Münire
Çalışkan Tuğ
JALE SANCAK İLE SÖYLEŞİ
“Uyanan Güzel” de
hikâye ettiğim hemen her şeyle birlikte bir yolculuğa çıktım. Kadın, aşk,
şehir, yıkım, baskı ve direniş başlıca duraklara oldu.
(Uyanan
Güzel, Roman, Hep Kitap Yayınevi)
*
Ben sizi Belki Yarın’la tanıdım.
Ardından Uyanan Güzel geldi. Araştırdığımda 35 yıllık aktif bir yazarlık
yaşamınız ve 13 kitabınız olduğunu öğrendim. Ne yazık ki ülkemizde yazar-okur
buluşmaları ve tanışmaları pek yaşanamıyor. Benim gibi, sizi geç keşfeden
okurlar için kendinizi tanıtır mısınız?
Elbette. Yetmişli yıllarda şiirle başladı yazma
yolculuğum. O yılların edebiyat dergilerinde yayımlandı ilk şiirlerim.
Sonrasında çok sevdiğim bir tür olan radyofonik oyunlar yazdım, çocukluğu radyo
tiyatrosu dinleyerek gezmiş biri olarak. Öykü daha sonra geldi. Bir geldi, pir
geldi diyebilirim. İlk öykü kitabım Bu Gece Pera’da 1989 yılında Can Yayınları
tarafından kitaplaştırıldıktan sonra yirmi beş yıla yakın birkaç tiyatro oyunu
ve senaryonun dışında. Sadece öykü yazdım. 2000’lerde Açık Radyo’da kültür
sanat programları hazırlayıp sundum, TRT İstanbul televizyonunda bir dönem
süreli bir programda danışman ve metin
yazarı olarak görev yaptım, son yıllarda ise öykülerle birlikte iki roman
yazdım.
* Gorki, Edebiyat Yaşamım adlı eserinde okuduğu kitapların kendisi üzerindeki
etkisini belirtirken “ Kitaplar,
insanlarda görmediğim bilmediğim şeyleri önüme serebiliyordu. Her kitap beni
kalabalıktan, düzeysizlikten inanlığa, insancıllığa yükselten, daha iyi bir
yaşamı anlamam ve ona karşı derin bir susuzluk duymama neden olan bir merdiven basamağıydı.” diyor. Ne güzel
anlatmış kitabın ve okumanın önemini. Sizin
yaşamınızda kitapların yeri nedir, bir yazar olarak siz Uyanan Güzel’de hangi
merdivenlere tırmandırmak istediniz okurlarınızı?
Gorki’ye katılmamak mümkün değil. Edebiyat ve kitaplar
olmazsa olmazdır benim için de. Umuttan, aşktan söz eden Uyanan Güzel’in ana
meseleleri ise insanın güçlülüğü, birey olabilme, anlama, değişim ve
özgürleşme. Bir kadının tek başına yürümeyi öğrenmesi. Romanın diğer konuları
ise doğa katliamı- çevre kirliliği, betonlaşma-kentsel dönüşüm-rant, baskı
dönemleri ve Gezi direnişi. Hatta gri şehir masalı üzerinden binlerce yıllık
bir maceranın içinde insanın açgözlülüğüne, doymazlığına, iktidar hırsına ve
kıyıcılığına da değiniyor.
* Gülten Akın Leke başlıklı şiirinde: Çağın
en karmaşık yerinde durduk /Biri bizi yazsın, kendimiz değilse / Kim yazacak
/ Sustukça köreldi/Kaba gönü yonttuğumuz
ince bıçak,
diyor. Uyanan Güzel bu çağrıya bir cevap olabilir
mi? Vahide’nin uyanışıyla bu gönü parçalamak mı istediniz, onun
kimliğinde, kadınlığını unutan, hayatın
güzelliklerinden uzaklaşan, kendini günlük yaşamın rutinine bırakan diğer
kadınlara bir çağrı mı yapmak istediniz?
Çağın en karmaşık yerinde duruyoruz, aynı
sevgili Gülten Akın’ın dediği gibi. Bununla birlikte, hatta hamuruna karılan
kötülük tozuna rağmen, birçok korkunçluğuyla birlikte insan salt sustukça
bıçağı körelen ve elinde onunla kalakalan bir varlık değil. Dünyayı güzel, iyi,
yaşanır kılmaya çalışan, bunun için mücadele eden, direnen de o. Kadın insan
elbette doğasıyla, aklıyla, güçlülüğüyle hayatın içinde var olmayı pek güzel
bilir. Uyanan Güzel naçizane “bunu unutma,” diyor, “korkuyorsan korkundan
sıyrıl, hayata karış, mücadeleden vazgeçme ve yola devam et,” diyor. “Çünkü
bunları yapabilme yetisine sahipsin.”
* Yine
aynı şiirde, “utanılacak bir şeymiş, öyle
diyor Camus / tek başına mutlu olmak
sesler ve öteki sesler, nerde dünyanın sesleri / leke
dokuya işledi / susarak susarak” diyor Gülten Akın.
Yazar, leke dokuya işlemesin diye susmayan, susanlara da susmamayı öğütleyen,
kendisi, toplumu ve gelecek için çoğul mutluluklar yaratmaya çalışan kişi
midir?
Yazar çoğul mutluluklar yaratmaktan çok- bunu
gerçekleştirebilmesinin ve çözüm üretebilmesinin mümkün olmadığının
farkındadır, bunu amaçlamaz, bir reçete, formül sunmaya kalkışmaz- tekil ve
çoğul mutsuzlukları ve bunu yaratan nedenleri bir kez daha göstermeye çalışır
okura, hatırla ve yüzleş ya da hatırla ve değiştir, demeyi yeğler diye
yanıtlarsam çok daha doğru olur.
* Her yazarın
değişik yazma biçimleri, hatta bazılarının çok ilginç yazma ritüelleri olduğunu
biliyoruz. Örneğin Balzac, kahve üstüne kahve içerek
yazarmış. Hatta bir günde 50 kahve içtiği olurmuş, James Joyce mutlaka yatağında, yüzüstü, büyük mavi kalemiyle,
beyaz giysiler içinde yazarmış. Friedrich Schiller ise, yazarken masasında mutlaka çürük bir elma bulundururmuş.
Soranlara, ara ara bu elmayı koklamanın onu başka diyarlara götürdüğünü,
kendisini doğada gibi hissettirdiğini söylermiş. Siz nasıl yazıyorsunuz?
Ah, benimki bu sevgili
ustalardan farklı, epeyce de sıradan bir hal. Çoğunlukla geceleri, dağınık,
düzensiz bir yazı masasında, gündelik giysilerimle ekran karşısında, bol sigara
içerek, bazen müzik dinleyerek, saatlerce masa başından kalmadan, metinle,
kurguyla, sözcüklerle boğuşarak, lakin bundan büyük keyif alarak yazıyorum.
*
Fransız düşünürlerden Jules Soury’yi
(Jul Sori) bir gün yolda görmüşler. Karşılaştıklarına “
Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım. Bana masal verin, bana masal
verin, masalsız yaşayamıyorum.” diyormuş. Çıldırdığını düşünmüşler onu
görenler. Kim bilir belki de kendine yeni bir masal bulduğunda çıldırmaktan kurtulmuştur.
Siz
de bütün masalları, geçmiş kadim tarihi yerle bir edilen Gri şehir İstanbul’a bir
masal verdiniz Uyanan Güzel’le. Masallarını yitiren, her yeri metal levhalarla
kirlenen, yeşilini, doğasını, kültürünü neredeyse kaybeden İstanbul’a ve
İstanbulseverlere bir umut olur mu Gri şehrin masalı?
Umut belki de şurada doğar: Gri şehrin masalı okurda,
yıkıcıya teslim olmama ve İstanbul’u koruma isteği uyandırırsa ya da yazgısı
İstanbul’a benzeyen diğer şehirler için bir direniş ortamı ve bir mücadeleye
ihtiyaç olduğu duygusu, düşüncesi uyandırırsa, evet, umut olabilir tabi.
* Bizler, geçtiğimiz günlerde kurmaca
bir metnin- Uyanan Güzel- ardına takılıp İstanbul’a, sizinle söyleşiye gelmiştik. O gün
hep Adrian’ı aradık sokaklarda, Vahide ile karşılaşmayı umduk. Bizim için
kurmaca olmaktan çıkıp gerçek kişiler olarak yaşıyorlardı kentin sokaklarında. Siz,
içinde doğup büyüdüğünüz, her sokağını adım adım bildiğiniz, kitapta adını
vermeseniz de bizi hep İstanbul’a çıkardığınız bu kitapta, İstanbul’u yeniden
kurguladınız. Şimdi sokaklarında gezdiğiniz şehir hangisi? Siz hangisinde yaşıyorsunuz?
Her ikisi de desem kendim için… Hem romandaki İstanbul’da hem
de gerçek İstanbul’da. Romanla, romanın karakterleri ve meseleleriyle yol
arkadaşlığımız sürüp gidiyorsa, romandaki kentte de yolculuklarımız sürüp
gidiyor kuşkusuz. Lakin gerçeklik için öyle çok şey söylenebilir ki. İstanbul
artık tam olarak benim doğup büyüdüğüm şehir değil, hayli değişti. Öte yandan
hala – ne tuhaf, yitirdikçe- çok güzel ve buna rağmen dispotik bir şehir.
Farkındaysanız onu tek bir biçimde tanımlamak, birkaç sözcükle anlatmak mümkün
olmuyor.
* “Yazma,
kurguladığımız bir düşün ardına düşme, uzun, çileli bir yolculuğa çıkmadır;
yolculuk süresince birçok duraklara uğradıktan sonra izini sürdüğümüz düşü
yakalar gibi olduğumuz yerde konaklama, ördüğümüz söz duvarlarıyla onu
kuşatmadır.” der usta dilci Emin Özdemir Yüzler ve Sözcükler adlı eserinde. Siz bu yolculukta hangi duraklara uğradınız, ardına
takıldığınız düşü nerede yakaladınız?
Ben de düşümün peşine düşünce kahramanlarımla birlikte,
Uyanan Güzel’de hikaye ettiğim hemen her şeyle birlikte bir yolculuğa çıktım.
Kadın, aşk, şehir, yıkım, baskı ve direniş başlıca duraklar oldu. Vahide ile
Adrian ilişkisinde elbette, ama asıl romanın sonunda, direniş alanında
diyebilirim.
* Rainer
Maria Rilke Genç Bir Şaire Mektuplar adlı yapıtında yazmaya istekli olanlara
öğütler verir ve şu soruyu sorar onlara. “Yazmanız diyelim yasaklandı, ölür
müydümüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi.” Sait Faik de “Yazmasam deli
olacaktım.” der. Siz niçin yazıyorsunuz? Yazmak yaralarımıza iyi gelir mi?
Öğretmek ya da birilerini hizaya sokmak için değil, bir
misyon hiç değil. Yazmak hep iyigeldi bana, yazmak can sıkıntımı giderdi,
dünyaya katlanmamı kolaylaştırdı diyebilirim. Yazmak bazen yaralarımızı
iyileştirebilir, bazen de yeni yaralar açabilir, böyle bir yanı da var. Yazmam
yasaklansaydı ölmezdim sanırım ya da deli olmazdım, lakin hayat çekilmez
olurdu.
* Kafka,
kitabın okur üzerindeki etkisini
anlatmak için “Vicdanın derin yaralar alması iyidir. Okuduğumuz kitaplar bir
yumruk gibi tepemize inip bizi uyarmadıktan sonra neye yarar? Bize, bizi
acılara gömen kitaplar gerekiyor.” diyor. Uyanan Güzel’i okurken de 12 Eylül’ün
karanlığı, anne- babaların çocuklarını korumak için onlarda açtığı yara,
savaşın yıkımları, yaşadığımız kentlerin acımasızca talan edilmesi bir yumruk
gibi indi kafamıza. Bizi sorgulamaya çağırırken sorumluluklarımızı da
hatırlattı, diyebilirim. Siz kitaplarınızı böyle bir sorumlulukla mı
yazıyorsunuz?
Öncelikle bir insan olarak sorumluluk duymalı, dünyayı ateşe
veren, yıkan, yaşanmaz hale getiren nedenlere karşı duyarlı, ilgili, hatta
karşı olmalı, karşı durmalıyız, diye düşünüyorum. Edebiyata dönersek elbette
bunu bir görev gibi düşünmek, üstlenmek mümkün değil. Öyle olursa yazılamaz
veya yazılan, bir edebiyat yapıtına dönüşemez. Öte yandan ben her zaman olduğu
gibi bu kez de beni rahatsız eden, öfkelendiren, bir insan olarak dertlendiren
toplumsal ve bireysel sorunları, durumları yazmayı hedefledim. Böyle olunca da
romanda yukarıda belirttiğimiz meseleler, olaylar yer aldı. Sorgulama,
yüzleşme, hesaplaşma durumları ise okura, okurun dünya görüşüne, duyarlılığına,
algısına bağlı diyebilirim ancak.
* Uyanan Güzel’den bir yıl kadar önce
öykülerinizi topladığınız Belki Yarın yayımlandı. Julio Cortazar öykü ile romanı
karşılaştırırken “Etkileyici bir metin ile okur arasında yaşanan savaşımı roman
hep sayıyla kazanır; oysa öykü bu sonucu nakavtla almak zorundadır.” der. Bu, öykünün
daha zor yazılan bir tür olduğunu mu gösterir? Siz roman ile öykü arasındaki
ayrımı okurdaki etki ve oluşum süreçleri açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Elbette her iki ana türün de kendine özgü zorlukları,
açmazları var. Cortazar’ın savına dönüp
onun üzerinden yanıtlayayım sorunuzu. Öykü doğası gereği kısa, yoğun, sık,
hızlı ve dinamik olmak zorundadır, bunun için de ancak tek ve güçlü bir vuruşu
barındırabilir. Bir ikincisi bütün bu yapıyı bozar. Roman ise daha çok sahneye,
duruma, olaya, ayrıntı bolluğuna izin verir, daha uzun bir metin olması ve bir
zincir örmesi nedeniyle. O nedenle tek bir vuruş yetmez ona, vura vura gelmesi
ve sonunda en güçlü olan darbeyi gerçekleştirmesi gerekmektedir. Vurmak, darbe
vb. derken biraz şiddet içerdi galiba açıklama; ama ne yapalım Cortazar ustanın
tanımlaması bunu gerektirdi.
*
Uyanan Güzel’i okuyup bitirdiğimizde
neredeyse hepimiz kendimizce bir devam kurguladık. Sizin bıraktığınız yerden
biz sürdürdük. Bu, romanda anlatılanın bize geçtiğini, kahramanları
sahiplendiğimizi gösterirken bir yandan da bitmemişlik hissi yaratıyor. Belki
de hazır, mutlu bir son bekliyoruz. Siz bilerek mi açık kapılar bıraktınız
bize?
Ben romanın içinde söylemek, göstermek istediğim ne varsa
söyleyip bitirdim, kendi içinde tamamlandı. Vahide kimseye yaslanmadan, tek
başına yola devam etmeyi öğrendi, hatta gidip haziran direnişine katıldı.
Adrian’la onu klasik bir sonla bir araya getirmek mesele değildi, ne var ki
romanın böyle bir derdi olmadı hiç. Vahide’nin aşık olması, korkularından
sıyrılıp insan içine karışması, Deniz’i, gençleri ve direnişi haklı bulması,
işteasıl mutlu son demek istiyorum.
*
Çalışma masanızda neler var, diye
sorsam. Önümüzdeki zamanlarda biz okurlar kimlerin, hangi yaşamların peşine
takılıp hangi kentlerin sokaklarını adımlayacağız?
Kara Kutu tiyatro için bir oyun yazıyorum bugünlerde.
Yazılmayı bekleyen öyküler de var. Gene birlikte insanların arasında,
yaşantıların içinde olacağız el ele.
(Varlık- Nisan 2018)