu sayımızda okurlarımız için Mehmet Fırat Pürselim ile söyleştik. 

   Biz sizi, Akılsız Sokrates’in yayımlanması, okur ve dergi çevrelerinin sizden sık sık söz etmesiyle tanıdık. Sonra söyleşi için derneğimize davet ettik. Bizi kırmayıp geldiniz, üyelerimizle keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşi sırasında diğer kitaplarınızla da tanıştık. Şimdi de dergimizin okurları sizi daha yakından tanısın istiyoruz.
Bize kendinizden söz eder misiniz? Kimdir Mehmet Fırat Pürselim?  Yazma serüveniniz nasıl başladı, gelişti?
Öncelikle teşekkür ederim. İzmit’te derneğinizde çok keyifli ve uzuuun bir sohbet gerçekleştirmiştik. Tüm arkadaşlara selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Aynaya baktığımda; sabahın ilk saatlerinde yazan, gündüzleri adliyelerde koşturan ya da bürosunda dilekçelerle boğuşan, akşamları arkadaşlarıyla sohbet eden, film izleyen ya da kitap okuyan hayatı genel olarak bu döngü içinde süren, uzak ve uzun yolculuklara çıkmanın hayalini kuran birini görüyorum. Hukuk Fakültesindeyken, sıkıcı dersleri dinlemeyip sıra altlarında sürekli edebiyat kitapları okuyordum. Kafamda da öyküler biriktiriyordum, ‘On Hikâye On Ölüm’ diye. Defterler dolusu yazıyordum. Dergilere ve yarışmalara gönderiyordum, hiçbir yerde başarılı olamıyordum. Yazıya küsüyordum ama küslük en fazla birkaç gün sürüyordu. Yeni bir öykü ya da projenin iştahıyla kalemi elime alıyordum. Çok okuyarak, çok yazarak ama en fazla da yazdıklarımdan vazgeçerek yazmayı öğrendim. Sonrasında da dergiler, ödüller, kitaplar geldi.  

  Kitaplarınızı okuduğumda, bütün eserlerinizde toplumsal sorunları işlediğinize tanık oldum. Başarıya ulaşmak için gece gündüz çalışan, ulaşınca da bunu hazmedemeyen ve gülünç ve zor durumlara düşen kişiler (Akılsız Sokrates), çöp toplayıcılarının cömert dünyası (Balık Atlası), intihar etmiş bir yazarın başka birisinin iç dünyasında yaşaması ve kendini orada da öldürmesi (Okaliptus Ruhu),  yaşadığımız travmalarla hemen büyümek zorunda kalışımız (Artık Büyüdüm), işlediği cinayetin etkisinden kurtulamayanlar (Güvercin), Barış Gelini Pippa’nın birçok ülkeyi geçtiği halde bizim ülkemizde tecavüze uğrayıp öldürülmesi, bekâretin her şeyin üstünde sayıldığı bir toplumda kadınlara yaşatılan travmalar, töre cinayetleri, gerçekle iç içe geçen rüyanın ayırdına varamadan yaşayanlar, geleneksel yapının zorlamasıyla çocuklarımıza, torunlarımıza gösteremediğimiz sevgimiz, toplumda sanatın ve sanatçının onaylanmaması, işsizlik, 6-7 Eylül olayları, kadın sünneti, recm cezaları, maden kazaları, kanser ve daha pek çok sorun.
Bu konuları işleyerek topluma bir ayna tutmak mı istiyorsunuz, sanatın ve sanatçının görevi bizi bize anlatıp sarsmak, toplumsal bilinci diri tutmak mıdır?

Hiçbir zaman görev bilinciyle yazmadım. Kendime misyonlar ya da vasıflar da yüklemiyorum. Bahsettikleriniz benim içimi acıtan, ilgimi çeken, aklımı kurcalayan, gönlümü çelen… kişiler, olaylar, konular… Ben yazmak istediklerimi, içimdeki huzursuz cini harekete geçirenleri yazıyorum. Edebiyat amaçtır ama bunu yaparken parmağıyla işaret etmeden topluma ya da insanlara da bir şeyler gösteriyorsa -ki bence yazının genel anlamda bir derdi olmalıdır- o yazar ne güzel yazardır. Ben de güzel yazar olmaya çalışıyorum.  

  Raymond E. Feist, “Okuyucunun dikkatini çekmek için, okuyucuya, ilginç bir karakterin başına bir bela açarak o beladan nasıl kurtulacağını vermek yeterlidir.”diyor. Okuyucunun dikkatini çekmek bu kadar kolay mı gerçekten?  Okurlarınızdan nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

Sinemada ya da edebiyatta ya da müzikte belli kalıplar vardır ve bunları kullanırsanız, dikkat çekersiniz. Bunlar ezberlenmiş formüllerdir. Gülme efekti bize gülmemiz gerektiği, el çırpıldığında eşlik etmenin zorunlu olduğu, yavaşlayan müzikle göz pınarlarımızın nemleneceği öğretilmiştir. Amaç çok satmak, gişe başarısı ya da bilgisayardan indirilen bir çıstakın üzerine her seferinde benzer basit sözler yazmaksa, evet dikkat çekmek bu kadar basittir. Popüler işlerle kısa vadede başarı elde edersiniz ama uzun vadede kimse sizi hatırlamaz. Beni herkes hatırlasın diye bir derdim yok ama yapabildiğimin en iyisi yapmak gibi bir derdim var. Bunun karşılığını da kısa vadede alamasanız bile inanın uzun vadede kazanan samimi olan, gönül verilen, candan can katılan işler oluyor. Geri dönüşler benim için çok kıymetli ama özel. Birileri bir şey söylüyor ve gününüzü güzelleştiriyor. Bunu gerçekten hak ettim mi, diye düşünüyorsunuz. Var olsunlar…

   Öykülerinizin birçok yarışmada ödüle değer görüldüğünü, ilk kitabınız Hayat Apartmanı’nın 2012 Naim Tirali ödülünü aldığını biliyorum. Akılsız Sokrates, 2017’de Türkan Saylan Öykü Ödülü, 2018’de Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü aldı. Öncelikle sizi kutluyorum. Ödüllerin yazar üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?

Teşekkür ederim. Naim Tirali, Türkan Saylan, Orhan Kemal her biri çok kıymetli insanlar, ruhları şad olsun ve dileğim isimlerine layık olmak. Kitabı görünür kılması bir yana, o kıymetli insanlarla birlikte anılmak en büyük ödül bence. Ama yazarı motive eden bir yanı olduğunu da gizleyemem. İlk dönemlerde en sıkıntılı zamanlarımda değer bulunduğum ödüller sayesinde edebiyattan kopmadım ve yazmaya devam ettim. Hiç unutmuyorum. Dosyam bir yayınevinde kabul gördükten sonra senelerdir ha bu gün ha yarın denilerek bekletiliyordu. Edebiyattan tamamen kopmuştum, iki seneden fazla zamandır elime kalem almamıştım. Beni tekrar yazıyla buluşturacak bir kıvılcım arıyordum ama bir türlü çakmıyordu. Eskişehir’de bir yarışmanın ilanını gördüm, elimdeki öykülerden birini gönderdim. Orada kazandığım mansiyondan sonra tekrar ayağa kalkıp denemek için kendimde güç buldum. Dosyamı o yayınevinden çektim ve kalemi öpüp başımın üzerine koydum. Verilen her ödül, yazara teslim edilen ucu sivri bir kalemle bomboş bir defterdir, sen yaz diyen adeta.  
 
   Öykü severler ve yazar adayları için soruyorum. Bir öyküde kurgu,  gözlem ve araştırma nasıl birleşiyor? Hayat Apartımanı’ndaki “Şaheserim” başlıklı öykünüzde saatçi dükkânını anlatırken verdiğiniz ayrıntılar iyi bir araştırma ve gözlem yaptığınızı düşündürdü bana. Merak ettim, böyle bir dükkân var mı, gidip yerinde gördünüz mü? Hepsi kurgu demeyin sakın, inanamam.

😊 Kemal Tahir, Amerika’ya ayak basmadan New York’ta geçen Mayk Hammer polisiyeleri yazmış, ben bir saatçi dükkânı yazmışım çok mu? Farklı dükkânlardan parçalar alıp birleştirerek yazdım orayı. Yazar adayları için söyleyecek olursam, zaten kurgu böyle bir şeydir: Bir şeyi doğrudan aktarmak değil, başka başka kişi, olay, mekân vs.yi hamur gibi yoğurarak istediğiniz şekilde biçimlendirerek okura anlatmak. Hayat Apartımanı’ndan sonra zaman zaman apartman fotoğrafları gönderenler oldu burası mı diye, soranlar. Okurun hayalinde temelini atıp, kabasını tamamlayıp, kafasının içine yerleştirip, kahramanlarıyla birlikte yaşadığı her apartman aslında Hayat Apartımanı. Öte yandan bir iki sene önce Taraklı’da gezerken bir ‘saatcı’ya rastladım ve işte Şaheserim’deki dükkân bu dedim, kendi kendime.   

   Öyküleriniz birçok dergide yayımlanmış ve yayımlanmaya devam ediyor. Bizler de derneğimizin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi olarak birçok dergiye yazı gönderiyoruz. Yayımlandığında motivasyonumuz artıyor. Bazı dergiler ise geri bildirimde bile bulunmuyor. O zaman da beğenilmediği hissine kapılıyoruz. Edebiyat dergileri yazar adaylarının okuludur, diye bilinirBir ülkede iyi yazarlar yetişmesinde dergilerin yeri nedir sizce?

Eskiden ülkemizde yazarlık atölyeleri yoktu ve yazarlar dergilerden yetişirdi. Dergiye bir yazı gönderildiği zaman okunacağını ve olumlu ya da olumsuz da olsa mutlaka dönüş yapılacağını bilirdiniz. Editörün olumlamaları ya da uyarıları doğrultusunda kendinizi geliştirirdiniz. Uzun zamandır böyle bir iklim yok, maalesef. Çünkü neredeyse her derginin kendi atölyesi var. Günümüzde bilgiye ulaşmak çok kolay olsa da doğru bilgiye ulaşmak eskisinden de zor. Bu yüzden bilgilerini kendilerine -atölyelerine- saklıyor olabilirler. -Kaldı ki çoğu ulusal derginin kapısı herkese açık gözükmesine rağmen ağırlıklı olarak kendi mutfaklarında pişen ürünleri servis ediyorlar.- Bunun yanı sıra artık çok fazla kişinin yazmasının ve dergilere gelen yazılara editörlerin cevap vermelerinin sayısal olarak hayli zor olmasının da etkisi var. Bir diğer sebep de yazarların tutumundan kaynaklanıyor. İlk öyküsünü yazan kişi kendini Sait Faik’le bir hatta daha üstün görüyor. En ufak bir eleştiriyi bile şahsına yapılmış saldırı olarak görüp misliyle karşılık veriyor. Böyle bir iklimde sağlıklı geri dönüş beklemek maalesef mümkün değil. Benim de öykü editörlüğü yaptığım dönemler oldu. Her öyküyle ilgili not alsam da, bunları on – on beş yıl önce yazarlarıyla paylaşabildiğim halde yakın dönemde paylaşmak istemedim.
Dergileri uzun bir süredir genç yazar arkadaşlarımıza bıraktım, sadece öykü isteyen dergilere -ayrım yapmadan elimdeki ürün ölçüsünde- gönderiyorum. Yarışmalarda da aynı şekilde davranıyorum; kitap bütünlüğündeki yarışmalar dışındakilerin yazar yetiştirmeye vesile olması gerektiğini düşündüğümden ilk kitabımdan bu yana hiçbirine katılmıyorum.
Dergilerin nitelikli ürünler yayınlamanın, tartışmalarla/anketlerle edebiyata yön vermenin, eleştirilerle nitelikli edebiyata katkı sunmanın, dosyalarla bilgilendirmenin, yazarların yaşam öyküleriyle/hatıralarıyla onları daha yakından tanımamızı sağlamanın… yanı sıra iyi yazar yetiştirmeye de katkı sunması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu arada yazarların da dergide yazılarını yayınlatmanın mı, yoksa gelişimlerine katkı sunulmasının mı peşinde olduklarına karar vererek dergileri takip etmelerini öneririm. Gönderilen ürünleri doğru dürüst bir elekten geçirmeden yayınlayan dergiler, kısa vadede mutluluk verse de uzun vadede mutsuzluk getirecektir.   

    Son yıllarda öykü atağa mı geçti? Her gün gazetelerin kültür sayfalarından, sosyal medyadan, edebiyat dergilerinden birçok yazarın bir öykü kitabı yayımlandığını okuyoruz. Bu kitapların yazarlarıyla söyleşiler yapılıyor.  “Ben hiç öykü okumazdım, ama şimdi dönüp dönüp öykü okuyorum.” diyenler var çevremizde.  Romanın tahtı sarsılıyor mu?  Dergimiz okurları için 2018 öykü atlasını çıkarmanızı istesek bu atlasta hangi yönleriyle, hangi isimler ve eserler yer alır? (Öykü atlası tamlamasını sizin “Balık Atlası” öykünüzden esinlenerek oluşturduğumu itiraf edeyim.)

Roman ve öykü arasında bir rekabet olduğunu düşünmüyorum, birinin yükselmesi diğerini de olumlu yönde tetikler. Öykü eskiye göre görece daha çok konuşulsa da roman her zaman en popüler tür olmaya devam edecektir. Fakat özellikle genç yazarların öyküye taze kan pompaladığı muhakkak. Yakın zamanda Mahur Beste dergisinde 2000’li yıllar Türk Öykücülüğü dosyasına hayli kapsamlı cevaplar verdim. Edebiyat Ortamı Dergisi’nin 2018 Öykü Yıllığı’nda 2017’nin öykü atlasını kendime göre çıkartmaya çalıştım. Dilerseniz bu soruya cevaplarımı oralardan alıntılayım:
“Çok fazla yazılıyor; bu günümüzdeki öykünün en güzel yanı ve en büyük problemi. Nicelikte sorun olmasa da nitelikte problem yaşamaktayız. Günümüzde yazarlarla birlikte konuların ve anlatımın da çeşitlenmiş olması sevindiricidir. Heveslilerin bir süre sonra çekileceğini ve gerçekten aşk duyanların devam edeceğini düşünüyorum. Onun için yazılan kötü eserlere üzülmek yerine okuduğumuz iyileri için mutlu ve umutlu olmalıyız.”
Oysa Rüyaydı, Merve Koçak Kurt / Israrı Kanadında, Figen Alkaç / Orada Bir Yerde, Engin Türkgeldi / Gece, Kediler ve Sessizlik, Semrin Şahin / Maveraünnehir Nereye Dökülür?, Engin Barış Kalkan / Belki Bu Defa, Belki Şimdi, Alois Hotschnig / Yolun Gölgesi, Behçet Çelik…

   William Faulkner,“Mazeret üretmeyin, eğer yazar kötü şeyler yaşıyorsa bunu yazmalı diye düşünüyorum. İnsanlardan şöyle şeyler duyuyorum: ‘Evli ve çocuklu olmasaydım, yazar olabilirdim’ ya da ‘Bunu yapmayı durdurabilseydim, yazar olabilirdim.’ Buna inanmıyorum. Bence yazacaksanız yazacaksınızdır. Hiçbir şey size engel olamaz.” diyor.
    Yazma konusunda sizi engelleyen durumlar var mı? Bunları nasıl aşıyorsunuz? Yazdıklarınız içinde tepkiyle karşılanan, keşke bunu yazmasaydım dediğiniz öyküler oldu mu?

Her insanın hayatında onu engelleyen ya da besleyen durumlar var. Bunlardan yakınarak yazıyı ertelemek yerine yazmak istiyorsanız hemen şimdi diyerek kâğıda ve kaleme sarılmalısınız. Virginia Woolf’tan sebeple insanlar yazmak için kendilerine ait bir odalarının olmasını bekliyorlar. Oysa odaya gerek yok, kendine ait bir masa da yeter. Hatta o masa size ait olmasa da olur. Salondaki yemek masası, kütüphanedeki okuma masası ya da bir çay bahçesindeki üzeri delik muşambalı masa da yeter. Siz yeter ki yazmak isteyin.
Pek çok yazar gibi benim de günümü dolduran bir işim -avukatlık- var, ayrıca ailem ve sosyal hayatım var. Hiçbirini engel olarak görmüyorum kazancım olarak bakıyorum. Para kazandığım bir işim olmasaydı, belki daha aceleci davranacaktım, ekonomik kaygılarla daha fazla ama içime sinmeyen kitaplar yayımlayacaktım. İnsanın ailesi ve dostları yoksa en güzel kitapları yazsa ne olur? Sevincini, derdini, kederini, hayallerini kimseyle paylaşamadıktan sonra…
Sadece yazamazsınız, önce yaşamanız gerekir. İnsanlarla tanışmadan, hayatı tanımadan deniz gören bir balkonda yazmaya oturursanız, sahiciliği yakalayamazsınız. Bu yüzden ne yaşıyorsam önce yaşamaya bakıyorum. Eğer bu öykü bana yazılmışsa elbet bir gün yazarım, diye düşünüyorum.
Tüm bunların yanında yazmaya nasıl vakit bulduğumu soruyorsanız… -Ki siz biliyorsunuz.- Sabahları erken kalkıyorum, 5 - 6 gibi evde kimse uyanmadan salondaki yemek masasında birkaç saat çalışabiliyorum. (Tıpkı sorularınıza cevap verirken yaptığım gibi. 😊)
Öyle çok büyük tepkiler almadım, elbette tepki aldıklarım da oldu ama keşke yazmasaydım dediğim olmadı. Daha doğrusu yayımlanan öykülerimin içinde olmadı, çünkü ince eleyip sık dokuduktan sonra yapabildiğimin en iyisini ve en doğrusunu yaptığımı düşündükten sonra yazdıklarımı okurla paylaşıyorum.   

    Hayat Apartımanı’nın ilk öyküsü, “ Şaheserim”de bir saatçi çırağı, ustasından dinlediği bir hikâyedeki gerçekleşemeyen bir düşü devralır ve onun peşine düşer. Bütün ömrünü ona adar, bu yolda gözlerini kaybeder. İşi çırağına bırakıp evine kapanır, şaheserini gerçekleştirmek için çalışır. Bu arada şaheserini göremeden görme yetisini tamamen kaybetmiştir. Eserini bitirip elleriyle yokladığında mükemmeli yakalayamadığını anlar.
    Ne dersiniz sanatta mükemmeliyete ulaşmak mümkün müdür?

Kestirmeden söyleyeyim, mümkün değil. Bu gün Dostoyevski’yi getirin eline bir eline Suç ve Ceza’yı diğerine silgi ve kalem verin, pek çok ekleme ve çıkartma yapacaktır. O yüzden amaç mükemmelliğe ulaşmak değil de yapabildiğinin en iyisini yapmak olmalı ve her yeni eserinde ezberlenmiş doğru formülleri tekrar etmek yerine kendini aşmaya çalışmak daha iyisini yapmaya çalışmak olmalı diye düşünüyorum. Denerken yanılabilirsiniz -Hindistan diye yola çıkıp Karayip kıyılarına çıkabilirsiniz-, çok kötü eserler de ortaya çıkartabilirsiniz -gemiyle okyanusa açılıp geri dönemeyen nice kaşif olmuştur- ama denemezseniz Amerika’yı keşfedemezsiniz.

   Üç Kişilik Sessizlik ( Hayat Apartımanı) öyküsünde dedeyle torun karşılaştırmalı olarak anlatılıyor. Her ikisi de hem sert, hem eğlenceli. Öykünün devamında deniz kadınla özdeşleşiyor. Onun sakin ve fırtınalı halleri ile kadınların duygularındaki dalgalanmalar verilmek isteniyor(?) Buradan da anneye geçiliyor. Yani imgelerden bolca yararlanılıyor.
   Sanatta neden imgeler kullanırız? Bunun esere katkısı, okura etkisi nedir?

Hayatı doğrudan yaşarız ve yaşarken imgeye ihtiyaç duymayız ama onu, olayı, orayı, o anı vs. birine anlatırken hatta kendimize hatırlatırken dahi imge olmadan tahayyülün gerekleşmesi mümkün olmaz. Okura anlatılanın, duygunun geçmesi için imgelerden faydalanırız.
- Bir kadına âşık oldum! (Okura duygunuzu geçirmeniz mümkün değil.)
- Deniz gibi bir kadına âşık oldum. (Okurun zihninde kâh fırtınalı kâh durgun, deniz gibi mavi gözlü kumsalı gibi sarı saçlı, deniz gibi bilinmez derinine daldıkça şaşırtan vs. vs. bir kadına âşık olunduğu duygusu uyanır.) 
- Akdeniz gibi bir kadına âşık oldum. / Karadeniz gibi bir kadına âşık oldum. (İlkinde okurun zihninde sıcak ikincisinde soğuk bir kadın canlanır.)
- Adrasan gibi bir kadına âşık oldum. / Haliç gibi bir kadına âşık oldum. (Okur olarak aklınızda iki farklı kadın canlanıyor değil mi?) 

    Devamı daha sonra yayımlanacaktır.
   

                          Bu söyleşi Aydili Sanat Dergisi’nin 23. Sayısında yayımlanmıştır.


3 Ekim 2018 Çarşamba

EYÜP TOSUN'LA SÖYLEŞİ

   

Eyüp Tosun; “Bir şeyin peşine takılıyorum, sürüne sürüne geziniyorum. Sonra bir hastalığın sökülmesi gibi çıkıyor metin.”

Söyleşi: Münire Çalışkan Tuğ  

Sizi, ben Öykülem ile tanıdım, ardından Kör Islık geldi. Öykülem edebiyat dünyasında sağlam bir yer edindi kendine. Kutluyorum. Kitabınızı sorularla konuşacağız zaten. Okurlarımızın sizi daha yakından tanımaları için bize kendinizden biraz söz eder misiniz? Kimdir Eyüp Tosun, edebiyat merakı nasıl başladı, neler yaptı, bundan sonra hangi hedeflere doğru yol alıyor?
Edebiyata ilgim öncelikle annem sonrasında da ilkokuldaki Türkçe öğretmenim sayesinde başladı. Okumak çok büyülü bir olaydı benim için, hâlâ öyle. Gayretim de bu yönde esasen, yani iyi bir okur olabilmek, yazı okumaktan sonra gelen bir haz benim için.
Milen Kundera, “Kimsenin söylemediğini söylemek zorunda olduğumuz için yazıyorum. Kimsenin söylemediğini söylemek, herkesin söylediğinin tersini söylemek anlamına gelir. Demek ki, yazmak tersini söylemek zevkidir” diyor. Sizin Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi öykünüz de biraz böyle. Çok yazılmayan, içine pek girilemeyen bir alan. Siz niçin yazıyorsunuz? Yazmanın yaşamınızdaki yerinedir?
Niçin yazıyorum, diye düşünmedim aslında. Sorularla başlayan her şey insanı kısıtlar. Kundera gibi benim de yazmak üstüne net bir şeyler söyleyeceğim zamanlar gelecektir belki ama şu an kesin cümleler kurmak için erken. Şöyle cevap vereyim sorunuza: Kendimi bu dünyaya hem çok bütünleşik hissediyorum hem de çokça uzağım bu dünyanın gerçeğinden. Belki de tam bu noktada devreye giriyor bende yazma meselesi. Yaşamımdaki yeri de buna benzer. Hem hiç yok gibi hem de hep var. Bazen karşımdaki kişiyi dinlemekten bile aciz bırakabiliyorken bazen de aylarca tek bir kelime dahi yazmam. Zaten yazmak meselesi benim kafamda yaşadığım bir hadise, kâğıda dökülmesi çok zaman alıyor.
Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi öykünüzde askerlik yaşamının travmalarını, üstlerin astlara karşı davranışlarını, kurum içindeki sorunlu kişileri ve bunların diğer kişilerde açtığı yaraları işlemişsiniz. Üstelik oraya gelmeden önce yaralı bir çocukluk yaşamış Adem, orada da yara almaya, hiçbir şeyin hiçbir şeyi olmaya devam ediyor. Öykünün sonunda anlıyoruz ki Adem babayı cezalandırmak için firar etmek istiyor? Bu öykü ile ilgili nasıl tepkiler aldınız? Oidupus’tan bu yana, bir insanın yaşamında baba gölgesi nerede duruyor? Kendimiz olabilmek için babayı öldürmeli (mecazen) miyiz gerçekten?
Öykü için sizin sorduğunuz pencereden geri dönüşler almadım açıkçası. Ama bu açıdan değerlendiren, eleştiren olsun isterim. Belki tartışırız da! Babayı öldürmek & yaşatmak meselesine gelince, şahsen kendi içimde bu meseleyi halledebilmiş değilim. Hafif de olsa duygusal olarak hâlâ bir kıpırtı seziyorum, öncelikle bunu tamamen ortadan kaldırıp sonrasında net bir kanıya varabilmeyi çok istiyorum.
Cemil Kavukçu derginiz Öykülem için verdiği bir röportajında “Yazarlık öğretilmez, ama yetenekliyseniz öğrenebilirsiniz. Bunun anahtarı da sizden önce yazılmış kitapların içindedir. Yazar olmak isteyenlere ilk öğretilecek şey, okumadan asla yazar olunamayacağıdır.” diyor. Siz anahtarınızı hangi kitaplar arasında buldunuz?
Çok kitap var. Birini söylesem diğerinin hatırı kalır.
Biraz da Kör Islık’ı konuşalım. Islık, öyküler boyunca farklı farklı imgeler olarak karşımıza çıkıyor ve kitapta anlamsal bir bütünlük oluşturuyor. Konuşamadıklarımız, içimize gömdüğümüz acılarımız, hatırlamaya çabaladıklarımız, bize yüklenen misyonların verdiği delirten acılar, Adem’in aylar önce teslim olmak için nizamiyeden içeri girerken kapıda bıraktığı, küçük dünyalarımız arasına sıkışmış ufacık mutluluk anları… Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi başlıklı öykü de ıslığın ağzından anlatılıyor. Yine ıslık, işitme duyusundan görme duyusuna aktarılarak güzel bir kitap adı olmuş. Kitabın adı nasıl oluştu? Islığın sizin için öneminden biraz söz eder misiniz, desem.
Kitabın ilk adı “Serbest Melankoli”ydi. Bu adı çok sevmiştim. Ama Murat Çelik hiç beğenmeyince ben de sildim gitti. Sonra iki isim daha çıktı. Onlar da olmadı. Son olarak Kör Islık doğdu ve ölmedi. Öykülere sinen ıslık bilinçli olmadı ama. Dosya olarak ortaya çıktığında okuyunca fark ettim. İsim de böylece yakışmış oldu kitaba. Islığın hayatımdaki yeri çok önemlidir. Dayılarım çok küçük yaşta öğrettiler ıslık çalmayı. İki dayım var. Hem ikisi kendi aralarında hem de birkaç arkadaşıyla bazı anlarda ıslık çalarak anlaşırlardı. Çok hoşuma giderdi bu durum. Yıllar sonra bunları hatırlayıp kitabıma isim olarak çağrışım yapacağını düşünmemiştim tabii. Başka yönlerden de ıslığın bazı anlamları var ama şimdilik bununla kalalım…
Kitabınızda göçmenler, dil sorunu, mahalle baskısı, dinsel geleneklerin kişi üzerindeki etkisi, askerlik, yaşadığı topraklardan koparılarak yersiz yurtsuz bırakılan ve geçmişin acılarını hep içinde taşıyanlar, tekrarlanan hayatlar/ birbirinin aynısı olan günler; takıntılar, mutsuzluklar, geçmişe takılıp kalmalar gibi pek çok toplumsal ve bireysel sorunu işliyorsunuz. Sizi bu temaları işlemeye iten nedir? Yazar, suskun kitlelerin konuşan dili midir? Ne dersiniz?
Yazar nedir, kimdir bunu ben bilemem ama benim gayretim; eksik, aksayan ve ukde olarak kalmış hayat yumrularını anlatabilmek. Bahsettiğiniz hiçbir temayı planlı, hesaplı seçmiyorum. Yaşarken, okurken, izlerken veya hatırlarken beni yakalayan ve yazmaya mecbur bırakan şeylerin peşinden gidiyorum.
Münir Bey, hem teknik hem de içerik olarak ilginç bir öykü. Ayrıca beni çok etkilediğini de belirtmeliyim. Birçok yolculuğa çıktım öykü boyunca. “Kuşların ıslığında teselli arasın diye onu sakalarla baş başa bırakıp çıktım dükkândan” cümlesi ile, Sait Faik’in “Hişt Hişt”, doğa insana iyi gelir diyen sesini duydum. Kurban kesimi sırasında Münir Bey’in cebinden çıkardığı makas ve tarakla Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi’sindeki dedenin kutsal saydığı geyiği vurma sahnesi canlandı gözümde. Öyküyü çok da açık etmeden şöyle sorayım:
Bize yüklenen misyonlara, dayatmalara, mahalle baskısına neden hayır diyemiyoruz? Sanat/edebiyat, istemediğimiz, yapamayacağımız, yaparsak bizi yaralayacak dayatmalara karşı durma konusunda bize yeni yollar açabilir mi?
Öncelikle çok teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. Ayrıca Cengiz Aytmatov vurgusu çok hoşuma gitti, çünkü benim yazarlarım arasında önlerdedir. Tabii açar, hem de çok fazla yollar. Sanat/edebiyat dediğimiz şey de bu yüzden var. Bazen bir gerçeği en yakınımıza bile anlatamayabiliyoruz; çünkü sözlü iletişim her zaman sağlıklı sonuçlar vermiyor. Doğal olamıyoruz her zaman, bu bile büyük mesele. Ama bir sanat/edebiyat eseriyle baş başa kalıyoruz ve iç hesaplaşmamız giriyor devreye. O yüzden kişilerden çok eserler etkiledi yüzyıllardır insanları. İnsan, sustuğu yerde yazar, yazdıkları bağırarak yankılanır.
Kısa’lar bölümündeki “Perdesiz Aile Manzaraları -2” adlı bir cümlelik çarpıcı öykünüzde “Sosyal medya bildirimleri tüm sesleri bastırıyordu.” diyorsunuz. Peki, edebiyat sosyal medyadan nasıl etkileniyor? Sanatın ve sanatçının seslerini de bastırıyor mu sosyal medya?
Hepimizin konuşması gereken bir mesele bu. Bence hem olumlu hem de olumsuz yönleri var. Ben kendi adıma hem iyi hem de kötü besleniyorum sosyal medyadan. Kimsenin sesini bastırdığı yok. Orası sanal bir dünya bunu unutmamak gerek, gerçek hayattaki gibi değiliz orada.
Kısa’lardan söz açmışken, kısa öykü türü yeni yeni rağbet gören bir kulvar. Hayatın hızı metinleri de kısaltıyor gibi. Kendini öyküdeki olay akışına bırakmaktan haz duyan bazı okurlar da kısa öyküden uzak duruyor sanki. Bana göre kısa öykü okura metin içinde daha çok alan açıyor. Okura, öykünün önünü, ardını, ara boşluklarını doldurma konusunda davetiyeler çıkarıyor. “Sen de öykünün bir parçası ol, kendi istediğin biçimde geliştir.” diyor. Siz nasıl tepkiler aldınız kısa öyküleriniz için?
Açıkçası çok da olumlu tepkiler almadım. Çoğunluk, “Kısa’lar”ı beğenmedi ya da kendi kafalarında bir yere oturtamadı. Aslında illa bir yere bağlama, anlamlandırma çabasını da çok doğru bulmuyorum. Biz de çok denenen ve başarı sağlanan bir alan değil zaten. Benim de bunlar oldu, alın size çok çok kısa öyküler ısrarım asla olmadı, olmaz. Şu var ki, bunlar bende böyle cereyan etti ve kendilerini bu şekilde tamamlattılar. Benim gözümde onlar da birer metin. Olmuştur, olmamıştır bunu bilemem.
Kitabın son öyküsü “Dünya Tutulması”nda “İp la bu, bitti işte. Kız uluorta kaldı öylece. Bense elimde bir top yün iple öylece çakıldım durduğum yere. Bu da benim dünya tutulmam oldu.” diyor anlatıcı. Bir iple düşlere dalma. Öykü yazma da öyle değil mi? Bir sözcük aklınızı çeler, onun ardına düşersiniz, günlerce sizinle gezer, bir anlamda dünyanız tutulur ve sonunda öykü ortaya çıkar. Ne dersiniz, nasıl çıkıyor bir öykü, ete kemiğe nasıl bürünüyor?
Aslında çok güzel anlatmışsınız, tam da böyle oluyor bende. Kör Islık’ta beş yılda yazılan öykü de var, beş saatte yazılan da. Bir şeyin peşine takılıyorum, sürüne sürüne geziniyorum. Sonra bir hastalığın sökülmesi gibi çıkıyor metin. Beni ikna ediyorsa kalıyor, etmiyorsa siliniyor.
Kümbül de kitaptaki güzel öykülerden biri. Galip üniversitede araştırma görevlisi olunca eski çevresinin ona yaklaşımı değişiyor. “Taşrada doktor veya akademisyen, yani afili bir meslek sahibi oldun mu yandın; artık hayatın hep misafir gibi geçecek demektir. Hep el üstündesin, hep göz önünde. Sanki herkesin elinde bir çift terlik var da seni rahat ettirmek için çabalıyorlar.” cümlelerinden hareketle sormak isterim. Bir yerlere gelince eski tutunduğumuz, kendimizi mutlu eden yerlerden kopuyor, yalnızlaşıyor muyuz? Kitabı yayımlanmadan önceki Eyüp Tosun’la kitaplı yazar Eyüp Tosun arasında, size yaklaşım konusunda, bir değişiklik gözlemlediniz mi? Yakın çevreniz, dostlarınız arasında, ellerinde hep bir terlikle karşılayanlar oldu mu sizi de?
Henüz olmadı! Şaka bir yana hep belirttiğim gibi yazmayı/yazarlığı hiçbir zaman öncelik yapmadığımdan benim için değişen hiçbir şey olmadı.
Kitabınızda, ‘aforizma’ da diyebileceğimiz felsefi ağırlığı olan pek çok cümle var. “Kesik bir dil üretti modern hayat. Dilimiz yaraymışçasına eksiltili sözcükler, insan babası ölünce ona benzemeye başlıyor. Kendimi değil sizi tekrar ediyorum.” bunlardan bazıları. Edebiyat –felsefe ilişkisi konusunda neler söylemek istersiniz?
İnanın asla bilinçli yapmadım bunları. Hatta yakın dostlarım bilir, özellikle bunları temizlemek için çok çaba sarf ettim. Aforizma ya da insanların bu yönde adlandırdığı cümleleri bile isteye kurmadım/kurmuyorum. Yeri gelmişken de birkaç şey söyleyeyim: Böyle yakıştırma yapıp acımasızca eleştirenler oldu/oluyor. Camus’yü, Tanpınar’ı veya bir ton yazarı da çöpe atmamız lazım eğer böyle sığ bakacaksak bu “aforizma” meselesine. Bence bütünsel olarak değerlendirilmeli eserler. Bir şey cımbızlayıp kitabı/yazarı harcamak benim nazarımda asla iyi bir okur melekesi değil. Edebiyat-felsefe ilişkisine gelince, ister istemez her kurguda ucundan felsefeye bulaşıyoruz. Bunları bazen fark ediyor, bazen fark edemiyoruz. Felsefe kelimesinin başlı başına anlamı bile yetiyor zaten edebiyata. Yazarlar da hep arıyor, hep bir şeylerin peşindeler…
Metruk Şifa, bir apartmanda yaşayanlar üzerinden bir Türkiye panoraması çiziyor adeta. Birbirini izleyenler, denetleyenler, takıntılı komşular, emekli olsa bile üniformasını bir mevki aracı olarak görenler, KPSS’ye hazırlananlar, yaşamak istedikleriyle yaşadıkları örtüşmeyen mutsuz insanlar, birbirinin aynısı yaşanan günler, geçmişe takılıp kalanlar vb. Geniş oylumlu bir romanı kapsayacak bir içeriği, yığıntı hissi uyandırmadan bir öyküye sığdırma ustalığını kazanmış bir yazar var karşımızda. Bu öyküden, Eyüp Tosun’un romana giden ayak seslerini duyar gibiyim. Var mı böyle bir proje? Çalışma masanızdakileri bizimle paylaşır mısınız?
Aslında “Metruk Şifa” bir romanın değil belki ama bir novellanın taslağı olarak gelişiyordu. Yapamadım. Roman yazmayı şimdilik becerebileceğimi düşünmüyorum. Novellayı da kotaramamış oldum. Şu an için masamda tek kelime dahi yok. Kitap çıktığından beri müthiş bir tıkanma içerisindeyim. Ne zaman normale dönerim bilmiyorum ama şikâyetim yok. Dosya sürecinde birkaç güzel hikâye vardı aklımda, belki onlar yine gelir bulurlar beni, bekliyorum.
Edebiyat dünyasına kattığınız, bundan sonra katacaklarınız değerler ve zaman ayırıp sorularımıza verdiğiniz yanıtlar için teşekkür ederim. 
Ben size teşekkür ederim. Kitabı çok güzel okumuşsunuz. Sorularınız beni çok mutlu etti. Sağ olun, sevgiler.                              
Eylül  2018- 46.Sayı