5 Kasım 2018 Pazartesi

JALE SANCAK İLE SÖYLEŞİ



     
      Münire Çalışkan Tuğ

 JALE SANCAK İLE SÖYLEŞİ

“Uyanan Güzel” de hikâye ettiğim hemen her şeyle birlikte bir yolculuğa çıktım. Kadın, aşk, şehir, yıkım, baskı ve direniş başlıca duraklara oldu.
(Uyanan Güzel, Roman, Hep Kitap Yayınevi)
                                                                    
*  Ben sizi Belki Yarın’la tanıdım. Ardından Uyanan Güzel geldi. Araştırdığımda 35 yıllık aktif bir yazarlık yaşamınız ve 13 kitabınız olduğunu öğrendim. Ne yazık ki ülkemizde yazar-okur buluşmaları ve tanışmaları pek yaşanamıyor. Benim gibi, sizi geç keşfeden okurlar için kendinizi tanıtır mısınız?

Elbette. Yetmişli yıllarda şiirle başladı yazma yolculuğum. O yılların edebiyat dergilerinde yayımlandı ilk şiirlerim. Sonrasında çok sevdiğim bir tür olan radyofonik oyunlar yazdım, çocukluğu radyo tiyatrosu dinleyerek gezmiş biri olarak. Öykü daha sonra geldi. Bir geldi, pir geldi diyebilirim. İlk öykü kitabım Bu Gece Pera’da 1989 yılında Can Yayınları tarafından kitaplaştırıldıktan sonra yirmi beş yıla yakın birkaç tiyatro oyunu ve senaryonun dışında. Sadece öykü yazdım. 2000’lerde Açık Radyo’da kültür sanat programları hazırlayıp sundum, TRT İstanbul televizyonunda bir dönem süreli bir programda  danışman ve metin yazarı olarak görev yaptım, son yıllarda ise öykülerle birlikte iki roman yazdım.

*   Gorki, Edebiyat Yaşamım adlı eserinde  okuduğu kitapların kendisi üzerindeki etkisini belirtirken  “ Kitaplar, insanlarda görmediğim bilmediğim şeyleri önüme serebiliyordu. Her kitap beni kalabalıktan, düzeysizlikten inanlığa, insancıllığa yükselten, daha iyi bir yaşamı anlamam ve ona karşı derin bir susuzluk duymama neden olan  bir merdiven basamağıydı.” diyor. Ne güzel anlatmış kitabın ve okumanın önemini.  Sizin yaşamınızda kitapların yeri nedir, bir yazar olarak siz Uyanan Güzel’de hangi merdivenlere tırmandırmak istediniz okurlarınızı?

Gorki’ye katılmamak mümkün değil. Edebiyat ve kitaplar olmazsa olmazdır benim için de. Umuttan, aşktan söz eden Uyanan Güzel’in ana meseleleri ise insanın güçlülüğü, birey olabilme, anlama, değişim ve özgürleşme. Bir kadının tek başına yürümeyi öğrenmesi. Romanın diğer konuları ise doğa katliamı- çevre kirliliği, betonlaşma-kentsel dönüşüm-rant, baskı dönemleri ve Gezi direnişi. Hatta gri şehir masalı üzerinden binlerce yıllık bir maceranın içinde insanın açgözlülüğüne, doymazlığına, iktidar hırsına ve kıyıcılığına da değiniyor.

*  Gülten Akın Leke başlıklı şiirinde: Çağın en karmaşık yerinde durduk /Biri bizi yazsın, kendimiz değilse / Kim yazacak / Sustukça köreldi/Kaba gönü yonttuğumuz ince bıçak,
diyor. Uyanan Güzel bu çağrıya bir cevap olabilir mi? Vahide’nin uyanışıyla bu gönü parçalamak mı istediniz, onun kimliğinde,  kadınlığını unutan, hayatın güzelliklerinden uzaklaşan, kendini günlük yaşamın rutinine bırakan diğer kadınlara bir çağrı mı yapmak istediniz?

 Çağın en karmaşık yerinde duruyoruz, aynı sevgili Gülten Akın’ın dediği gibi. Bununla birlikte, hatta hamuruna karılan kötülük tozuna rağmen, birçok korkunçluğuyla birlikte insan salt sustukça bıçağı körelen ve elinde onunla kalakalan bir varlık değil. Dünyayı güzel, iyi, yaşanır kılmaya çalışan, bunun için mücadele eden, direnen de o. Kadın insan elbette doğasıyla, aklıyla, güçlülüğüyle hayatın içinde var olmayı pek güzel bilir. Uyanan Güzel naçizane “bunu unutma,” diyor, “korkuyorsan korkundan sıyrıl, hayata karış, mücadeleden vazgeçme ve yola devam et,” diyor. “Çünkü bunları yapabilme yetisine sahipsin.”

 *  Yine aynı şiirde, “utanılacak bir şeymiş, öyle diyor Camus / tek başına mutlu olmak
sesler ve öteki sesler, nerde dünyanın sesleri / leke dokuya işledi / susarak susarak” diyor Gülten Akın. Yazar, leke dokuya işlemesin diye susmayan, susanlara da susmamayı öğütleyen, kendisi, toplumu ve gelecek için çoğul mutluluklar yaratmaya çalışan kişi midir?

 Yazar çoğul mutluluklar yaratmaktan çok- bunu gerçekleştirebilmesinin ve çözüm üretebilmesinin mümkün olmadığının farkındadır, bunu amaçlamaz, bir reçete, formül sunmaya kalkışmaz- tekil ve çoğul mutsuzlukları ve bunu yaratan nedenleri bir kez daha göstermeye çalışır okura, hatırla ve yüzleş ya da hatırla ve değiştir, demeyi yeğler diye yanıtlarsam çok daha doğru olur.

* Her yazarın değişik yazma biçimleri, hatta bazılarının çok ilginç yazma ritüelleri olduğunu biliyoruz.  Örneğin Balzac, kahve üstüne kahve içerek yazarmış. Hatta bir günde 50 kahve içtiği olurmuş, James Joyce mutlaka yatağında, yüzüstü, büyük mavi kalemiyle, beyaz giysiler içinde yazarmış. Friedrich Schiller ise, yazarken masasında mutlaka çürük bir elma bulundururmuş. Soranlara, ara ara bu elmayı koklamanın onu başka diyarlara götürdüğünü, kendisini doğada gibi hissettirdiğini söylermiş. Siz nasıl yazıyorsunuz?

 Ah, benimki bu sevgili ustalardan farklı, epeyce de sıradan bir hal. Çoğunlukla geceleri, dağınık, düzensiz bir yazı masasında, gündelik giysilerimle ekran karşısında, bol sigara içerek, bazen müzik dinleyerek, saatlerce masa başından kalmadan, metinle, kurguyla, sözcüklerle boğuşarak, lakin bundan büyük keyif alarak yazıyorum.
  
*  Fransız düşünürlerden Jules Soury’yi (Jul Sori) bir gün yolda görmüşler. Karşılaştıklarına      “ Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım. Bana masal verin, bana masal verin, masalsız yaşayamıyorum.” diyormuş. Çıldırdığını düşünmüşler onu görenler. Kim bilir belki de kendine yeni bir masal bulduğunda çıldırmaktan kurtulmuştur.  Siz de bütün masalları, geçmiş kadim tarihi yerle bir edilen Gri şehir İstanbul’a bir masal verdiniz Uyanan Güzel’le. Masallarını yitiren, her yeri metal levhalarla kirlenen, yeşilini, doğasını, kültürünü neredeyse kaybeden İstanbul’a ve İstanbulseverlere bir umut olur mu Gri şehrin masalı?

Umut belki de şurada doğar: Gri şehrin masalı okurda, yıkıcıya teslim olmama ve İstanbul’u koruma isteği uyandırırsa ya da yazgısı İstanbul’a benzeyen diğer şehirler için bir direniş ortamı ve bir mücadeleye ihtiyaç olduğu duygusu, düşüncesi uyandırırsa, evet, umut olabilir tabi.

*   Bizler, geçtiğimiz günlerde kurmaca bir metnin- Uyanan Güzel- ardına takılıp  İstanbul’a, sizinle söyleşiye gelmiştik. O gün hep Adrian’ı aradık sokaklarda, Vahide ile karşılaşmayı umduk. Bizim için kurmaca olmaktan çıkıp gerçek kişiler olarak yaşıyorlardı kentin sokaklarında. Siz, içinde doğup büyüdüğünüz, her sokağını adım adım bildiğiniz, kitapta adını vermeseniz de bizi hep İstanbul’a çıkardığınız bu kitapta, İstanbul’u yeniden kurguladınız. Şimdi sokaklarında gezdiğiniz şehir hangisi?  Siz hangisinde yaşıyorsunuz?

Her ikisi de desem kendim için… Hem romandaki İstanbul’da hem de gerçek İstanbul’da. Romanla, romanın karakterleri ve meseleleriyle yol arkadaşlığımız sürüp gidiyorsa, romandaki kentte de yolculuklarımız sürüp gidiyor kuşkusuz. Lakin gerçeklik için öyle çok şey söylenebilir ki. İstanbul artık tam olarak benim doğup büyüdüğüm şehir değil, hayli değişti. Öte yandan hala – ne tuhaf, yitirdikçe- çok güzel ve buna rağmen dispotik bir şehir. Farkındaysanız onu tek bir biçimde tanımlamak, birkaç sözcükle anlatmak mümkün olmuyor.

 *   “Yazma, kurguladığımız bir düşün ardına düşme, uzun, çileli bir yolculuğa çıkmadır; yolculuk süresince birçok duraklara uğradıktan sonra izini sürdüğümüz düşü yakalar gibi olduğumuz yerde konaklama, ördüğümüz söz duvarlarıyla onu kuşatmadır.” der usta dilci Emin Özdemir Yüzler ve Sözcükler adlı eserinde. Siz bu yolculukta hangi duraklara uğradınız, ardına takıldığınız düşü nerede yakaladınız?

Ben de düşümün peşine düşünce kahramanlarımla birlikte, Uyanan Güzel’de hikaye ettiğim hemen her şeyle birlikte bir yolculuğa çıktım. Kadın, aşk, şehir, yıkım, baskı ve direniş başlıca duraklar oldu. Vahide ile Adrian ilişkisinde elbette, ama asıl romanın sonunda, direniş alanında diyebilirim.

*    Rainer Maria Rilke Genç Bir Şaire Mektuplar adlı yapıtında yazmaya istekli olanlara öğütler verir ve şu soruyu sorar onlara. “Yazmanız diyelim yasaklandı, ölür müydümüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi.” Sait Faik de “Yazmasam deli olacaktım.” der. Siz niçin yazıyorsunuz? Yazmak yaralarımıza iyi gelir mi?

Öğretmek ya da birilerini hizaya sokmak için değil, bir misyon hiç değil. Yazmak hep iyigeldi bana, yazmak can sıkıntımı giderdi, dünyaya katlanmamı kolaylaştırdı diyebilirim. Yazmak bazen yaralarımızı iyileştirebilir, bazen de yeni yaralar açabilir, böyle bir yanı da var. Yazmam yasaklansaydı ölmezdim sanırım ya da deli olmazdım, lakin hayat çekilmez olurdu.

  *   Kafka,  kitabın okur üzerindeki etkisini anlatmak için “Vicdanın derin yaralar alması iyidir. Okuduğumuz kitaplar bir yumruk gibi tepemize inip bizi uyarmadıktan sonra neye yarar? Bize, bizi acılara gömen kitaplar gerekiyor.” diyor. Uyanan Güzel’i okurken de 12 Eylül’ün karanlığı, anne- babaların çocuklarını korumak için onlarda açtığı yara, savaşın yıkımları, yaşadığımız kentlerin acımasızca talan edilmesi bir yumruk gibi indi kafamıza. Bizi sorgulamaya çağırırken sorumluluklarımızı da hatırlattı, diyebilirim. Siz kitaplarınızı böyle bir sorumlulukla mı yazıyorsunuz?

Öncelikle bir insan olarak sorumluluk duymalı, dünyayı ateşe veren, yıkan, yaşanmaz hale getiren nedenlere karşı duyarlı, ilgili, hatta karşı olmalı, karşı durmalıyız, diye düşünüyorum. Edebiyata dönersek elbette bunu bir görev gibi düşünmek, üstlenmek mümkün değil. Öyle olursa yazılamaz veya yazılan, bir edebiyat yapıtına dönüşemez. Öte yandan ben her zaman olduğu gibi bu kez de beni rahatsız eden, öfkelendiren, bir insan olarak dertlendiren toplumsal ve bireysel sorunları, durumları yazmayı hedefledim. Böyle olunca da romanda yukarıda belirttiğimiz meseleler, olaylar yer aldı. Sorgulama, yüzleşme, hesaplaşma durumları ise okura, okurun dünya görüşüne, duyarlılığına, algısına bağlı diyebilirim ancak.

*    Uyanan Güzel’den bir yıl kadar önce öykülerinizi topladığınız Belki Yarın yayımlandı.  Julio Cortazar öykü ile romanı karşılaştırırken “Etkileyici bir metin ile okur arasında yaşanan savaşımı roman hep sayıyla kazanır; oysa öykü bu sonucu nakavtla almak zorundadır.” der. Bu, öykünün daha zor yazılan bir tür olduğunu mu gösterir? Siz roman ile öykü arasındaki ayrımı okurdaki etki ve oluşum süreçleri açısından nasıl değerlendirirsiniz?

Elbette her iki ana türün de kendine özgü zorlukları, açmazları var.  Cortazar’ın savına dönüp onun üzerinden yanıtlayayım sorunuzu. Öykü doğası gereği kısa, yoğun, sık, hızlı ve dinamik olmak zorundadır, bunun için de ancak tek ve güçlü bir vuruşu barındırabilir. Bir ikincisi bütün bu yapıyı bozar. Roman ise daha çok sahneye, duruma, olaya, ayrıntı bolluğuna izin verir, daha uzun bir metin olması ve bir zincir örmesi nedeniyle. O nedenle tek bir vuruş yetmez ona, vura vura gelmesi ve sonunda en güçlü olan darbeyi gerçekleştirmesi gerekmektedir. Vurmak, darbe vb. derken biraz şiddet içerdi galiba açıklama; ama ne yapalım Cortazar ustanın tanımlaması bunu gerektirdi.

*  Uyanan Güzel’i okuyup bitirdiğimizde neredeyse hepimiz kendimizce bir devam kurguladık. Sizin bıraktığınız yerden biz sürdürdük. Bu, romanda anlatılanın bize geçtiğini, kahramanları sahiplendiğimizi gösterirken bir yandan da bitmemişlik hissi yaratıyor. Belki de hazır, mutlu bir son bekliyoruz. Siz bilerek mi açık kapılar bıraktınız bize?

Ben romanın içinde söylemek, göstermek istediğim ne varsa söyleyip bitirdim, kendi içinde tamamlandı. Vahide kimseye yaslanmadan, tek başına yola devam etmeyi öğrendi, hatta gidip haziran direnişine katıldı. Adrian’la onu klasik bir sonla bir araya getirmek mesele değildi, ne var ki romanın böyle bir derdi olmadı hiç. Vahide’nin aşık olması, korkularından sıyrılıp insan içine karışması, Deniz’i, gençleri ve direnişi haklı bulması, işteasıl mutlu son demek istiyorum.

*  Çalışma masanızda neler var, diye sorsam. Önümüzdeki zamanlarda biz okurlar kimlerin, hangi yaşamların peşine takılıp hangi kentlerin sokaklarını adımlayacağız?

Kara Kutu tiyatro için bir oyun yazıyorum bugünlerde. Yazılmayı bekleyen öyküler de var. Gene birlikte insanların arasında, yaşantıların içinde olacağız el ele.
     

                                
                                         (Varlık- Nisan 2018)