EVDE YOKUM BEN
Münire Çalışkan Tuğ
“Kelebek güzelliğinde yaşamalı insan, onun
kanatlarında okşamalı baharın taze renklerini. Bir gün de olsa tadına
varabilmek için aşkın, feda edilebilmeli ömrün geri kalanı.”
Günlüğü karıştırırken onunla tanıştığım
gün yazdığım bu satırları okuyup gülümsüyorum. “Hayal bunlar.” diyorum,
“Ayakları yere basmayan ergen cümleleri. “Yaşadın işte aşkı, uçtu gitti aşkın
kelebeği, kolaysa feda et şimdi ömrün geri kalanını.”
Yıllardır tüm
sevinçlerimi, üzüntülerimi yazdığım, bir sürahi gibi içimi boşalttığım
günlüğümden yeni bir sayfa açıp yazmaya başlıyorum.
“ Aşka açılan tüm
kapılarımı sımsıkı kapatıyorum bugün, perdeleri çekip, kapıya kilit üstüne
kilit vuruyorum. Zili de mi iptal etsem? Neredeyse içime gün ışığının sızmasına
engel olacağım. Kendimi oksijensiz bırakıp içimdeki eski beni öldüreceğim.
Kimse için üzülmek
yok bundan sonra. Kendimi unutup başkaları için çözümler üretmek, kimsenin
dertlerini dinlemek istemiyorum. Şimdiye kadar yürüdüğüm yolları, geçtiğim
caddeleri, saptığım ara sokakları; gittiğim tiyatroları, sinemaları, sergileri
bir bir silmek istiyorum belleğimden. Kendimi sıfırlamak istiyorum. Belki de
eski beni öldürmek, ondan hiçbir iz bırakmamak, arınmış olarak yeniden doğmak,
küllerimden yeni bir ben yaratmak
.
Yeniden doğmak
istiyor muyum gerçekten? Peki, bunu
yapabilseydim nasıl doğar, nasıl büyür, hayata nasıl hazırlardım kendimi?
Kimlerle dost olur, nelerle uğraşırdım, hangi filmleri izler, hangi kitapları
okurdum? Telefon rehberime kimlerin adını kaydederdim, evimin kapıları hangi
mekânlara açılırdı, adresimi kimlere verirdim? Keyifli bir akşam sofrasına ilk
davet edeceklerim, ya da hiç çağırmayacaklarım kimler olurdu? Kadehimi kimlerle
birlikte kaldırırdım yaşanası günler için?
Bugünden itibaren,
bana bir şey katmayan, bugüne kadar sırtımda yük gibi taşıdığım, dertlerini
dinlediğim ama beni hiç dinlemeyen, zor günümde yanımda olamayan insanların
ayak izlerini siliyorum yürüdüğüm yollardan, sahte gülüşlerini, içtenliksiz
merhabalarını siliyorum.
Eski sevgililerimi
bir bir idam ediyorum evimin içine kurduğum darağacında. Sonra karşılarına
geçip ışığı sönmüş ve kocaman açılmış gözlerinde kendimi görüyor, ürperiyorum.
Korkumu yenmek için kahkaha ile gülüyorum. Kulaklarım uğulduyor, derinden gelen
sesler duyuyorum. Evin çatlaklarından sızan sesler, duvarlardan içeri giren
sesler. Açılıp kapanan ama ne söylediği anlaşılmayan ağızlardan çıkan sesler…
Yarın yeni bir gün
olmalı benim için. Kendim için yaşayıp, ışıltılı
sabahlara uyanmalıyım bundan sonra. Yaşamımda değişmeyen tek şey bu deftere
yazmaya devam etmek olmalı. Kalemim ve defterim, sizlerle beraber yürümeye
devam edeceğim.”
Masadan kalkıp
kütüphaneyi gözden geçiriyorum. Bazı kitaplarla da ayıracağım yollarımı. Geri dönüşüme
gitmeli kimileri. Mutlu bir yaşamın kuralları konusunda ahkâm kesen, ama
anlattıkları, yaşamla örtüşmeyen tüm kitapları tek tek ayıklıyorum. Depodan
getirdiğim kolinin içine atıyorum onları raflardan çıkarıp.
Sıra mutfakta, bir
kermesten yardım olsun diye aldığım tencere, Ahmet’in, doğum günümde aldığı fincan
takımları, çekmecelerde yıllardır duran ama hiç kullanmadığım birkaç kepçe,
tuzlukların bir kısmı, şimdiye kadar atmaya kıyamadığım teflon tava… Önce mutfak masasının üzerine yığıyorum
hepsini. Sonra büyükçe bir çöp poşeti çıkarıp içine doldurup poşeti kapıya
koyuyorum. Arkadaşlarımın bende kaldıklarında unuttukları kazaklarını, rujlarını,
pijamalarını da tıkıyorum içine.
Ev darmadağınık.
Atacaklarım bitince sıra onu toplamaya gelecek. Buna geçmeden önce bir kahve
yapıyorum kendime, salona geçip müzik setinden Vivaldi’nin dört mevsimlerini
açıyorum. Dinlerken, “Beşinci bir mevsim olmalı.” diyorum. “Diğer dört
mevsimden bunalanların sığınacağı, yeni bir yaşama başlayacakları.”
Sonra düşünmeye
başlıyorum beşinci mevsim üzerine. “Nasıl olmalı beşinci mevsim? Bilinen hangi mevsimlerin arasında yer
almalı, havası, suyu, rüzgârı nasıl olmalı? Günleri mi, geceleri mi daha uzun
olmalı beşinci mevsimin? Neler sunmalı
insana?”
Bunları düşünürken, hep mevsimlerin bildiğim
özelliklerinden hareket ettiğimin ayırdına varıyorum. Ürküyorum, yeni bir yön
vermeye çalıştığım hayatımın da şimdiye kadar yaşadıklarıma benzer olmasından
korkuyorum.
“ En iyisi kendimi
müziğe bırakmak.” deyip gözlerimi kapatıyorum oturduğum koltukta. Müziğin
ritminden “Sonbahar.” diye geçiriyorum içimden. Mutluluk, huzur ve dinginlik içinde
salınıyorum doğanın kucağında. İşte kışa geçti. İçim dalgalanıyor,
karanlığa doğru çekiliyorum. Önce ürperiyor sonra üşüyorum. Baharı bekliyorum
umutla. Baharın tazeliğini yeşilini, düşen yağmur tanelerini tenimde
duyumsamak istiyorum.
Bahar alıp götürüyor beni. Ayaklarım yerden
kesiliyor. Yerçekimini hissetmiyorum. Tüy gibi hafifim. Bulutların üzerine
hızla çıkıp sonra yavaş yavaş iniyorum. Tekrar
tekrar dinliyorum. Bitmesini istemiyorum. Sonra vazgeçiyorum beşinci mevsim
isteğimden. “ Bahar iki mevsim uzunluğunda olmalı.” diyorum.
Bilincimi silip
süpürüyor müziğin tınıları, bedensel, zihinsel ve ruhsal olarak arındığımı
hissediyorum. Sıfırdan başlamayı planladığım yaşamımda ilk yol arkadaşımı
seçiyorum. Müzik.
Kahrolsun, kapı mı
çalıyor. Zili iptal etmedim mi ben? Çalsın, açmıyorum. Çalıyor mu, yoksa bana
mı öyle geliyor? Nefessiz durup dinliyorum. Ses yok. Odaya gelip kendimi müziğe
bırakmak istediğim de tekrar zili duyar gibi oluyorum. Kimseyi beklemiyorum ki
ben. Gidip açacağım ve evde olmadığımı
söyleyeceğim.
Hışımla açıyorum
kapıyı. Kimse yok. Bu sefer ben çalıyorum zili. Sonra da “Evde yokum ben!” deyip kapıyı kapatıyor, zili
iptal ediyorum. Odamın içinde Mevsimler’in dinginlik veren tınısı. Tekrar
günlüğün başına dönüyorum.
“ Hayat, hatırla beni, sana döndüm.”