25 Temmuz 2017 Salı

PORTAKAL KOKUSU


                                      PORTAKAL KOKUSU
                                                                 
                                                                Münire Çalışkan Tuğ
 
      Kara gözlüklü, takım elbiseli adam, kolundan kavramış, sürükler gibi götürüyordu Selami’yi. Bir yandan da  “Gözlerini ve kulaklarını açacağına burnunu açtın tazı gibi öyle mi?  Anlaşılan mideye çalıştın, görevini yapmak varken.” diye söyleniyordu.  Karanlık koridorun sonundaki kapıyı açıp içeriye hızla itti ufak tefek, çelimsiz adamı.   “Getirdim bok torbasını, biz biraz ifadesini aldık, sıra sende.” dedi içerde bekleyen iri yarı adama.
   Selami yüzüstü kapaklandı odanın ortasına. Burnunda şiddetli bir acı duydu. Düştüğü yerden kalkmak için debelenirken bir tekme indi sağ böğrüne. “Kalk!” diye bağırdı buyurgan ses. “Anlat, nasıl kaçırdın?”
    Sağ kolunu yüzüne siper ederek ürkek bakışlarla yavaşça doğruldu Selami. Burnundan akan kan ağzına doluyor,  çenesinden boynuna doğru ılık ılık akıyordu. Korkudan ve acıdan titreyerek solgun gözlerle baktı “Baba” dedikleri adama. Mırıltıyla bir şeyler söylemek istediyse de sözcükler cümleye dönüşemeden sönüp gitti, kanla dolu ağzının içinde. Bir külçe gibi yere yığıldı. Baba tüm hıncıyla tuttu ensesinden, başını kaldırdı, taş gibi yumruğunu inleyen adamın yüzüne, gözüne, kulaklarına indirmeye başladı. Bir yandan da “Ben sana gözünü ve kulağını açacaksın, demedim mi?” diye bağırıyordu.
    Sağ kulağına inen yumrukla bir anda tüm gücü kesildi, büyük ve sarsıcı bir uğultunun içinde kıvranmaya başladı. Beyninin içinde şimşekler çakıyor, acı tüm bedenine bir kılıç gibi saplanıyordu. Baba, ensesinden tutarak darbeler indirdiği adamı savurup attı duvarın dibine.  Savrulduğu yerde top gibi yığılıp kaldı genç adam.  “ Aklın başına gelsin biraz!”  deyip kapıyı gürültüyle kapattı, insan azmanı, iri yarı adam.
    Selami, ne söylenenleri duymuştu, ne de kapının gümbürtüyle kapanışını. Beynini delen bir uğultuyla, hızla dönüyordu her şey ve gözlerinin önünde uçuşan siyah noktalar.  Neden sonra yavaşlar gibi oldu dönüş, uğultu azaldı, beynine bir rahatlama yayıldı. “Gidiyorum.” diye düşündü. “Buraya kadarmış.”  Gözlerini açmayı denedi,  sağ gözü açılmıyordu. Kıpırdamaya çalıştı, beceremedi. Tavandaki ampulün cılız ışığını görünce “Yaşıyorum.” diye geçirdi içinden. Sol gözünün erişebileceği yerlere baktı. Duvarları rutubetten kararmış, penceresiz bir odadaydı. Derin bir nefes alarak çevreyi koklamaya çalıştı; göğsünün altına bir bıçak saplanır gibi oldu. Duyduğu acının şiddetiyle kapattı gözünü.
   Neden sonra, burnuna bir çay kokusu geldi, ardından çayın yerini portakal kokusu aldı. Bedeni gevşedi, sanki bütün acıları dinmişti. Portakal kokusuyla dolan ciğerleri ve gülümseyen yüzüyle kendinden geçti.
   Kendine geldiğinde, savrulduğu yerde öylece yatıyordu. Acıları ve ağrıları biraz azalmış mıydı, yoksa ona mı öyle geldi, bilemedi. Doğrulmaya çalıştı. Ağzını dolduran yumuşak, jölemsi maddeyi tükürmek istedi, yapamadı, yuttu. Eli, kolu, bacakları kıpırdamıyordu. Aralayabildiği sol gözü yine tavandaki ışığı gördü. “Ölmedim, ışığı, duvarları görüyorum, hem ölmüş olsaydım, daha öncekiler gibi, çoktan ıssız bir yere bırakılmıştım.”
    Gözünü tekrar kapattığında on altı yaşını sürdüğü günlerde buldu kendini. Gün boyu çalışıp yorulmuşlar, akşam olunca da komşularının çardağında mısır imecesinde toplanmışlardı. Ortaya boşalttıkları mısır koçanlarını soyuyor, birbirine bağlayıp çardağın duvarlarında önceden hazırlanan yerlere asıyorlardı. Şarkılar, bilmeceler, yer yer müstehcen fıkralar eşliğinde günün yorgunluğunu unutuyor, neşe içinde çalışıyorlardı. Çardağın köşesine yerleştirilen bakır semaverde demlenen çayın kokusu, köz ve duman kokusuyla harmanlanarak ortalığa yayılıyor, işin bir an önce bitmesi için güç veriyor, eller daha da hızlanıyordu.

  Yine böyle gecelerden birinde ev sahibi Ayşe Kadın’ın otuz yaşlarındaki dul kızı Münevver, Selami’ye gizlice göz kırparak, “ Hadi Selami, ne o öyle, kadın gibi mısır soyuyorsun, gel çay servisini yapalım.” diyerek onu kolundan tutup içeriye çekmişti. Mutfak masasının üzerinde, soyulmuş, dilimlenmiş ve tabaklara yerleştirilmiş portakallar duruyordu. Münevver, çapkın bakışlarla Selami’nin eline portakal tabaklarını tutuşturmakla kalmamış, portakal kokulu parmaklarını da dayamıştı onun burnuna. “ Kokla, bak, nasıl güzel kokuyor!”  Selami neye uğradığını şaşırmıştı.  Bir anda nefesi kesilmiş, damarlarından kanı çekilir gibi olmuş, bulunduğu yere yığılıvermekten  korkmuştu.
    “Onları çardağa götür, yine gel!” dedi Münevver. Selami tekrar içeri geldiğinde,  bir dilim portakalı dudaklarının arasına yerleştirmiş, “Yarısı senin.” der gibi başını ileriye uzatmış bekliyordu. Selami ne yapacağını bilememiş, öylece kalakalmıştı. Münevver hızla ileriye atılmış, onu kendine çekmiş, dudaklarından öpmüştü. Alev kızılına dönen kulağına eğilerek, “Gece seni serende bekliyorum, şimdi git, kimse bir şey anlamasın.” diyerek çay bardaklarını koyduğu tepsiyi eline tutuşturmuştu.
    Canlanan bu anıyla güç bulduğunu sandı Selami. Sol gözünü yine açtı. Sarı, cılız ışık, ıslak ve nemli duvarlardan başka bir şey göremedi. Başını oynatmaya çalıştı, derin bir nefes aldı, ne portakal kokusu vardı, ne de semaverde demlenen çay.
  “ Ah Münevver!” diye geçirdi içinden. “Sen o adamla kaçıp gitmeseydin, ben de seni bulmak için bu koca kente gelmez, onun karanlıklarında kaybolmazdım. Bak ne haldeyim şimdi, portakal kokulu parmaklarının ardına düşüp öldüm ben.”
   Kesik kesik inlemeye başladı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Ergenliğinin masumiyetine değen, onu peşine takıp sürükleyen portakal kokulu anılardaki görüntüler, kim olduğunu tam bilmediği, kendilerine “Baba, abi” dedikleri adamların verdiği gizli görevlerle izlediği, dinlediği kişilerin görüntülerine karıştı.
    Baba’ya getirilen rapor işe yararsa iyi para görürdü cebi, bir de işler yolunda gitmezse, kimse aç mı, tok mu olduğunu sormazdı bile. Verdiği bilgilerle ne çok insanın canını yaktığını düşünmemişti bu güne kadar, o sadece emirleri uygulamış, karnını doyurmuştu. Bir de hep Münevver’i aramıştı sokak sokak.
   “ Gözünü ve kulağını iyi aç, işin sonuna geldik, bunu da hallet, bir daha böyle görevler vermeyeceğim sana, anlayacağın terfi edeceksin.” demişti Baba.
   Aldığı görevle önce genç adamın evinin önünde beklemiş, sonra da ardına düşmüştü Selami. Aynı durakta beklemişler, aynı otobüse binmişlerdi. Genç adam otobüsteki boş yere oturmamış, Selami’ye işaret etmiş, kendisi de onun yanı başında ayakta durmuştu. Her şey yolundaydı, nereye gittiğini, kiminle buluşup görüştüğünü görebilecek,  Baba’ya anlatacaktı. Çapraz koltukta oturan orta yaşlı kadın o portakalı soyup yanındaki küçük çocuğa dilimleri uzatmasa, portakalı soyduğu parmaklarını burnuna götürüp koklamasa bunların hiçbiri olmayacaktı. Onlara daldığı için genç adamın otobüsten indiğini görmemiş, izini kaybetmişti.
   Kapının açılmasıyla irkildi. Sert adımlar yaklaştı, böğrüne dayanıp silkeledi. İnledi Selami. “Yaşıyor, akşam kararınca arabaya koyar, öncekileri bıraktığınız yere bırakırsınız.” dedi Baba yanındakilere. Sonra Selami’ye gözdağı vermek ister gibi  “ Konuşursa başına gelecekleri biliyor, ötenlerin hepsini eşek cennetine göndermedik mi?”
  “Demek öldürmeyecekler. Konuşmak mı, canımı kurtarayım yeter” diye geçirdi içinden. Kapı kapanınca sık sık gördüğü rüyayı anımsadı. Rüyasında keçi kılığında sarp kayalıklara tırmanır, ağaçların yeni sürgünlerini bir bir koparıp yerdi. Cesurdu, bir tehlike sezdi mi kulaklarını iki yana açar, kendini bulunduğu yara sabitler, gözlerini diker, nefes bile almadan dakikalarca çevreyi incelerdi. Kayalar ayaklarının altında parçalanırken rüya değişir, Selami insana dönüşürdü. İnsana dönüşür dönüşmez, onlarca kulak kendinden ayrılır, her yana saçılırdı. Duvarlar, otobüs durakları, fabrika çıkışları, pastane önleri onun kulaklarıyla dolardı. Onları toplayıp yerine takmak istediğinde, kulaklar zıplayarak kendinden kaçar, değdikleri yerlerde kocaman kan damlaları bırakarak uzaklaşırdı.  Selami bir türlü yakalayamazdı kulaklarını.
    Kulak yerlerinde açılan boşluklardan giren sesler beynini yakar, gözlerini zorlar, önce göz bebekleri dışarı fırlar, havada uçuşarak kulaklara yetişirdi. Sonra gözlerinin beyazı akardı.  Yanaklarından süzülen beyazlar, ayaklarının ucuna iner, Selami yürüdükçe, ardında beyaz bir çizgi oluşur, akan gözlerin yerinde kocaman iki çukur açılırdı.
    Selami’nin keçi olmak hoşuna giderdi, ama hemen arkasından kâbusa dönüşen bu rüya onu çok korkuturdu. Kan ter içinde uyandığında gözlerini ve kulaklarını yerli yerinde görünce rahatlardı. Şimdi, acılar içinde, kendisini alıp götürecek ve ıssız bir yere bırakıp uzaklaşacak arabayı beklerken o rüyada olmayı ne çok isterdi.

                                        






ASFALT NECLA

                                                     

                                                           
                                                          
                                                               ASFALT NECLA
                                                                                        
    Yıllardır, alışılanın tersine,  kadın görünümlü bir korkuluk duruyordu asfalt yolun kenarındaki salaş kulübenin bahçesinde. Şimdiye kadar bilinen korkuluklar;  giydirilen pantolon, ceket ve başına kondurulan şapka ile hep erkek figürüydü.  Toprakla bütünleşmiş görüntülerini, ellerinin devinimini, onlar ekip dikerken kimi bir ağaç dalından, kimi de bir tümseğin üzerinden izledikleri, neşeli ötüşleriyle çalışmasına eşlik ettikleri bir kadının korkuluk biçimine girmiş halinden korkar mıydı bahçeye dadanan kuşlar?  Hoş erkeklerden de korkmuyorlardı ya. Kimi zaman tepesine, kimi de iki yana açılan kollarına konar, dikkatli bakışlarla çevreyi taradıktan sonra, ona meydan okurcasına, kuyruklarını aşağıya eğip korkuluğun denk gelen yerine kakasını yapar, hızla ağarlardı domateslerin, fasulyelerin, kabakların arasına.
   Çevresi;  yer yer çürüyüp yosun bağlamış, rengi kararmış, sivriltilmiş uçlarına konserve, salça kutuları ve yumurta kabukları geçirilmiş tahta parçalarıyla sarılmış bahçedeki kadın taklidi korkuluk,  beyaz başörtüsü ve çorapları, divitin kumaştan çiçekli elbisesi, elbisenin üzerine geçirilmiş uzun hırkası, giysilerin içindeki bedeni simgeleyen ağaç aksamı ile bekliyor yolun kenarında. Sırtını yüksek dağlara dayayıp eteklerini denize uzatmış bu sahil kasabasında kamyonlar geçiyor asfalt yoldan.  Kimi sağa, kimi sola giden, kimi demir yüklü olduklarından ağır ağır, kimi de yükünü henüz almadığından hızlı kamyonlar, kulübenin önünden geçerken korkuluğu selamlar gibi yavaşlayıp sonra yollarına devam ediyorlar. Hani uğrak yerleri vardır yol kenarlarında, orada mutlaka durulur,  bir çay içilir,  biraz soluklanılır,  oraya özgü lezzetler tadılır, onun gibi bir şey işte. Şehir kaçkını, yorgun ve küskün korkuluk, saplandığı toprağa tutunmaya çalışırken, kol niyetine uzanan ağaç aksama geçirilen çantasıyla bir yandan da gitmeye, yoldan geçen kamyonlara atlamaya hazır bir yolcu gibi bekliyor yolun kenarında. Bir korna, bir el hareketi, belki de sırıtkan bir gülüştü beklediği.
  Korkulukla özdeşleşen bir kadın olmak, kim bilir belki de, badireler atlatmak, korkularla yüzleşmek demektir. Korkutmak için korkuları aşmak, rüzgârlara, fırtınalara direnmek, yağmurda ıslanıp ayazda titremek, bütün bunların üstesinden gelebilmek için de kendi kendine şarkılar, türküler söylemek.  Ya da korkularını kâbusların kucağından kurtarıp hayatta kalabilmek, bir dillim ekmek ve çocuklarının okul masraflarını çıkarabilmek için, yoldan gelen geçeni selamlamak, aç bir çağrıya uyup dağ yamaçlarında ağaç diplerine yatırdığın bedenini hoyrat ellere teslim etmek. Sonrası içki ve sigara kokan nefesleler, yağlı vücutlar, aceleci, iş bitirici devinimler; yıpranmış, kenarları yırtılmış, kirli paralar…
  Sabun kokulu iç çamaşırlarını, beyaz çoraplarını, kendisiyle neredeyse bütünleşmiş siyah eteğini, kalçalarından aşağıya kadar sarkan, rengi değişse de modeli hiç değişmeyen hırkasını giydi Necla.  Çantasını koluna taktı. Kulübenin kapısını açtı.  Yorgun bedeni, pörsümüş derisi, bir parantezi andıran bacakları, kısacak saçlarıyla kapıda durdu.  Işıltısını çoktan yitiren gözleriyle önce yola baktı uzun uzun, ardından toprağın üstünde yatan korkuluğa.       ” Bu korkuluktan tek farkım nefes alıp veren bir bedene sahip olmam. Onun da benimkiler gibi eklemlerinden gıcırtılar geliyor, o da acı çekiyor. Kolay mı bu kadar yağmura, soğuğa, rüzgâra dayanmak, düşüp düşüp yeniden ayağa kalkmak.” diye düşündü. Yorgun bedenini sürüyerek korkuluğun yanına geldi, onu doğrultup toprağa dikti. Dibine koyduğu taşı ayağıyla sıkıştırdı. Hırkasını, sol kola astığı çantayı düzeltti.  Sağ kolunu her zamanki gibi yukarıya kaldırıp sabitledi. Bu kol “ Buradayım, hazırım.” demekti. Sonra uzun uzun izledi eserini. Onun kaygısız ve korkusuz duruşuna özendi, kendi vücudundaki morlukları onarmak istercesine dokundu ahşabın nemli yosunlarına. “Şanslısın” dedi. “ Senin kollarına kuşlar konup cıvıldaşıyor gün boyu, benimse üstümde kocaman göbekli adamlar tepiniyor, hoyrat elleriyle kanatıyorlar bedenimi. Köpeğe kemik atar gibi yüzüme fırlatılan kirli paralar onların vicdanını rahatlatırken ben çürüyorum günden güne. Korkuluk bile olmayacak benden geriye kalandan.”
  Necla düşüncelere dalmışken Vuruzat’ın yüklü kamyonu göründü asfalt yolda. Toparlandı, ayağa kaldırdığı korkuluğu yatırıp bahçe kapısına çıktı. Bekletmeye gelmezdi Vuruzat’ı.  Hep aceleci ve asabiydi. Karısıyla kavgalarının acısını kendisinden çıkarırdı çoğu zaman. Kapı olarak kullandığı çalıları kenara çekip yavaşlayan kamyona atladı. Gaza bastı Vuruzat. Kasabanın dışına çıkınca kamyonu kenara çekip durdu. Necla’yı kolundan tutup sürükledi çalılıkların içine.  Çalıların arasındaki fareler ve kertenkeleler biraz sonra Necla’nın bacaklarından akacak taze hücreli, sümüksü sıvıyı koklamanın hazzıyla kaçışıp beklemeye başladılar.
   Vuruzat, araba yağına bulanmış pantolonunu indirdi. Kocaman göbeğinin üstüne çektiği kirli atletiyle abandı Necla’nın üzerine. Nefesi sigara ve içki kokuyordu. Hiç fırçalamadığı dişleri sapsarıydı. Dipleri kapkara tırnaklarını Necla’nın etine daldırıp daldırıp çıkarıyor, ama bedeni bir türlü uyanmıyordu. Sinirlendi. “ Kart karı, bu ne hal lan, köpek bile uyanmaz bu vücut karşısında, kıpırda biraz!” diye bağırdı. Necla, girişimleri sonuç vermeyince alttan almaya, Vuruzat’ı sakinleştirmeye çalıştı.  “ Gerginsin, para da verme bu sefer,  başka zaman…”  dediğinde, Vuruzat, bedeninin işlevsizliğinin tüm hıncını ondan çıkarmak ve adının hakkını vermek istercesine Necla’ya vurmaya başladı. Necla uzanmış, acılar içinde kıvranırken çalıların içindeki soda şişesi çarptı Vuruzat’ın gözüne. Hızla kalktı Necala’nın üzerinden, şişeyi aldı. Mademki onun bedenini uyandıramıyordu bu kart karı, o ne yapacağını bilirdi.
  Necla kanlar içinde yatarken Vuruzat pantolonunu giydi, bir sigara yaktı. Sendeleye sendeleye yola indi. Kamyona binip gaza bastı. Hırıltıyla uzaklaştı kamyon. Necla kamyonun uzaklaştığını anlayınca zorlukla toparlandı. Bacaklarından kanlar sızıyordu, Düşe kalka asfaltın kenarına geldi, oracıkta bayılıp kaldı. Yılların Asfalt Necla’sı yolun kenarında, kendini görüp kurtaracak birilerinin olup olmadığını bilmeden kanamaya devam ederken, fareler ve böcekler Necla’nın toprağa sızan kanını koklamaya başlamıştı çoktan.
  Şeref çocuğu ve karısıyla kayınvalidesinden dönüyordu. Yolun kenarında kanlar içinde yatan Asfalt Necla’yı gördü. Önce ikirciklendi durup durmamakta. Arka koltukta oğluyla oturan karısına baktı, onun yüzündeki ifadeden karısının da gördüğünü, yardım etmek istediğini anladı, ama oğlunun bu manzarayı görmesini istemediği için yola devam etti.  Eve gelip karısını ve çocuğunu indirdi. ” Siz geçin eve, gelirim ben.” deyip geri döndü. Fatma sevgiyle baktı Asfalt Necla’yı kurtarmak umuduyla geri dönen kocasına.
   Kimseye zararı yoktu Asfalt Necla’nın. Üstelik ilkeli çalışır, kasabadan hiçbir erkeği kendine yaklaştırmazdı. Kasabanın kadınlarının sigortası gibiydi.  İlk zamanlarda kendisine yaklaşma girişiminde bulunanlara “Eşlerinize sizi şikâyet ederim, benden uzak durun, hatta buralarda sizi başkalarıyla da görsem susmam, bilirsiniz bu işlere soyunanın kulakları delik olur, duymayacakları, görmeyecekleri olmaz” der, erkeklere korku salarken kadınların içine serin sular serperdi. Belki de burada tutunabilmesini, kimsenin ona karışmamasını böyle sağlamış, işini rahat yapabilmek için kendisine zemin hazırlamıştı. Yaşı kaçtı, nereden gelmişti, kocası yok muydu, kimse bilmezdi. İstanbul’da üniversite okuyan bir kızının olduğu, onun da buraya hiç gelmediği, hatta kızına, ölse bile cenazesine gelmemesini tembih ettiği söyleniyordu. Ortalıktan kaybolduğu günlerde, iş tuttuğu kamyonculardan biriyle kızını ziyarete gittiği söylenir, çok geçmeden geri dönerdi.
  Şeref, asfalt kenarında kanlar içinde yatan kadının nefes aldığını anlayınca sevindi. Onu arka koltuğa yatırıp hastaneye geldi. Kasabada herkes Asfalt Necla’yı tanıdığı, bildiği için hastanedekiler Şeref’e fazla bir şey sormadan işe koyuldular.  Doktor, çok kan kaybettiğini, kurtulmasının mucize olacağını söyledi. Yoğun bakıma alınıp tedaviye başlandı. İşlemler tamamlandıktan sonra hastaneden ayrılan Şeref, kendisini bekleyen karısına ve oğluna dönmek için yola çıktı.
   Asfalt Necla’yı o günden sonra gören olmadı. İstanbul’daki kızının yayına gittiğini söyleyen de vardı, kendisine çalışacak başka bir yer bulduğunu söyleyen de. Yoldan geçen kamyonculardan bazıları bir süre daha kulübenin önünden geçerken yavaşlayıp korna çaldı, içeriden çıkan olmayınca gaza basıp uzaklaştılar. Sonra kornalar da kesildi. Kulübenin bahçesindeki korkuluk cılız otların arasında yere uzanmış öylece yatıyordu.

                   

.

                                                                Yeni E dergisi Haziran 2017 (8. Sayı)