HAMAYLI
Münire Çalışkan Tuğ
Kimi yaşananlar bizi dilsiz bırakır hayat
boyu, tüm sırlarımızı yanımıza alıp arkamızda soru işaretleri bırakarak
sessizce gideriz bu dünyadan.
Anneannem de öyle
yaptı, tüm sırlarını tabuta yükleyip aramızdan ayrıldı, ardında küçük
sızıntılar bırakarak.
Annem telefon edip onun çok hasta olduğunu,
hemen gelmem gerektiğini söylediğinde içime tarifsiz bir hüzün çöktü. Sesini
hiç duymadığım; ama dudaklarının kıpırtısından kendi kendisiyle sürekli
konuştuğunu düşündüğüm anneannemin, bize açmadığı sırlarıyla birlikte toprağa gömülecek
olmasının acısı çöktü içime.
Salonda pencere
kenarına yerleştirilen koltukta sabahtan akşama kadar, sessiz bir yığın gibi
oturan bu kadın, sürekli örgü örer, bir yandan da durmadan dudaklarını
kıpırdatırdı. Kimle konuşurdu, ne anlatırdı, bizle niçin konuşmazdı, o şişlerle
örgü mü, yoksa bir acıyı mı örerdi? Konuşsaydı ne söylerdi, acaba dudakları var
da dili mi yoktu?
Öne arkaya sallana
sallana örgü örüşü, koltukla bütünleşmiş hali bana hareketli bir heykeli
düşündürmüştü hep. Bıkmaz, yorulmaz, sabahtan akşamlara kadar, zorunlu
gereksinimleri hariç, yerinden hiç kalkmazdı.
Ara sıra sağ eliyle, boynunda asılı duran, Amerikan bezinin balmumu ile
kaplanmasıyla yapılmış, içinde ne olduğunu bilmediğimiz, avuç içi büyüklüğünde,
üçgen biçimli hamaylısını yoklar; onu önce aşağıya, sonra soldan sağa çeker,
kıpır kıpır dudaklarıyla örgüsüne dönerdi. Evin her yanı onun ördüğü örtülerle
kaplanmıştı, koltukların üzerleri, perdeler, sehpalar… Koltuklara otururken,
perdelere dokundukça içimiz ürperirdi.
Koltuğun yanındaki sehpanın
üzerinde küçük bir radyosu vardı. Sabahları saat 10’u 10 geçe ve öğleden
sonraları 16.20 de yavaşça radyonun düğmesine uzanır “Arkası Yarın” dinlerdi. Onu dinlerken gözlerini karşı duvara
sabitler, dudaklarının kıpırtısı durur; heykel, hareketsiz görünümüne
kavuşurdu.
Boynuna
sarılmama, dokunup kaçmalarıma, onunla oynamak, şakalaşmak istemelerime hiç
tepki vermezdi. Zamanla diğer aile bireyleri gibi ben de onu uzaktan izlemeye
alışmış, yaşamıyla ilgili olarak, annemden ve komşu kadınlardan duyduğumla
yetinmeye başlamıştım.
Anlatılanlara
göre zengin bir ailenin yanında besleme olarak kalmaya başladığında annem bir
yaşındaymış. Gündüz evin işlerini görür, gece de annemle birlikte, tavan
arasında, kendilerine ayrılan odada yatarlarmış. Örgü örmeye ve Arkası Yarın
dinlemeye o evde başlamış. Dedem de o ailenin bahçıvanlığını yapan, ilk eşini
yitirmiş, yoksul ve kimsesiz bir
adammış. Dedemle evlendirilip evin bahçesindeki müştemilata yerleştirilmişler.
Dedem:
“Benimle de hiç konuşmadı, hep kendisiyle konuştu, ben onun sesini hiç duymadım.” derdi
sorduğumda.
Annem:
“ Annemle biz bakışarak anlaştık kendimi bildim bileli,
sessizliğin derin diliyle konuştuk, sadece bir gün, ağıt gibi bir türküyü
mırıldanırken duydum sesini. Bir daha da hiç açmadı ağzını.” demişti.
Anneannem
konuşmadığı gibi, hiç gülmedi, ağlamadı. Tek kişilik dünyasında hep içine aktı
durgun bir nehir gibi. O nehrin suyunda neler taşıdı, hangi acılar nehirle
sürüklenip içinde birikti, bilemedik.
Çok hasta
olduğunu duyup geldiğimde yatağına boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Gözlerini
sımsıkı yummuştu. Dudakları ara sıra kıpırdıyor mu, yoksa bana mı öyle geldi,
anlayamadım. Komşularımızdan birkaç kadın da gelmiş, ortak bir sessizliğe
gömülmüşlerdi hep birlikte. En yaşlı komşumuz Neriman teyze fısır fısır kuran
okuyordu ona duyurmamaya çalışarak.
Yanına yaklaştım,
elini tuttum; vücut sıcaklığını hissetmesem, yerinden sökülüp yatağın üzerine
devrilmiş yaşlı bir kadın heykeli diye düşünürdüm. Yüzüne baktım. Gördüğüm, bir yüz değil de suyu çekilen bir
gölün, sıcaktan kavrulan çamurlarının parçalara ayrılmış görüntüsüydü sanki. Derinleşen
çizgilerde saklanan gizleri görmek istercesine eğildim, öpmek istedim, öpemedim,
geri çekildim. “ Gidiyor.” dedim, kendi kendime. ” Bizden sakladığı her şeyi
alıp gidiyor.”
Birden inanılmaz
bir şey oldu. Yüzündeki çizgiler gerildi, kurumuş gölün parçaları hareketlendi.
Anneannem neşeli bir sesle gülmeye başladı. Gözleri hala kapalıydı. Ellerini
kaldırmaya, birilerine ulaşmak istercesine uzatmaya çalıştı. Dudakları
aralandı, önce hırıltılı sesler çıkardı. Ardından hiçbirimizin anlamadığı bir
dilde, ilk defa duyduğum neşeli bir sesle konuşmaya başladı:
“ Pari yegar mama, pari
yegar hayrık, yes lav em, kezi gı sirem Dikran.”* Kolunun son gücüyle boynundaki hamaylıyı
yokladı, aşağıya ve soldan sağa doğru çekti. Konuşması yavaş yavaş duyulmaz
oldu, dudaklardaki kıpırtı bitti, yüzünde mutlu bir gülümseme ile derin bir
sessizliğe gömüldü. Odaya yayılan sessizlik,
anneannem konuşurken ağlamaya başlayan Neriman teyzenin hıçkırıklarıyla
bölündü. Anneannemin ölümüne mi üzülmüştü, onun söylediklerini mi anlamıştı,
yoksa yaklaştığını düşündüğü ölümüne mi ağlıyordu, anlayamadık.
Cenaze işlemleri
bitince inançlar gereği, hamaylının toprağa gömülmesi gerekirdi. Bunu ben
üstlenmiştim. Onu, bahçemizin en uzak köşesine açtığım çukura gömmek üzereyken
dayanılmaz bir istekle titredim. Yavaş yavaş açtım mumlu bezi. Katlar açıldıkça
heyecanım artıyordu. Son kat da açılınca naylonun içindeki katlanmış kâğıdı
gördüm. Naylonu yırtıp kâğıdı açtım. İçinden, bir haç ve bugünkü boyutlardan
çok küçük, siyah- beyaz bir fotoğraf çıktı: Kucağında, bir yaşlarında bir
çocukla genç bir kadın, ona sarılan bir
adam, kadınla adamın birer yanında orta yaş üstü bir kadın ve adam. Fotoğrafın
arkasını çevirdim.
“ 1913- İstanbul
Annem: Zareh
Babam: Arsen
Eşim: Dikran
Kızım: Anahid
Ben : Araksiya
Vurgun yemiş gibiydim,
koca bir tarih üstüme çöküyor, anneannemin sessizliği çığlığa dönüşüyordu.
Bahçe duvarının dibine çöktüm, oturduğu koltukta acılarını ilmek ilmek ören
anneannem için hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Neden sonra ayağa kalkıp haçı
mezarının baş kısmını biraz eşeleyip oraya gömdüm.
Resmi anneme hemen göstermemeye karar verdim.
En azından acısı biraz hafiflemeliydi. Bir süreliğine anneannemin derin sessizliğini
ben devraldım. Sonrasına birlikte karar verirdik nasıl olsa.
* ( Hoş geldin anne,
hoş geldin baba, ben iyiyim, seni seviyorum Dikran)