5 Eylül 2017 Salı

FYODOR İLE SELFİE

                       

   “İnsanlar çok değişti; dikkat etmek lazım. Biriyle el sıkıştıktan sonra, beşi de yerinde mi diye parmaklarını saymak zorundasın. ”  dedi, Tolstoy, Dostoyevski’yle el sıkıştığımı görünce. Elimi çektim, parmaklarımı inceledim, beşi de eksiksiz duruyordu yerli yerinde. Anlamaz gözlerle Tolstoy’a baktım, gülümsedim:
“Niye böyle düşünüyorsun, senin  ‘biri’ dediğin kişi, bütün dünyanın tanıdığı usta yazar Dostoyevski. Haksızlık yapmıyor musun? Tamam, biliyorum kumarbazın tekiydi, üstelik zaman zaman da sara nöbetleri geçirirdi. Ben kimseye bir zarar verdiğini duymadım bugüne kadar. Ama eğer bunları Suç ve Ceza’nın Raskol’undan hareketle söylüyorsan yine yanılıyorsun. O Dostoyevski’nin kendisi değil biliyorsun, tefeciliğe karşı çıkan başka bir adam, üstelik de kurmacanın dünyasında yaratılmış birisi?”
     Kendisi için söylenenlere önce aldırmaz göründü Fyodor, sonra başını öne eğdi, boynunu sağa çevirdi, derin derin baktı Savaş ve Barış’ in yazarına:
 ” Bak Lev, yitirilen şey geri gelmez. Ağzından çıkan şey de öyle. Eğer sen, başkalarından kendine saygı beklersen bu onlar için büyük bir şeydir. Sadece kendine saygı duyabilirsen diğerleri de sana saygı duymaya mecbur kalır. Sevgi her zaman karşılık görür, kin de.”
   Tolstoy konuşmak üzereyken on sekiz yaşlarında bir kız, rüyalarını süsleyen yazarın karşısında olduğuna inanmayan bir şaşkınlık ve yüzünde tatlı bir gülümsemeyle, elindeki kitabı uzattı Dostoyevski’ye.
   ” Bir imza lütfen, bir de selfie çekilebilir miyiz?”
Dostoyevski masanın üzerindeki kalemi aldı, kitabın ilk sayfasını açtı, yavaş yavaş yazmaya başladı:
     “Amacına ulaşmak için hiçbir şeyi küçümseme, tam ulaşamazsan bile dene; belki başarırsın. Hepimizin güvenini bağladığımız şu ‘belki’ hiç de azımsanmayacak bir umuttur.”
    Kız kitabın ilk sayfasına yazılan yazıya okudu, içi aydınlandı. Yazarın önüne geçip fotoğrafa gülümsedi. “Yuppi, görür onlar, hem imzayı göstereceğim onlara, hem de fotoğrafı. Bir gün mutlaka tanışacağım, dediğim için adım kaçığa çıkmıştı okulda. Başardım işte.”
   Kız, sağ tarafta ayakta duran Tolstoy’un farkına varmadan koşarak uzaklaştı. Üçümüz de bakakaldık ardından.
     Tolstoy, bozulmuştu. Hem Dostoyevski’ye bu kadar hayranlık duyan bir okurun kendisini fark etmemesi,  hem de arkadaşına yaptığı şakanın ciddiye alınması canını sıkmıştı. Durumu düzeltmesi, arkadaşının gönlünü alması gerekirdi.
  Bak, Fyodor,  diye söze girdi. “Güzel bir gülüş, karanlık bir eve giren güneşe benzer. Af dileyen kendi kendini itham eder.”
      Bu sözleriyle doğrudan olmasa da dolaylı olarak ondan özür diliyor, yüzü asılan arkadaşını gülümsemeye davet ediyordu. Uzatmadı Fyodor;  yüreğinin tüm aydınlığıyla gülümsedi arkadaşına.
   Benim varlığımı unutmuş gibiydiler. Küçük küçük öksürdüm, “Buradayım, şimdi de beni unuttunuz!”  demek istedim.
     Fyodor, “Oturmaz mısın?” der gibi sandalyeyi işaret etti.
    Oturdum, elimdeki iki kitabı masanın üzerine koydum. Uzanıp aldılar. Aynı anda yazmaya başladılar. Onlar yazarken Einstein el salladı uzaktan. Bir şeyler söyledi; ama anlamadım. “Birazdan geliyorum.” işareti yaptım. Başıyla onayladı.
  Önce Tolstoy imzalayıp uzattı kitabı.
   “Mutluluğu ihtiraslarda değil, kendi yüreğinizde arayın. Mutluluğun kaynağı dışımızda değil içimizdedir.”
                                                                                                                              Kocaeli- 22.10.2016
                                                                                                                                    Lev Tolstoy
Ardından Dostoyevski.
“Hayatta hep mutlu olursam hayalini kuracak neyim kalır? Her mutsuzluğun ötesinde bir yaşam bekler; ama insana özgü bir yeteneksizliktir yaşayamamak. Yoksa hangi balık boğmuş kendini, hangi serçe atlamış damdan.”                               
                                                                                                                                       
                                                                                                                                 22.10.2016-Kocaeli
                                                                                                                                 Fyodor Dostoyevsky
 Kitaplarımı çantama koydum. “Güzel bir gündü, sizden çok şey öğrendim, Einstein’e de bir ‘Merhaba’ demek gerek.”  dedim. El sıkıştık. Parmaklarıma bakıp göz kırptım.
Einstein,   kalabalık bir guruba ateşli ateşli bir şeyler anlatıyordu. Önündeki tahtaya yazıyor, çiziyor, rakamları birbiriyle topluyor, çarpıyor, birbirine bölüyor, birini diğerinden çıkarıyordu. Gençlerin arasına karışıp izledim. Tahtayı iki defa doldurup sildikten sonra ulaştığı sonucu yazdı. Mc2 . Sonra tahtayı ortalayarak:
“Önyargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.” yazdı, ardından bize dönerek:  “Ben atomu insanlığa hizmet etmek için buldum. Onlar bomba yapıp birbirlerini yok ettiler. Böyle olacağını bilseydim, bir ayakkabı tamircisi olurdum.”
  “ Aldırma” dedim, sen de o zamandan beri dilini çıkararak gerekli cevabı verdin onlara.”
Bir fotoğraf da Einstein ile çektirip Çharli Çhaplin’e doğru ilerledim. Bir de ne göreyim, elinde top gibi bir küreyle oynuyor Şarlo. Kendinden geçmiş, bütün hünerlerini sergiliyor izleyenlere. Başıyla, dizleriyle, ayaklarıyla havalandırarak oynuyor dünya görünümlü topla. Şarlo topu havalandırdıkça çığlıklar yükseliyor toplama kamplarından, insanlar gaz odalarında boğularak üst üste yığılıyor. “Hayl” diyor  Diktatör.*  “Hayl, eğer bir millet özgür olacaksa; gurura, irade gücüne, meydan okumaya, nefrete, nefrete ve yine nefrete ihtiyaç duyar.”
“Bir diktatörün insanlığa yaşattığı vahşeti, senden başka hiç kimse bu kadar yalın, bu kadar etkileyici anlatamazdı, hem de tek bir film sahnesiyle. Büyüksün Şarlo.”  diyorum içimden. Uzanıp bastonuna dokunmak istiyorum.
“Hanımefendi, heykellere dokunmuyoruz.” diye  bağıran cırlak bir sesle irkiliyorum. Gerçeğe dönmek ürkütüyor beni.
Bal mumu heykel sergisindeyim, İçerisi kalabalık, durmadan flaşlar patlayıp sönüyor. Herkesin hayran olduğu, birlikte fotoğraf çektirmek, eline, yüzüne dokunmak istediği birileri var sergide; ama tekdüze ses durmadan bağırıyor.  “Heykellere dokunmuyoruz, heykellere dokunmuyoruz!”
Sergiyi yeniden geziyorum; ne Dostoyevski konuşuyor, ne Tolstoy. Einstein de yazıp çizmiyor. Şarlo hareketsiz duruyor bastonuna dayanmış. Cengiz Han oturmuş bulutlara bakıyor. Leonardo da Vinci ünlü tablosu Mona Lisa’nın önünde ayakta karşılıyor izleyenlerini. Marilyn Monroe’nun eteği havalanmak için rüzgâr bekliyor.
Sesi ve davranışları sanatla uyuşmayan, kocaman ağzını aça aça çiklet çiğneyen sergi görevlisi kadını atlatıp bütün heykellere birer birer dokunup çıkıyorum salondan. Kadın aynı çirkin ses tonuyla, sergiyi gezenlere bağırmaya devam ediyor.
“Heykellere dokunmuyoruzzzz, heykellere dokunmuyoruzzz.”
   *Çharli Chaplin’in oynadığı Büyük Diktatör filminden bir sahne

GECENİN DİŞLERİ

                                                   

 Gözlerinden kıvılcımlar saçarak keskin dişleriyle etimi parçalayan karanlık bir gecenin koynundayım. Önce ellerim düşüyor iki yanıma, sonra gözlerim kapanıyor. Zifiri karanlık, bir yorgan gibi örtüyor üstümü.
- Senden korkmuyorum karanlık!
   Korkmuyor muyum?  O zaman neden göğsüm daralıyor, başım neden dönüyor? Terliyor muyum, terliyorsam neden titriyorum?  Ayaklarımdaki karıncalanma neyin nesi? Ölüme ilk adımsa bu, beter bir yolculuk olacak devamı. Hazırlıklı olmalıyım.
   Annemin yıllar öncesinden gelen sesini duyunca şimşekler ve gök gürültüleriyle parçalanan gece, ellerini üzerimden çekiyor, kana bulanan dişlerini etimden kurtarıyor. Karanlık yorgan kayıyor üzerimden. Beni göğsüne bastıran annem, Karanlıktan Korkan Baykuş’un hikâyesini anlatıyor saçlarımı okşayarak.
“ Şlop küçük sevimli bir baykuşmuş. Bir gece kuşu yani. Diğer gece kuşlarından tek farkı karanlıktan korkmasıymış. Karanlıktan korkan bir baykuş olur mu, olmuş işte. Şlop öyle korkuyormuş öyle korkuyormuş ki yapmak istediği pek çok şeyi yapamıyormuş. Annesi, karanlığı tanımadığı için ondan korktuğunu söyleyip karanlığı öğrenmesi için Şlop’u insanların yanına göndermiş. Böylece Şlop her gün karanlıkla ilgili yeni şeyler öğrenmiş: Karanlık heyecan vericidir, karanlık şefkatlidir, karanlık eğlencelidir, karanlık gereklidir, karanlık büyüleyicidir, karanlık harikadır ve karanlık güzeldir. Karanlığı tanıdıkça onu sevmeye ve ondan korkmamaya başlamış Şlop. Sonunda bir gece kuşu olmanın tadını çıkarmış.”*
  Annemin sesi sustuğunda, kendimi mırıldanırken yakalıyorum. Karanlık heyecan vericidir, büyüleyicidir, gereklidir, şefkatlidir; gözlerinden kıvılcımlar saçar, dişleri etini parçalar, elin ayağın buz keser. Önce anneni kaybedersin, sonra sevdiklerin senden uzaklaşır, çıkmaz sokaklara sapıp yolunu şaşırırsın. Zifiri karanlık bir gecenin keskin dişleri etini parçalar, kanarsın.
   Başıma çektiğim yorganı atıp yataktan kalkıyorum. Evin tüm ışıklarını açıyorum. Salona geçip bir koltuğa oturuyorum. Öylece ne kadar oturduğumun ayrımında değilim. Bir tıkırtı.  Televizyon sehpasının ayaklarından birinin yanındaki fare ile göz göze geliyorum. Önce irkilsem de yalnız olmadığıma seviniyorum. “Bu Şlop’un fare kılığına girmiş biçimi olmalı.” diyorum, “Annemin masalından çıkıp bana gelmiş.” Bir süre birbirimize bakıyoruz. Sonra fare benim bir boşluğumdan yararlanarak kaçıp görünmez oluyor. Evin her yerinde onu arıyorum, Koltukların altında, müzik setinin arkasında, elbise dolabımın içinde, banyodaki kirli sepetinde… Hiçbir yerde bulamıyorum. Bir delik bulup kaçmasından korkuyorum. Belki de o kır kasabasındaki evimizde annemle babamın öldürdüğü arkadaşlarının intikamını almaya gelmiş olmalı, diye düşünüyorum.
   Babamın öğretmen, annemin hemşire olarak çalıştığı, benim mutlu çocukluğumun geçtiği kasabadaki yıkık dökük evimiz canlanıyor gözümün önünde. Neredeyse her gün farelerle savaşılan evimiz.  Annem eline oklavayı alıp yere çömelir, babam da uzun bir ağaç parçası ile divanın altına kaçan fareyi kovalardı. Fare can korkusuyla odanın ortasına fırlayınca annem oklavayı sızla kaydırır, fare sırt üstü dönüverirdi kararmış tahtaların üstünde. Ben divanın üstünde korkudan tir tir titrerken bir yandan da farenin ölümüne ağlardım.
   Geçmişe daldığım bu sırada fare çıplak ayağımın üstünden hızla geçip kalorifer peteğinin dibindeki delikte kayboldu. Aynı anda alt kattan çığlıklar yükseldi. O da gitmişti işte. Bir gece yarısı kapımız çalındığında elleri kelepçelenerek götürülen ve bir daha geri dönmeyen babam gibi, hayatta kalma süresini tamamlayıp doğa anaya dönen annem gibi gitmişti. İşten eve dönerken patlayan bombayla havaya uçan, şimdi yerinde soğuk ve devinimsiz bir plastik takılı olan sol kolum gibi gitmişti. Yerini karanlık gecenin bıçak ucuna bırakıp gitmişti.
Bir süre aşağıdan gelen sesleri dinledim. Bir kadın çığlıklar atıyor, bir adam ona kızıyordu. Neden sonra sesler kesildi. Gecenin karanlığı soğuk ve ağır bir yorgan gibi koynuna aldı sessizliği.
 Oturduğum koltuktan kalktım. Çalışma odama geçip masama oturdum. Bir kâğıt çıkardım, dirseğimden aşağısı olamayan sol kolumu ucuna dayayıp kâğıdın ortasına bir yuvarlak çizip içine “gece” yazdım. Yuvarlaktan oklar çıkarıp okların ucuna; karanlık, annem, Şlop, fare, korku sözcüklerini ekledim. Onlardan oklar çıkardım. Karanlığın ucuna yıldızlar ve büyüleyici, anneme sevgi ve emek, Şlop’a yüzleşme ve başarı, fareye yalnızlık ve geçmiş, korkuya da karmaşa ve bilinçaltı yazdım. Birbiri ile bağlantılı olarak yazdığım beş sözcüğü çizgiyle birleştirip yapraklar oluşturdum. Böylece, ortasında gece yazan, herkesin dileklerinin gerçekleşeceğini düşündüğü için dört yapraklısını aradığı, benim beş yapraklısını bulduğum bir yonca çıktı ortaya. Yoncamın her yaprağındaki sözcükleri içine alan cümleler ard arda sıralandı beyaz sayfa üzerinde.
  “Hangi karanlık engelleyebilir yıldızlardan yayılan büyüyü?  Şlop yüzleşmeseydi korkularıyla başarabilir miydi gözleriyle karanlığı parçalayan bir baykuş olmayı? Tarla kaçkını bir farenin gözlerinde gördüğüm ışıltı yalnızlığıma çare olmasaydı, kurtulabilir miydim bilinçaltımdaki karmaşadan?  Annem olmayı başarabilir miydim sözcüklere sevgiyle bağlanıp geceler boyu onları yan yana getirmek için emek vermesem?”
 Cümleler ard arda sıralanırken siyah, nemli ve ağır bir yorgan gibi üstüme çöken gece dişlerini etimden çekiyor.  Göğsümdeki daralma geçti, başım dönmüyor artık. Sözcük sözcük yanıyor beynim.  Öleceğimden korktuğum bir anda cinnetin sahillerinde çıplak ayak dolaşırken karanlıkla çıktığım yolculukta öykümün başlığını yazıp devam ediyorum.
        *Karanlıktan Korkan Baykuş-Jill Tomlınson

25 Temmuz 2017 Salı

PORTAKAL KOKUSU


                                      PORTAKAL KOKUSU
                                                                 
                                                                Münire Çalışkan Tuğ
 
      Kara gözlüklü, takım elbiseli adam, kolundan kavramış, sürükler gibi götürüyordu Selami’yi. Bir yandan da  “Gözlerini ve kulaklarını açacağına burnunu açtın tazı gibi öyle mi?  Anlaşılan mideye çalıştın, görevini yapmak varken.” diye söyleniyordu.  Karanlık koridorun sonundaki kapıyı açıp içeriye hızla itti ufak tefek, çelimsiz adamı.   “Getirdim bok torbasını, biz biraz ifadesini aldık, sıra sende.” dedi içerde bekleyen iri yarı adama.
   Selami yüzüstü kapaklandı odanın ortasına. Burnunda şiddetli bir acı duydu. Düştüğü yerden kalkmak için debelenirken bir tekme indi sağ böğrüne. “Kalk!” diye bağırdı buyurgan ses. “Anlat, nasıl kaçırdın?”
    Sağ kolunu yüzüne siper ederek ürkek bakışlarla yavaşça doğruldu Selami. Burnundan akan kan ağzına doluyor,  çenesinden boynuna doğru ılık ılık akıyordu. Korkudan ve acıdan titreyerek solgun gözlerle baktı “Baba” dedikleri adama. Mırıltıyla bir şeyler söylemek istediyse de sözcükler cümleye dönüşemeden sönüp gitti, kanla dolu ağzının içinde. Bir külçe gibi yere yığıldı. Baba tüm hıncıyla tuttu ensesinden, başını kaldırdı, taş gibi yumruğunu inleyen adamın yüzüne, gözüne, kulaklarına indirmeye başladı. Bir yandan da “Ben sana gözünü ve kulağını açacaksın, demedim mi?” diye bağırıyordu.
    Sağ kulağına inen yumrukla bir anda tüm gücü kesildi, büyük ve sarsıcı bir uğultunun içinde kıvranmaya başladı. Beyninin içinde şimşekler çakıyor, acı tüm bedenine bir kılıç gibi saplanıyordu. Baba, ensesinden tutarak darbeler indirdiği adamı savurup attı duvarın dibine.  Savrulduğu yerde top gibi yığılıp kaldı genç adam.  “ Aklın başına gelsin biraz!”  deyip kapıyı gürültüyle kapattı, insan azmanı, iri yarı adam.
    Selami, ne söylenenleri duymuştu, ne de kapının gümbürtüyle kapanışını. Beynini delen bir uğultuyla, hızla dönüyordu her şey ve gözlerinin önünde uçuşan siyah noktalar.  Neden sonra yavaşlar gibi oldu dönüş, uğultu azaldı, beynine bir rahatlama yayıldı. “Gidiyorum.” diye düşündü. “Buraya kadarmış.”  Gözlerini açmayı denedi,  sağ gözü açılmıyordu. Kıpırdamaya çalıştı, beceremedi. Tavandaki ampulün cılız ışığını görünce “Yaşıyorum.” diye geçirdi içinden. Sol gözünün erişebileceği yerlere baktı. Duvarları rutubetten kararmış, penceresiz bir odadaydı. Derin bir nefes alarak çevreyi koklamaya çalıştı; göğsünün altına bir bıçak saplanır gibi oldu. Duyduğu acının şiddetiyle kapattı gözünü.
   Neden sonra, burnuna bir çay kokusu geldi, ardından çayın yerini portakal kokusu aldı. Bedeni gevşedi, sanki bütün acıları dinmişti. Portakal kokusuyla dolan ciğerleri ve gülümseyen yüzüyle kendinden geçti.
   Kendine geldiğinde, savrulduğu yerde öylece yatıyordu. Acıları ve ağrıları biraz azalmış mıydı, yoksa ona mı öyle geldi, bilemedi. Doğrulmaya çalıştı. Ağzını dolduran yumuşak, jölemsi maddeyi tükürmek istedi, yapamadı, yuttu. Eli, kolu, bacakları kıpırdamıyordu. Aralayabildiği sol gözü yine tavandaki ışığı gördü. “Ölmedim, ışığı, duvarları görüyorum, hem ölmüş olsaydım, daha öncekiler gibi, çoktan ıssız bir yere bırakılmıştım.”
    Gözünü tekrar kapattığında on altı yaşını sürdüğü günlerde buldu kendini. Gün boyu çalışıp yorulmuşlar, akşam olunca da komşularının çardağında mısır imecesinde toplanmışlardı. Ortaya boşalttıkları mısır koçanlarını soyuyor, birbirine bağlayıp çardağın duvarlarında önceden hazırlanan yerlere asıyorlardı. Şarkılar, bilmeceler, yer yer müstehcen fıkralar eşliğinde günün yorgunluğunu unutuyor, neşe içinde çalışıyorlardı. Çardağın köşesine yerleştirilen bakır semaverde demlenen çayın kokusu, köz ve duman kokusuyla harmanlanarak ortalığa yayılıyor, işin bir an önce bitmesi için güç veriyor, eller daha da hızlanıyordu.

  Yine böyle gecelerden birinde ev sahibi Ayşe Kadın’ın otuz yaşlarındaki dul kızı Münevver, Selami’ye gizlice göz kırparak, “ Hadi Selami, ne o öyle, kadın gibi mısır soyuyorsun, gel çay servisini yapalım.” diyerek onu kolundan tutup içeriye çekmişti. Mutfak masasının üzerinde, soyulmuş, dilimlenmiş ve tabaklara yerleştirilmiş portakallar duruyordu. Münevver, çapkın bakışlarla Selami’nin eline portakal tabaklarını tutuşturmakla kalmamış, portakal kokulu parmaklarını da dayamıştı onun burnuna. “ Kokla, bak, nasıl güzel kokuyor!”  Selami neye uğradığını şaşırmıştı.  Bir anda nefesi kesilmiş, damarlarından kanı çekilir gibi olmuş, bulunduğu yere yığılıvermekten  korkmuştu.
    “Onları çardağa götür, yine gel!” dedi Münevver. Selami tekrar içeri geldiğinde,  bir dilim portakalı dudaklarının arasına yerleştirmiş, “Yarısı senin.” der gibi başını ileriye uzatmış bekliyordu. Selami ne yapacağını bilememiş, öylece kalakalmıştı. Münevver hızla ileriye atılmış, onu kendine çekmiş, dudaklarından öpmüştü. Alev kızılına dönen kulağına eğilerek, “Gece seni serende bekliyorum, şimdi git, kimse bir şey anlamasın.” diyerek çay bardaklarını koyduğu tepsiyi eline tutuşturmuştu.
    Canlanan bu anıyla güç bulduğunu sandı Selami. Sol gözünü yine açtı. Sarı, cılız ışık, ıslak ve nemli duvarlardan başka bir şey göremedi. Başını oynatmaya çalıştı, derin bir nefes aldı, ne portakal kokusu vardı, ne de semaverde demlenen çay.
  “ Ah Münevver!” diye geçirdi içinden. “Sen o adamla kaçıp gitmeseydin, ben de seni bulmak için bu koca kente gelmez, onun karanlıklarında kaybolmazdım. Bak ne haldeyim şimdi, portakal kokulu parmaklarının ardına düşüp öldüm ben.”
   Kesik kesik inlemeye başladı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Ergenliğinin masumiyetine değen, onu peşine takıp sürükleyen portakal kokulu anılardaki görüntüler, kim olduğunu tam bilmediği, kendilerine “Baba, abi” dedikleri adamların verdiği gizli görevlerle izlediği, dinlediği kişilerin görüntülerine karıştı.
    Baba’ya getirilen rapor işe yararsa iyi para görürdü cebi, bir de işler yolunda gitmezse, kimse aç mı, tok mu olduğunu sormazdı bile. Verdiği bilgilerle ne çok insanın canını yaktığını düşünmemişti bu güne kadar, o sadece emirleri uygulamış, karnını doyurmuştu. Bir de hep Münevver’i aramıştı sokak sokak.
   “ Gözünü ve kulağını iyi aç, işin sonuna geldik, bunu da hallet, bir daha böyle görevler vermeyeceğim sana, anlayacağın terfi edeceksin.” demişti Baba.
   Aldığı görevle önce genç adamın evinin önünde beklemiş, sonra da ardına düşmüştü Selami. Aynı durakta beklemişler, aynı otobüse binmişlerdi. Genç adam otobüsteki boş yere oturmamış, Selami’ye işaret etmiş, kendisi de onun yanı başında ayakta durmuştu. Her şey yolundaydı, nereye gittiğini, kiminle buluşup görüştüğünü görebilecek,  Baba’ya anlatacaktı. Çapraz koltukta oturan orta yaşlı kadın o portakalı soyup yanındaki küçük çocuğa dilimleri uzatmasa, portakalı soyduğu parmaklarını burnuna götürüp koklamasa bunların hiçbiri olmayacaktı. Onlara daldığı için genç adamın otobüsten indiğini görmemiş, izini kaybetmişti.
   Kapının açılmasıyla irkildi. Sert adımlar yaklaştı, böğrüne dayanıp silkeledi. İnledi Selami. “Yaşıyor, akşam kararınca arabaya koyar, öncekileri bıraktığınız yere bırakırsınız.” dedi Baba yanındakilere. Sonra Selami’ye gözdağı vermek ister gibi  “ Konuşursa başına gelecekleri biliyor, ötenlerin hepsini eşek cennetine göndermedik mi?”
  “Demek öldürmeyecekler. Konuşmak mı, canımı kurtarayım yeter” diye geçirdi içinden. Kapı kapanınca sık sık gördüğü rüyayı anımsadı. Rüyasında keçi kılığında sarp kayalıklara tırmanır, ağaçların yeni sürgünlerini bir bir koparıp yerdi. Cesurdu, bir tehlike sezdi mi kulaklarını iki yana açar, kendini bulunduğu yara sabitler, gözlerini diker, nefes bile almadan dakikalarca çevreyi incelerdi. Kayalar ayaklarının altında parçalanırken rüya değişir, Selami insana dönüşürdü. İnsana dönüşür dönüşmez, onlarca kulak kendinden ayrılır, her yana saçılırdı. Duvarlar, otobüs durakları, fabrika çıkışları, pastane önleri onun kulaklarıyla dolardı. Onları toplayıp yerine takmak istediğinde, kulaklar zıplayarak kendinden kaçar, değdikleri yerlerde kocaman kan damlaları bırakarak uzaklaşırdı.  Selami bir türlü yakalayamazdı kulaklarını.
    Kulak yerlerinde açılan boşluklardan giren sesler beynini yakar, gözlerini zorlar, önce göz bebekleri dışarı fırlar, havada uçuşarak kulaklara yetişirdi. Sonra gözlerinin beyazı akardı.  Yanaklarından süzülen beyazlar, ayaklarının ucuna iner, Selami yürüdükçe, ardında beyaz bir çizgi oluşur, akan gözlerin yerinde kocaman iki çukur açılırdı.
    Selami’nin keçi olmak hoşuna giderdi, ama hemen arkasından kâbusa dönüşen bu rüya onu çok korkuturdu. Kan ter içinde uyandığında gözlerini ve kulaklarını yerli yerinde görünce rahatlardı. Şimdi, acılar içinde, kendisini alıp götürecek ve ıssız bir yere bırakıp uzaklaşacak arabayı beklerken o rüyada olmayı ne çok isterdi.

                                        






ASFALT NECLA

                                                     

                                                           
                                                          
                                                               ASFALT NECLA
                                                                                        
    Yıllardır, alışılanın tersine,  kadın görünümlü bir korkuluk duruyordu asfalt yolun kenarındaki salaş kulübenin bahçesinde. Şimdiye kadar bilinen korkuluklar;  giydirilen pantolon, ceket ve başına kondurulan şapka ile hep erkek figürüydü.  Toprakla bütünleşmiş görüntülerini, ellerinin devinimini, onlar ekip dikerken kimi bir ağaç dalından, kimi de bir tümseğin üzerinden izledikleri, neşeli ötüşleriyle çalışmasına eşlik ettikleri bir kadının korkuluk biçimine girmiş halinden korkar mıydı bahçeye dadanan kuşlar?  Hoş erkeklerden de korkmuyorlardı ya. Kimi zaman tepesine, kimi de iki yana açılan kollarına konar, dikkatli bakışlarla çevreyi taradıktan sonra, ona meydan okurcasına, kuyruklarını aşağıya eğip korkuluğun denk gelen yerine kakasını yapar, hızla ağarlardı domateslerin, fasulyelerin, kabakların arasına.
   Çevresi;  yer yer çürüyüp yosun bağlamış, rengi kararmış, sivriltilmiş uçlarına konserve, salça kutuları ve yumurta kabukları geçirilmiş tahta parçalarıyla sarılmış bahçedeki kadın taklidi korkuluk,  beyaz başörtüsü ve çorapları, divitin kumaştan çiçekli elbisesi, elbisenin üzerine geçirilmiş uzun hırkası, giysilerin içindeki bedeni simgeleyen ağaç aksamı ile bekliyor yolun kenarında. Sırtını yüksek dağlara dayayıp eteklerini denize uzatmış bu sahil kasabasında kamyonlar geçiyor asfalt yoldan.  Kimi sağa, kimi sola giden, kimi demir yüklü olduklarından ağır ağır, kimi de yükünü henüz almadığından hızlı kamyonlar, kulübenin önünden geçerken korkuluğu selamlar gibi yavaşlayıp sonra yollarına devam ediyorlar. Hani uğrak yerleri vardır yol kenarlarında, orada mutlaka durulur,  bir çay içilir,  biraz soluklanılır,  oraya özgü lezzetler tadılır, onun gibi bir şey işte. Şehir kaçkını, yorgun ve küskün korkuluk, saplandığı toprağa tutunmaya çalışırken, kol niyetine uzanan ağaç aksama geçirilen çantasıyla bir yandan da gitmeye, yoldan geçen kamyonlara atlamaya hazır bir yolcu gibi bekliyor yolun kenarında. Bir korna, bir el hareketi, belki de sırıtkan bir gülüştü beklediği.
  Korkulukla özdeşleşen bir kadın olmak, kim bilir belki de, badireler atlatmak, korkularla yüzleşmek demektir. Korkutmak için korkuları aşmak, rüzgârlara, fırtınalara direnmek, yağmurda ıslanıp ayazda titremek, bütün bunların üstesinden gelebilmek için de kendi kendine şarkılar, türküler söylemek.  Ya da korkularını kâbusların kucağından kurtarıp hayatta kalabilmek, bir dillim ekmek ve çocuklarının okul masraflarını çıkarabilmek için, yoldan gelen geçeni selamlamak, aç bir çağrıya uyup dağ yamaçlarında ağaç diplerine yatırdığın bedenini hoyrat ellere teslim etmek. Sonrası içki ve sigara kokan nefesleler, yağlı vücutlar, aceleci, iş bitirici devinimler; yıpranmış, kenarları yırtılmış, kirli paralar…
  Sabun kokulu iç çamaşırlarını, beyaz çoraplarını, kendisiyle neredeyse bütünleşmiş siyah eteğini, kalçalarından aşağıya kadar sarkan, rengi değişse de modeli hiç değişmeyen hırkasını giydi Necla.  Çantasını koluna taktı. Kulübenin kapısını açtı.  Yorgun bedeni, pörsümüş derisi, bir parantezi andıran bacakları, kısacak saçlarıyla kapıda durdu.  Işıltısını çoktan yitiren gözleriyle önce yola baktı uzun uzun, ardından toprağın üstünde yatan korkuluğa.       ” Bu korkuluktan tek farkım nefes alıp veren bir bedene sahip olmam. Onun da benimkiler gibi eklemlerinden gıcırtılar geliyor, o da acı çekiyor. Kolay mı bu kadar yağmura, soğuğa, rüzgâra dayanmak, düşüp düşüp yeniden ayağa kalkmak.” diye düşündü. Yorgun bedenini sürüyerek korkuluğun yanına geldi, onu doğrultup toprağa dikti. Dibine koyduğu taşı ayağıyla sıkıştırdı. Hırkasını, sol kola astığı çantayı düzeltti.  Sağ kolunu her zamanki gibi yukarıya kaldırıp sabitledi. Bu kol “ Buradayım, hazırım.” demekti. Sonra uzun uzun izledi eserini. Onun kaygısız ve korkusuz duruşuna özendi, kendi vücudundaki morlukları onarmak istercesine dokundu ahşabın nemli yosunlarına. “Şanslısın” dedi. “ Senin kollarına kuşlar konup cıvıldaşıyor gün boyu, benimse üstümde kocaman göbekli adamlar tepiniyor, hoyrat elleriyle kanatıyorlar bedenimi. Köpeğe kemik atar gibi yüzüme fırlatılan kirli paralar onların vicdanını rahatlatırken ben çürüyorum günden güne. Korkuluk bile olmayacak benden geriye kalandan.”
  Necla düşüncelere dalmışken Vuruzat’ın yüklü kamyonu göründü asfalt yolda. Toparlandı, ayağa kaldırdığı korkuluğu yatırıp bahçe kapısına çıktı. Bekletmeye gelmezdi Vuruzat’ı.  Hep aceleci ve asabiydi. Karısıyla kavgalarının acısını kendisinden çıkarırdı çoğu zaman. Kapı olarak kullandığı çalıları kenara çekip yavaşlayan kamyona atladı. Gaza bastı Vuruzat. Kasabanın dışına çıkınca kamyonu kenara çekip durdu. Necla’yı kolundan tutup sürükledi çalılıkların içine.  Çalıların arasındaki fareler ve kertenkeleler biraz sonra Necla’nın bacaklarından akacak taze hücreli, sümüksü sıvıyı koklamanın hazzıyla kaçışıp beklemeye başladılar.
   Vuruzat, araba yağına bulanmış pantolonunu indirdi. Kocaman göbeğinin üstüne çektiği kirli atletiyle abandı Necla’nın üzerine. Nefesi sigara ve içki kokuyordu. Hiç fırçalamadığı dişleri sapsarıydı. Dipleri kapkara tırnaklarını Necla’nın etine daldırıp daldırıp çıkarıyor, ama bedeni bir türlü uyanmıyordu. Sinirlendi. “ Kart karı, bu ne hal lan, köpek bile uyanmaz bu vücut karşısında, kıpırda biraz!” diye bağırdı. Necla, girişimleri sonuç vermeyince alttan almaya, Vuruzat’ı sakinleştirmeye çalıştı.  “ Gerginsin, para da verme bu sefer,  başka zaman…”  dediğinde, Vuruzat, bedeninin işlevsizliğinin tüm hıncını ondan çıkarmak ve adının hakkını vermek istercesine Necla’ya vurmaya başladı. Necla uzanmış, acılar içinde kıvranırken çalıların içindeki soda şişesi çarptı Vuruzat’ın gözüne. Hızla kalktı Necala’nın üzerinden, şişeyi aldı. Mademki onun bedenini uyandıramıyordu bu kart karı, o ne yapacağını bilirdi.
  Necla kanlar içinde yatarken Vuruzat pantolonunu giydi, bir sigara yaktı. Sendeleye sendeleye yola indi. Kamyona binip gaza bastı. Hırıltıyla uzaklaştı kamyon. Necla kamyonun uzaklaştığını anlayınca zorlukla toparlandı. Bacaklarından kanlar sızıyordu, Düşe kalka asfaltın kenarına geldi, oracıkta bayılıp kaldı. Yılların Asfalt Necla’sı yolun kenarında, kendini görüp kurtaracak birilerinin olup olmadığını bilmeden kanamaya devam ederken, fareler ve böcekler Necla’nın toprağa sızan kanını koklamaya başlamıştı çoktan.
  Şeref çocuğu ve karısıyla kayınvalidesinden dönüyordu. Yolun kenarında kanlar içinde yatan Asfalt Necla’yı gördü. Önce ikirciklendi durup durmamakta. Arka koltukta oğluyla oturan karısına baktı, onun yüzündeki ifadeden karısının da gördüğünü, yardım etmek istediğini anladı, ama oğlunun bu manzarayı görmesini istemediği için yola devam etti.  Eve gelip karısını ve çocuğunu indirdi. ” Siz geçin eve, gelirim ben.” deyip geri döndü. Fatma sevgiyle baktı Asfalt Necla’yı kurtarmak umuduyla geri dönen kocasına.
   Kimseye zararı yoktu Asfalt Necla’nın. Üstelik ilkeli çalışır, kasabadan hiçbir erkeği kendine yaklaştırmazdı. Kasabanın kadınlarının sigortası gibiydi.  İlk zamanlarda kendisine yaklaşma girişiminde bulunanlara “Eşlerinize sizi şikâyet ederim, benden uzak durun, hatta buralarda sizi başkalarıyla da görsem susmam, bilirsiniz bu işlere soyunanın kulakları delik olur, duymayacakları, görmeyecekleri olmaz” der, erkeklere korku salarken kadınların içine serin sular serperdi. Belki de burada tutunabilmesini, kimsenin ona karışmamasını böyle sağlamış, işini rahat yapabilmek için kendisine zemin hazırlamıştı. Yaşı kaçtı, nereden gelmişti, kocası yok muydu, kimse bilmezdi. İstanbul’da üniversite okuyan bir kızının olduğu, onun da buraya hiç gelmediği, hatta kızına, ölse bile cenazesine gelmemesini tembih ettiği söyleniyordu. Ortalıktan kaybolduğu günlerde, iş tuttuğu kamyonculardan biriyle kızını ziyarete gittiği söylenir, çok geçmeden geri dönerdi.
  Şeref, asfalt kenarında kanlar içinde yatan kadının nefes aldığını anlayınca sevindi. Onu arka koltuğa yatırıp hastaneye geldi. Kasabada herkes Asfalt Necla’yı tanıdığı, bildiği için hastanedekiler Şeref’e fazla bir şey sormadan işe koyuldular.  Doktor, çok kan kaybettiğini, kurtulmasının mucize olacağını söyledi. Yoğun bakıma alınıp tedaviye başlandı. İşlemler tamamlandıktan sonra hastaneden ayrılan Şeref, kendisini bekleyen karısına ve oğluna dönmek için yola çıktı.
   Asfalt Necla’yı o günden sonra gören olmadı. İstanbul’daki kızının yayına gittiğini söyleyen de vardı, kendisine çalışacak başka bir yer bulduğunu söyleyen de. Yoldan geçen kamyonculardan bazıları bir süre daha kulübenin önünden geçerken yavaşlayıp korna çaldı, içeriden çıkan olmayınca gaza basıp uzaklaştılar. Sonra kornalar da kesildi. Kulübenin bahçesindeki korkuluk cılız otların arasında yere uzanmış öylece yatıyordu.

                   

.

                                                                Yeni E dergisi Haziran 2017 (8. Sayı)


  

  

2 Mayıs 2017 Salı

SENİN İÇİN SÖZCÜKLER BİRİKTİRDİM


                                          SENİN İÇİN SÖZCÜKLER BİRİKTİRDİM

                                                                                              Münire Çalışkan Tuğ

    “Senin için sözcükler biriktirdim” dedi adam kadının alev alev yanan gözlerinin içine bakarak. Aşka, paylaşıma, mutluluğa yelken açan sözcükler. Her birini yüreğime işledim nakış nakış.  Dilimden değil, yüreğimden akacaklar sana bundan böyle. Var mısın, şimdi dağıtalım onları tüm evrene.

 Bak, elini tutuyorum işte. Bu ateş. Benliğimizin çıra- kibrit  buluşması, birlikte eriyip tek beden olma hali.”

  Adam cebinden çıkardığı ateşi,  kıyıya vuran dalgaların ayaklarını okşadığı denize savurdu.

“Balıklara, denizkızlarına armağanımız olsun. Nasıl olsa bizdeki artık sönmeyecek.” 

  “Canından olma pahasına çaldığı ateşi halka armağan eden Promete’yi anımsattın bana, dedi kadın, Promete’nin  bedeni kayalıklarda kartal gagalarıyla inlerken Zeus içkisini yudumluyordu Olimpos’ta. Hiç pişman olmadı Promete, ateşi insanlığa armağan ettiği için.”

   Tenlerini saran ateşle, denizdeki dalgalanmayı, yanmayı, kaynamayı izlediler birlikte. Şenliğe durdu mavi patiska. Köpük köpük kabardı deniz, dalgalar birbirine sarılıp okşadı sahili. Balıklar zıplayıp yuttu ateşi, denizkızları dansa durdu yüreklerine düşen korla.  

  Tekrar cebine daldırdı adam elini. Bir sözcük daha çıkardı.

 “ Bu aşk. Onu rüzgâra bırakalım istiyorum. Dağılsın her yana. Dağlara, ovalara, denize, gökyüzüne.  Kimin yanından geçerse girsin yüreğine. Bir büyü gibi yayılsın her yana.”

  Adam parmaklarının arasında tuttuğu aşkı öptü, nefesiyle üfleyip rüzgâra saldı. Aşk döne döne yükseldi. Kimi denizin üstünden geçip balıklara, kimi kuşlara, kimi de insanlara fısıldadı taşıdığı emanetin sırrını. Bitmez bir yolculukta hiç yorulmadı rüzgâr aşkı taşımaktan.

“ Bu da şarkılar.”  dedi adam, cebinden çıkardığı sözcüğü gösterirken. Sonra kadının kulağına fısıldadı şarkıyı. Adamın gözlerinde kayboldu kadın, kadının gözlerinde kayboldu adam. Damarlarındaki kanın ılık ılık akışını, kalp atışlarının hızlandığını hissettiler.

 “Onu kuşlara verelim. Gece gündüz mırıldasınlar umudu, direnci, aşkı. Biz şarkımızı söylerken başkaları da buluşsun kendi şarkılarıyla.”

    Denizin üstünde uçan martının gagasına kondurdu şarkıyı adam. Martı dağıttı şarkıyı gagadan gagaya. Kulaktan kulağa ulaştı şarkı. Adamla kadın dans etmeye başladı sahilde. Çılgınca, ölesiye, doyasıya. Deniz sıcak sıcak okşadı ayaklarını, rüzgâr saçlarını dağıttı, kuşlar aşk şarkıları fısıldadı kulaklarına. Karşı kayalıklarda inleyen Promete’nin acıları dindi.

                                         

   Günlerdir, içi titreyerek okuduğu, bitmesini istemediği kitabın bu son sayfasını tekrar tekrar okudu kadın.  Kapatıp dizlerinin üstüne koydu, dirseklerini kitaba dayayıp yüzünü avuçlarının arasına aldı. Bir deniz kenarı hayal etti, kocasının kollarında erimek istedi dans ederken. Kuşlar şarkılar fısıldasın, rüzgâr aşkla okşasın istedi tenini. Dışarıya kulak kabarttı. Ne kuşlar şarkı söylüyordu, ne de rüzgârın uğultusu vardı. Soğuk bir ürperti bütün bedenini dolaştı, üşüyordu.

    Başını kaldırıp odayı taradı. Kocasının yatmadan önce çıkarıp sandalyenin üzerine gelişigüzel attığı pantolonuna ilişti gözü. Kalktı, ceplerini yokladı. Birkaç metal para, tütün artıkları, kullanılmış bir selpak ve birkaç şans oyunu kuponundan başka hiçbir şey bulamadı. Pantolonu yerine bıraktı. Gecenin sessizliğini dinledi bir süre daha. Yatak odasından kocasının horultuları geliyordu.

  Kitabı tekrar eline aldı, birkaç defa baştan sona göz gezdirdi. Bazı bölümleri tekrar okudu. Bittiğine üzüldü, kendini terkedilmiş gibi hissetti. Gözlerini kapattı, kitaptaki adamı hayal etti, sözcükleri onunla birlikte dağıtmak isterdi.  Elini tutmak,  onunla dans etmek, yanmak istedi. Rüzgârda uçuşan, martıların gagalarına ilişen, denize karışan sözcükler canlandı gözünde. Kimisi bir dalganın koynunda salınırken, kimisi de ağacın dalına konan kuşun gagasındaki ötüşte çınlıyordu. Hayatı bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden.  Kocası ona hiç aşkla bakmamış, yüreğini titretecek sözler söylememişti. Oysa nasıl da ihtiyacı vardı güzel sözlerle okşanmaya.

 “ Okuduklarımdan çok mu etkileniyorum, okudukça mutsuz mu oluyorum?” dedi kendi kendine. Hayır, yapamazdı okumadan. Bir tek kitaplarda buluyordu mutluluğu. Kitabı, bir sevgilinin tenini okşar gibi kavradı, vitrindeki diğer kitapların arasına özenle yerleştirip yatak odasına geçti. Kocasını uyandırmadan yatmalıydı. Şimdi dayanamazdı onun kendisinden görevmiş gibi beklediklerine. Hem kitaptaki aşkın atmosferinden çıkıp kaba dokunuşlara tahammül edemezdi. Yorganı yavaşça kaldırıp sessizce girdi yatağa. Kocası horlamaya devam ediyordu. Uyanmadığına sevindi. Uzun süre döndü yatakta. Düşler kurdu, okuduğu kitaptan sahneler canlandı gözlerinin önünde.

   Uyku ile uyanıklık arasında yorganın bir ucunun kaldırıldığını hisseder gibi oldu. Nefesini tutup bekledi. Bir daha kıpırdadı yorgan. Gözlerine inanamadı. Onu bu kadar yakışıklı hayal etmemişti kitabı okurken.  Sağ işaret parmağını dudaklarına bastırmış “ hişt!” diyordu. “Biliyorum beni bekliyorsun, seni almaya geldim, senin için cebimde sözcükler biriktirdim. Sahile inip onları birlikte dağıtalım tüm evrene.”
                                                                   SonGemi
                                                                Nisan 2017

 

28 Mart 2017 Salı

MASALINDAN GÖÇEN KUŞ



        Masalından Göçen Kuş | Münire Çalışkan Tuğ


Hanife Altun, Notabene yayınlarından çıkan ilk kitabı Masalından Göçen Kuş’ta alışılmışın dışında bir otobiyografiyle açıyor bize dünyasını. Öyküleştirilmiş biyografi hayli özgün ve ilgi çekici. “Çok seviyor, tekerleği olup motoru olmayan şeyleri. Tersini pek değil, Çok seviyor, ağacı, toprağı, yolun yokuşunu, mevsimin kışını. (Kafiye olsun diye demiyor.) Çok seviyor insanları. (İlle de başkaldıranları!) Tersine üzülüyor…” Süregelen cümlelerle bizi öykü dünyasına girmeye hazırlıyor. Sonrasında obur bir merakla çeviriyorsunuz sayfaları.
Üç ayrı bölüme ayrılmış olan öykülerin bölüm başı yazıları da ayrıca dikkate değer. Öyküler üç bölüme ayrılmışsa da bölümler ince bir kurguyla birbirine bağlanmış, birbiriyle ilintili kılınmış.
Çocukluk travmalarımız, korkularımız, ölüm acıları; öfkeli kocalar, kocalarını aldatan kadınlar, öç alma duygusu biriktiren çocuklar, deliren kadınlar, adamlar ve dahası… Kitap boyu bize eşlik edecek izlekler.
Kitabın ilk öyküsü Salçalı Ekmek’te elinde bir dilim salçalı ekmek, zamansız düşen çocuğa ve onunla eş zamanlı olarak üşüyen ve gitmekte direten bir kadına sesleniyor, Hanife Altun’un, sesini emanet ettiği anlatıcı:
“Çocuk. Salçalı ekmek yiyor çocuk… Düştüm diye ağlanmaz çocuk. Kalk. Düşmek: Öğrenmek. Bize daha yara gerek. Çocuk. Elinde ekmek. Ekmeğin üstünde salça, salçanın üstünde karınca…” Bu sesleniş şefkatli bir anne eli olup okşuyor, dünyanın dört bir yanında çocukluğunu yaşayamadan düşenlerin yaralarını. Kadına seslenişindeki duyguysa, çocuğa seslenişteki duyguyla tezat oluşturan bir tonda işitiliyor. “Gece. Işığı söndürülmüş zaman. Ne gecenin hayrı, ne gündüzün şerri; yeğdir bize. Şimdi otur. Akrep de, yelkovan da hayatın üstünde. Hayatı kim sakladı bir kalbin içine? Kim mahkûm etti onu düzenli bir ritme? Sekte=ölüm. Vakit, kalmak şimdi, daha karlar yağacak. Bir sağanakla yetinmek mi? Saçma!”
Dede’de, içimize işleyen kokular ve onlarla gelen anılar sarıp sarmalıyor bizi. “Bazı anıların kayıtları kokuyla mıhlanmıştır zihnimize. Bir koku duyarsın ve şarkının da dediği gibi, gelir anılardan bir davet, çocukluğun canlanır,” cümlelerinin ardına takılıp bir yanınız öyküde, diğer yanınız, geçmişten burnunuza gelen kokuların sarmalında, hangi zamanda olduğunuzu anlayamadan yol alıyorsunuz satırlar arasında. Yazı silikleşiyor, çocukluk günlerinizin kokuları sayfalar arasından buram buram yükselirken, siz dedenizin şapkasını ya da bastonunu kapıp kaçıyorsunuz yeni bir dede- torun oyununun neşesi içinde.
Acılar erken büyütür çocukları. Bir oyunda koşarken ayağına takılan taşla düştüğünde, kanayan dizinin acısına ağlamak varken, annesinin yaralarını görüyor çocuklar. Unutuyor dizinin acısını, parmağını bastırıyor annesinin kanayan yarasına. Çünkü, “Anneler ağlayınca güvendiği dallar elinde kalıyor çocukların.” (Babamın Evi)
Kimi zaman, düşlerimize kaçıp ardımızda telaşlı arayışlar bırakarak kayboluruz. Gizlendiğimiz yerde,  “ Nasıl kıymete bindim. Niye daha önce düşünmedim? Alıp başını giden her zaman böyle kıymetli midir? Kaçan hep kovalanır mı?” diye sorup yine kendi yanıtlarımızı bulmaya çalışırken gözlerimizin önünden elma ve horoz şekeri yüklü, camdan bir el arabası geçer, dilimiz birkaç tur atar ağzımızın içinde, çepeçevre dudaklarımızı yalarız. Alabildiğine sessiz oluruz o kaçıp saklandığımız yerde, ele geçmemek, büyünün bozulmaması, gerçeğe dönmemek için. “Kayıp” öyküsünün satırları arasında gezinirken bir de bakmışız biz de saklanıvermişiz çocukluğumuzun oyunlarından birine. Hişt, kimse duymasın dolabın içinde olduğumuzu.
Anımsamak istemediğimiz, ama yakamızı bir türlü bırakmayan anılar çalar sık sık kapımızı. Peşimizi bıraksınlar, aklımızın yakasından ellerini çeksinler isteriz, ama öyle olmaz çoğu zaman. “Her yanım ses, her yanım kulak… Anılar sevimsiz ve soğuk. Nüvel Baba başlıklı öykü, böyle soğuk bir anının ardına takıp sürüklüyor bizi. Elimiz ayağımız buz kesse de sürüyoruz izi. Yolumuz yetiştirme yurtlarına,  koruyucu annelere, çocuk gelinlere, ensestin açtığı yaralara uzanıyor. Ellerimizi nefesimizle ısıtmaya çalışsak da yürek üşümeniz geçmiyor bir türlü.
Nüvel Baba’nın ardından, çocukluk travmalarının delirttiği, parçaladığı insanların yaşamı çıkıyor karşımıza Aklımda Uyuyan Kadınlar’da. Yaralı bir çocukluk, hasta bir geleceğe gebedir, demekten kendimizi alamıyor ve Beni Almaya Gelecekler’i okumaya başlıyoruz. Kendisini ve annesini çok döven babadan kurtulmaya çalışırken anne acısı yaşayan çocukla bekliyoruz camın önünde, onu ve bizi almaya gelecek olanları. Bir yandan da gözümüz, kulağımız,  Meryem’in teninde Nurcan’ın ömürlük yasını tutan Hasan’da. “Nurcan Saçlarını Kısacık Kestirmiş Anne”
Yalnız yaşayan bir öğretmenin çocukluğu ile ilgili anne yaraları çıkıyor sonra karşınıza Saçları Annem Gibi Mi Kokar başlıklı öyküyle. Anlatıcıyla kulak kesilip dinliyoruz, üst katta oğlu ile yaşayan kadının evinden gelen sesleri.
Aşağı Tükürsem Bıyık, Yukarı Tükürsem Sakal adlı öykü, aklı kendine yük edinmekten caymış bir insanın gözünden aklın “değerini” aktarıyor okuyucuya. “Kaç saat oldu bilmiyorum. Toplam çuval sayısının kaç olduğunu bilmediğim gibi. Ne yaptığımı ve neden yaptığımı biliyorum. Bundan eminim. Orada bir sıkıntı yok. Hangilerinin çuvala girmesi, hangilerinin denize atılması gerektiğine, neye göre mi karar veriyorum? Keyfime göre. Keyfim tartışmaya açık değildir.” Bu öyküde sakal ve bıyığın yer değiştirme gerekçesini anlamak için biraz dikkat etmek, hatta belki de bu küçük oyunu açık eden ipucunu keşfetmek için ikinci bir okuma yapmak bile gerekebilir.
Yap-boz hayatlar, mutfak tezgâhının üzerine sıraladığı rengârenk reçel kavanozları ile mutluluğun resmini yapan kadınlar, Taksici Recep’in karısı Cemile, Mutluluğun Resmi başlıklı öyküyle yaşamlarına ortak olmamızı bekliyor bizden.
Kitaptaki en ilginç öykülerden biri de “Annem Evde mi?” başlıklı öykü. Öykü neredeyse baştan sona soru cümleleriyle ilerliyor. Başlığı da bir soru cümlesi zaten. “Oğlanın gözleri var mı? Ya babanın izleri? Onlar göğsümde, baldırımda mı? Hala mosmor mu? Ben kadın. İçimde ne var? Babamdan arta kalan şeyler mi? Neler?” gibi sorular bizi öyküdeki olayın derinliklerine, karanlıklarına çekiyor. Bu anlatım biçimiyle, iç dünyada yapılan psikolojik bir kazı çıkıyor ortaya. Adeta bir saklambaç oyununda sobeleniyor baba.
Kitaba adını veren “Masalından Göçen Kuş”ta sorular ve yanıtlar birlikte ilerliyor. Sonra susmanın dili giriyor devreye. Dünyada su götürmez acıların olduğunu, cevaplar çalındığında, dünyanın kör bir kuyuda uyuyan mavi bir küreden başka bir anlamının olmadığını, bir çöp kibritin aklı yakıp her şeyi yok ettiğini anlatıyor bize yazar, imgenin gücünü kullanarak. Ayrıca, anlatımdaki duyular arası aktarmalar da imgenin gücünü artırıyor: “Bütün gözler kördü, görmek kulaklara kaldı. Kulaklar gördü, su uyudu, dil sustu.”  Bu imgesel anlatım Sarhoş Kavak’ta da devam ediyor: “Bak sen yine şu kavağın sarhoş raksına. Sebepsiz, rüzgârsız, şuursuz bir sallanma hali dallarında, sarhoş değil de ya ne bu kavaklar?” diye sorduktan sonra, “Geceden kalmışlıklarına bir sabah arama telaşıyla uyanmış gibiler.” biçiminde pekiştiriyor imgeyi.
Masalından Göçen Kuş, bazı içerikler ve ayrıntılarla örneklediğim bu öykülerden oluşmuyor sadece. Daha pek çok öykü sizi bekliyor okumanız için. Kitabın son öyküsünden hareketle diyorum ki, “Bakın parmaklarınıza, belki suç ortağınızdır onlar da.  Kimi zaman işaret edip ötekileştirerek, kimi zaman da ses çıkarmayarak. “Elin Vebali Parmağın Boynuna“dır belki de.
Münire Çalışkan Tuğ – edebiyathaber.net (28 Mart 2017)


14 Mart 2017 Salı

İSTANBUL KIRMIZISI


                         İSTANBUL KIRMIZISI –Ferzan Özpetek

        Güneşin doğumu ve batımı, denizden gelip geçen vapurlar, gemiler, denizin üstünde uçuşan martılar; ara sokaklarda yaşama savaşı veren, kimi de bu savaşı kaybeden, bir çarpışma ile, çöplerden topladığı kağıtlar havada uçuşurken çöp toplama aracının dibine düşen  yoksullar…
 
   Ülkesinde yaşanan acıları ve içindeki çığlığı, karmaşayı romana, heykele, filme dönüştürerek susturmaya, kendini sağaltmaya çalışan sanatçılar… Karısına aşık olan adam, bunu açık açık dile getirdiğinde ne onu ne de karısını dövmeden, bıçaklamadan, öldürmeden sorunu çözümleyebilen kocalar,  dinlediği bir anının büyüsüne kapılıp boğazın sularına kendini bırakarak karşıya geçmenin büyüsünü tatmak isteye insanlar…

     Köylerinden göçmek zorunda olan insanların sıkıntıları, onlara yardım elini uzatan duyarlı kişiler, yıllardır Galatasaray lisesi önünde oturma eylemleri yaparak kayıp çocuklarını arayan anneler ve daha nice yönleriyle yaşayan, nefes alan, insanın gözüne, kulağına, ruhuna dolan İstanbul.

    Ferzan Özpetek’in İstanbul Kırmızısı filminden söz ediyorum. Kocaeli’nde uzun süredir nitelikli bir film izleyememiş olmanın yoksunluğuna iyi geldi İstanbul Kırmızısı. Kan yoktu, kin yoktu, vıcık vıcık aşklar, anlamsız göz süzmeler, dakikalarca süren polis kovalamaları yoktu. Televizyonların düğmelerine her uzandığımızda,  kapımızı her araladığımızda, yollarda yürürken, otobüslere tıkış tıkış bindiğimizde bizi daraltan, bunaltan her şeyden uzak, sımsıkı sarıverdi beni İstanbul Kırmızısı.

  Gitmeden önce birçok yorum okudum, çoğu olumsuzdu. Hepsine kulak tıkayarak gittim izlemeye, daha önce de öyle olmuştu, çok eleştirilen filmleri sevmiştim. Yine öyle oldu.
  İmgesel çalışılan sanat filmlerini sevenlere ve görsel bir şölen izlemek isteyenlere öneririm. Kitabını da çok beğenmiş, hatta arkadaşımdan alıp okuduğum kitaba el koymuştum. Size bir sır vereyim mi? İzleyenlerin “belirsiz bırakılmış” demelerine rağmen ben Denizi’in nerede olduğunu biliyorum. Benim için belirsiz değil son.