28 Aralık 2022 Çarşamba

ÖYKÜ ZAMANLIĞI

Öykü Zamanlığı

Zerrin Saral, Aksisanat Portal için yazarlarla Öykü Zamanlığı‘nda bir araya geliyor. 


Öykü Zamanlığı‘nda Zerrin Saral bu defa Münire Çalışkan Tuğ’a soruyor: 


"Dünya hızla değişirken, sanatın izdüşümü, sanatçının sanatını ortaya koyma şekli de aynı hızla, değişime/dönüşüme uğruyor. Böylesi bir çağda, veri tabanını koruyan, yaratım sürecinize katkı sağlamış, tüm zamanların öyküsü/öykücüsü dediğiniz öykü ve öykücü(-ler) kimler? Bu tercihi, yazınınızda neye/nereye dayandırıyorsunuz?" 

 

     Dünya hızla değişiyor evet, ama bu değişimin her zaman olumlu olduğunu söylemek olası değil. Savaşlar, göçler, yersiz yurtsuz kalıp sokaklarda yaşamak zorunda kalanlar…  Ekolojik dengenin bozulması, bir türlü önü alınamayan salgın hastalıklar biraz da bu hızlı ve kontrolsüz gelişmenin sonucu gibi geliyor bana. Oysa evrenin ritmi değişmiyor, gezegenler bin yıllardır seyrini aynı hızla sürdürüyor, Dünya Güneş etrafındaki dönüşünü üç yüz altmış beş günde, kendi etrafındaki dönüşünü yirmi dört saatte tamamlıyor. O halde hızla değişen ne?

    İnsan yaşamının ritmidir hızla değişen. İnsanın; doymak bilmez hırslarının, iflah olmaz meraklarının esiri olmasıdır, daha çok şeye sahip olmak, daha ünlü olmak, daha çok para kazanmak için hız kesmeden koşmasıdır. Bu tekin olmayan hızlı koşu her alanda olduğu gibi edebiyat alanında da kendini gösteriyor. Başkalarının hızını yakalamak, yayımlanan her kitaba ulaşmak, belli aralıklarla kitap yayımlamak, reklam yapmak, yeni yeni baskılara ulaşmak, çok satmak, söyleşiler yapmak… Bu koşuda soluğumuzun kesilmesi,  tökezleyip düşmek, yarı yolda kalmak, gücünü kaybetmek, umutsuzluğa düşmek, dilini kaybetmek, özgünlüğü, kendin olmayı yakalayamamak, bin yılların sanatsal mirasının dışına düşmek, hatta ondan kopmak, günü yakalayamamak, yarını görememek de var elbet.  Böyle olunca da edebiyat adına kitap dağları oluşuyor ama o dağlar fare doğuruyor.

   Böylesine yoğun ve hareketli bir ortamda ben kendi ritmimi kendi gücüme ve kaynaklarıma göre ayarlamaya çalışıyorum.  Yazılan her kitaba ulaşmak onu okumak gibi bir derdim yok, şuna yahut buna yetişme derdim de. Ölmeden önce okumam ve yazmam gerekenler listesi de yapmıyorum.  Obur bir okur olmaktansa nitelikli metinleri derinliklerine inerek okumayı yeğlerim. İyi kitapları seçme ve onlara ulaşma konusunda da hiç sıkıntım yok. Zaten zamanla gelişen estetik algımız bizi o metinlere götürür, götürüyor da. Bize düşen tadına vara vara okumak.

    Okumak ve yazmak yolda olma durumu benim için. Kendime yaptığım bir yolculuk. Bu yolculuğu birlikte yürüdüğüm yazarlar, kitaplar, o kitapların kahramanları var. Kimisi önümden gidiyor,  ben onları izliyorum. Nasıl yürüyor, adımını nasıl atıyor, yol temizliğini nasıl yapıyor, çevreyi nasıl inceliyor, neye, kime, nereye nasıl bakıyor, olaylara, olgulara nasıl yaklaşıyor,  karşılaştığı sorunları nasıl çözüyor, hangi şarkıyı nasıl söylüyor izliyorum. Kendi yürüyüşümü kaybetmemeye özen göstererek, onlardan öğrenerek sürüyor yolculuğum. Kimisiyle yan yanayım, aynı türküleri birlikte söylemenin sonsuz mutluluğunu yaşıyor, birbirimizden öğrenerek ilerliyoruz. Hızlı değişime rağmen kendimizce tutturduğumuz bir ritim var. Adımlarımızı sağlam basmaya, tökezlememeye, zorda, darda kaldığımızda birbirimize tutunmaya, birbirimizden destek olmaya çalışarak ilerliyoruz.

     Edebiyatın ışığında kendime yaptığım yolculukta kimler hangi yönleriyle yoldaşım oldu, olmaya devam ediyor? Elbet aşağıda sayacaklarımla sınırlı değil sayıları, ama  aklıma ilk gelenleri şöyle sıralayabilirim. İyi ki yazdılar.

     Edebiyat okumalarımın soy kütüğünü çıkaracak olsam Don Kişot’la başlarım. İlkokuldan itibaren ders kitaplarında ondan bölümler okuduğum, böyle bir çılgına kitaplarda yer verilmesinin nedenini o zamanlar bir türlü anlayamadığım Don Kişot. Ne zaman ki eleştirel okumayı öğrendim, işte o zaman anladım Don Kişot’un yazın dünyasındaki eşsiz yerini ve önemini. Dönüp dönüp okuduğum,  her seferinde yeni kazılar yaptığım ve her kazıdan yeni bulgularla döndüğüm bitmez tükenmez bir hazine benim için Don Kişot.

  Yaşama amacını yazmak olarak tarif eden, hastalığı el verdiğince özgürce yaşayan ve yazan, yazarlığını yaşamdan besleyen, ince bir üslupla insan ilişkilerindeki durumları anlatan, otuz beş yıllık yaşamına pek çok kitap sığdıran ( Ben beşini ve güncesini okuyabildim.)  Güncesinde  “Yaşamak, ‘yazar’ olmak yeter, diyen Katherine Mansfield,

    Edebiyat yolculuğumda iç sesime, bilinçaltımda biriktirdiklerime kulak vermemi, kendim olmamı, kendimi dinlememi ve anlamamı sağlayan, bir çalışma odamın olmasına öncülük eden, ölümünü her anımsadığımda gözümde hiçbir ressamın çizemeyeceği bir tablo canlanan, “Bir kadın olarak, ülkem yok. Bir kadın olarak, bir ülkem olsun istemiyorum. Bir kadın olarak, bütün dünya benim ülkem,” diyerek evrenin kızı olmayı başaran kız kardeşim Virginia Woolf,

Edebiyatın alışılagelmiş dil ve anlatım kurallarını yıkan, yaşamöyküsü yazımına yeni bir yaklaşım getiren,  “Gerçek sanat için kurallar söz konusu olamaz. Her yaratıcı hareket, öncesinde bir yıkımla başlar,” diyen çizgi dışı yazar Getrude Stein,

Irkçılığa karşı duruşlarıyla Tonni Morrison, Harper Lee, Zora Neale Hurston,

İnsanın yalnızlığını, tükenmişliğini, bencilliğini mizahi bir dille anlatan Graje Paley,

Sıra dışı yaşamı, cinsiyet kutuplaşmaları ve cinsellik konusunda yazdıklarıyla Jeanette Winterson,

Bizi büyülü bir gerçeklik içinde yüzdüren Gabriel Garcia Marquez,

Paris Düşerken, Dipten Gelen Dalga ve Fırtına üçlemesi ile bize savaşın insanın insana en büyük kötülüğü olduğunu yaşatan (gösteren demiyorum) İlya Ehrenburg,

Kadınlar Rüyalar Ejderhalar adlı kitabında “Eğer çocuktaki hayal gücünün kökünü gerçekten kazıyabilirseniz, o çocuk büyüyünce bir ‘patates’olur,” diyen ve eserleriyle bizi fantastik bir dünyada keyifli yolculuklara çıkaran Ursula K. Lee Guen,

Kendi edebiyatımıza gelirsek:

   Günlük yaşam kadar yalın dili, okura ayrıntıları göstermedeki ustalığı ile Sinağrit Baba’nın seçiciliğini, Semaver’in tıkırdayan sesini, Kör Mustafa’nın mücadelesini anlatan,  gözlerimizi Tüneldeki Çocuk’un meraklı ve heyecanlı gözleri ile buluşturan, pek çok insanlık durumunu önümüze seren, doğaseverliğiyle, halkın içinden oluşuyla Sait Faik Abasıyanık,

   Toplumsal cinsiyet algısının kadınlara yüklemek istediği misyonların karşısında dimdik duruşuyla Nezihe Meriç,

   Alışılmış anlatım tekniklerinin dışına çıkan, sürekli yeni biçimler arayan,  kendine özgü sözdizimi ile insanın insanla ve insanın toplumla çatışmasını anlatan, bilinç akışı tekniğini kullanmasıyla  Virginia Woolf’tan el alan, kendini her türlü baskının dışında tutmayı, ona karşı durmayı beceren özgür ruhlu kadın Leyla Erbil,

   Sözcük seçimindeki ustalığı, öykülerindeki yoğunluk ve içtenlikle günlük olayları, büyük şehrin kalabalığında kaybolan insanları, çoğunlukla da kadınları, onların evlilik ve aile içindeki sıkışmışlığını, çıkış yolları arayışlarını, yer yer kabullenişlerini anlatan, zengin soylu bir aileden olmasına rağmen kalemini halkın yaşamını anlatmak için kullanan Tomris Uyar,

   Yapıtlarındaki katmanlı anlatımıyla, özgür kadınlığa giden yoldaki taşları döşeme mücadelesiyle Sevgi Soysal,

  Öyküyü bir yaşam serüvenine dönüştüren, katmanlı kurguları, dili ve anlatımı ile Kafka’ya yaklaşan Sevim Burak,

   Sarsıcı imgeleri, kurguları ve anlatımı ile bilincimizi ve bilinçaltımızı alt üst eden Bilge Karasu.

    Burada saymadığım, unuttuğum ama edebiyat yolculuğumda bana rehberlik eden, bende ayrı arı etkiler bırakan, onları her okuduğumda yeni bir yön keşfettiğim daha pek çok yazar var elbet. Birini öne almam gerekirse bunun Onat Kutlar ve onun öykülerini topladığı İshak olduğunu söylemeliyim. İshak’ı yaşamımın değişik dönemlerinde defalarca okudum. Her okuduğumda dili, işlediği konular, kurguları, konuları işleyiş biçimi ile beni derinliklerine çekti ve o derinliklerde başka başka gizlerini açtı bana, yeni keşifler yapmamı sağladı. Fantastik, masalsı, gerçeküstü gibi görünen ögelerde toplumun yaşadığı acıları görüp sarsıldım. Halıda kabaran vişneçürüğü asla sadece bir leke değildi benim için, onu deştiğimde ulaştıklarım, gördüklerim, hissettiklerim, düşündüklerim…  

Kitaptaki “Kediler” üzerine en çok düşündüğüm, kafa yorduğum, yeni çıkarımlarda bulunduğum kısacası benim için okunması hiç bitmeyecek bir öykü, derin kazılar gerektiren, her okuyuşta yeni bir sırrı keşfettiğim, sonsuz anlamlara sahip… Dokununca dağılan, uçan, kaybolan, insanlar onlara bakınca ölen kediler, ölen kedileri sahiplerinin uda gömmesi, anlatıcının kedilere duyduğu düşmanlık, onlara karşı üstün olmak için kedileri birbirine öldürtmek için yaptığı planlar… Pelte gibi birer birer dağılan ve yok olan kediler… 

Kediler ve kabaran vişneçürüğü lekenin dışında, ait olduğu bağlamla birleşince okuru yer yer kaygılı, korkulu, heyecanlı yer yer de hayal dünyasının sınırlarını zorlayan yolculuklara çıkaran imgelerden bazılarını paylaşmak isterim: Camdan düşerek ölen sinekler, aylı gecelerde ağaca konup yer yününü gözetleyen ishak, hala ile yeğenin oynadığı  Kepçe Gelin oyunu, büyük bir yastığa dayanır gibi serin yaz gecesine dayanan çocuk, pervazların arasından maviyi kesen kırlangıç, bir bulutun önünden ağır ağır geçen pencere… 

  Kitabı okurken yirmi üç yaşımı düşünürüm. Pek de kayda değer bir şey anımsayamam o yaşa değgin. Onat Kutlar İshak’ı yirmi üç yaşında yazmış. O yaştaki birikimine, kendi dilini bulmuşluğuna, yakalanması neredeyse imkânsız özgünlüğüne hayran kalırım. Dünya edebiyatında bir kitapla unutulmazlar arasında yer alan pek az yazar vardır. Bizim edebiyatımızda da Onat Kutlar( şiir ve denemelerini ayrı tutarak söylüyorum)  ve Ahmet Arif bu yazarlar arasındadır.

(15 Eylül 2020- Aksisanat Portal)