Nargül Delice: “Yazdıklarınız başlangıçta kutsal bir metinmiş gibi görünüyor gözünüze, kişiler de melekleri.”
Söyleşi:
Münire Çalışkan Tuğ
Kitabının arka kapağında “Nargül Delice hikâyelerinde, samimiyeti hissedecek, tabiat kadar dengeli ruh haliyle hüznü, sevinci, şaşkınlığı abartısız yaşayacaksınız. Delice, insanımızı anlatırken gerçeğe sığınıp doğal kalmayı tercih ediyor. Okuru yoran süslü sözlerden, gereksiz betimlemelerden, beylik laflardan uzak duruyor. Hep taze kalacak sade ve özgün hikâyeler.” diye not düşülen Nargül Delice ile söyleştik bu sayımızda.
- Doğrusu merak uyandıran bir tanıtım arka kapak yazısı. Böylesine merak uyandıran bir yazarı, daha yakından tanımak, yazma serüvenine ortak olmak isteriz. Bize kendinizden söz eder misiniz? Kimdir Nargül Delice?
Nargül Delice her şeyden önce bir evlat, eş, anne ve anneanne. Atmışlı yıllardaköyde doğan ve okumak isteyen herkes gibi ortaokul ve liseyiyatılı okudum. Üniversiteyle yıllar sonra buluştum. Doğudan batıya pek çok yerde Ebe – Hemşire olarak çalıştım ve ülke mozaiğini oluşturan her kültürden insan tanıdım.Çok yaşadım, çok okudum, dağarcığıma çok şey doldurdum; ancak yazmak için biraz geç kaldım galiba. Ortaokul yıllarında yazıp sonradan yaktığım dosyayı saymazsak yazmaya elli yaşımdan sonra başladım, diyebilirim. İlk öykümün adı “Minibüste” idi. Beni en çok rahatsız eden şeyleri yazarak başlamışım demek ki yazmaya. O yıl belediyenin açtığı atölyeye katıldım. Yazdığım öyküleri “Unutmak İçin Yaşadı”başlığı altında bir kitapta topladım. İki yıl aradan sonra Saçımda Limon Çekirdekleri yayımlandı. Bu süreçte öykülerim Notos, Edebiyatist, Edebiyat Nöbeti,Kümbet dergilerinde;yurt içinde ve Azerbaycan’daki internet öykü sitelerinde yayımlandı.
- Sayfaların rengi hayatımın özetidir diyen kadından, bir afişi kullanarak gençleri uyuşturucu ile tanıştıran hınzır gence, okumak isteyip de okuyamayan, çareyi intiharda bulan genç kızlara, yaşadığı travmaları yaşam boyu taşıyanlardan Kore’deki sevgiliye, kâbuslardan hayvanseverliğe, bir şirketin sadık çalışanlarının aldatıldıklarını anlayınca aldıkları intikamdan salyangoz toplayıcısı gençlere kadar pek çok konuyu dert edinip öykülerinizde işlemişsiniz. Bu konu çeşitliliği bana, Dostoyevski’nin Beyaz Geceler romanındaki Nastenka’nınHayalperest’e sorduğu “Bir hikâyenizyoksa nasıl yaşıyorsunuz?” sorusunu anımsattı. Ne çok hikâyeniz varmış anlatacak. Bu konuları nerelerde, nasıl biriktirdiniz, diye sorsam.
Yazmaya yeni başlamışken kendime sınır koymadım. Birbiriyle bağıntılı olsun olmasın “beni yaz” diyen her konuda yazdım. Az önce de söylediğim gibi çok okudum, çok yaşadım, çok şey biriktirdim, bir başlık etrafında toplamak kolay olmadı.Geçen yıl Beyaz Geceler’i Riga’da yaşama şansını yakaladım. İlham perileri uçuşuyordu gökyüzünde. Rus edebiyatıyla gençlik yıllarımdan itibaren tanıştığım için hep merak ederdim oraları.Tolstoy ve Dostoyevski başka toraklarda yetişmiş olsaydı AnnaKarenina, Suç ve Ceza yinebirer başyapıt olur muydu,Çehov anlatacak bu kadar hikâye bulabilir miydi, Turgenyev’in yazdığı oyunlar böyle rağbet görür müydü, Gorki, Ana’yı yazıp bir döneme damga vurabilir miydi, Puskin’in şiirleri bir asır sonra okunur muydu, bilemiyorum. Doğduğum, yaşadığım toprakların, yaratı gücümü beslediğini düşünüyorum. Özellikle köyde doğup büyümüş olmayı ve mesleğim gereği çok farklı kültürlerle tanışmış olmayı şans olarak görüyorum.
- Öykülerinizi okuduğumda, dilini ve olay kişilerinin birbiri ile ilişkisini çok samimi, sıcak ve doğal buldum. İsabel Allende “Öykü anlatıcılığı, kusursuz bir sevgiliye duyulanaşk gibi organik bir deneyimdir. Varlığımızı belirleyen doğal bir tutkudur.” der. Siz ne dersiniz,öyküleriniz sizin çocuklarınız mı? Öykü kişilerinizle nasıl bir duygu bağınız var?
Yazdıklarınız başlangıçta kutsal bir metinmiş gibi görünüyor gözünüze, kişiler de melekleri.Yaratı gücünüzün sınırlarını zorlayıp son noktayı koyduktan sonrası önemli. İlk okumalarınızda hatalarınızı göremeyecek kadar kör oluyorsunuz, kusursuz görünüyor her sözcük. Bunu kısa yoldan aşmada ikinci bir gözün her zaman işe yarayacağına inanıyorum.Atölyeler, okuma grupları tam da bu noktada önem kazanıyor. Öykü kişilerim her ne kadar farklı olsalar da az çok benim gibi düşünüyorlardır herhalde. Beni ayartan karakterler de vardır mutlaka.Çocuklarımı dünyadaki hiçbir şeyle kıyaslayamam.
Kitabın kapağını kaldırdığımızda “Benim Renklerim” başlıklı öykü ile karşılaşıyoruz. Renkli, cıvıl cıvıl bir öykü okumaya hazırlanırken daha ilk cümlede soğuk sesli, yılgın, yorgun sözcükler karşılıyor bizi öykünün içeriğine uygun olarak. Bir Anadolu kasabasının mekân olarak seçildiği öyküde ıssızlık, “iki dağın arasına sıkışmış bir hayat”(s.10) gibi ifadelerle, çocukluğunda yazar olmak isteyen Öğretmen Aysu’nun, hayallerini kilitli bir defter arasındaki renklere sıkıştırıp bir çınar ağacından sarkan ipin ucunda öte yakaya göçen acılı yaşamına yavaş yavaş hazırlıyorsunuz okuru. Anlatma değil, sezdirme ön plana çıkıyor sözcük ve cümlelerinizde.
- Daha ilk öyküden, sözcüklerle dost, onların sırrına ermiş bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Kutlarım. Bize sözcüklerle ilişkiniz, sözcüklerin anlatımdaki çok katmanlı anlamsal özellikleri ile ilgili neler söylersiniz?
Teşekkür ederim. O, Notos’ta yayımlanan ikinci öyküm. Renkler Aysu’nun hayatındaki evrelerin simgesi. Metafor olarak kullanıp farklı bir öykü de yazabilirmişim aslında. Kısa öykülerde arada bir geri dönüşler olsa da şimdide kalıp göstererek, yaşatarak yazmak önemli. Özellikle mişli geçmiş zamana çok yer verilmesi öyküye zarar veriyor.Roman için geçerli olmayabilir bu söylediklerim. Bilmiyorum, bu belki bana ait bir özelliktir; uzun ağdalı, süslü, ahkâm kesen cümleleri okumaktan hoşlanmıyorum. Bir cümle en az kaç sözcükle kurulabilir,en doğru sözcük hangisi ona bakıyorum, böylesi, uzun yazmaktan daha zor aslında.
- Kitaba adını veren öykünüz Saçımda Limon Çekirdekleri, gençlerin uyuşturucu batağına nasıl sürüklendiklerini merkeze alan bir öykü. Öykünün yazılış ve kitaba ad olma sürecini bizimle paylaşmanızı istesem.
Konu için,o yaşlarda pek çok gencin yaşayabileceği türden kötü bir deneyim demek daha doğru sanırım. Öyküyü, Notos’sun 56. sayısında sorulan ve 57. sayıda yayımlanan ‘Bu resmin öyküsünü yazar mısınız?’ kısmındaki fotoğraftan hareketle yazdım. 400 Darbe isimli filmden alınmıştı resim. Önce filmi izledim, ardından öyküyü kurguladım. Benim öykümün seçildiği haberini duyunca kitabım yayımlanmış kadar sevinmiştim.Ondan sonra klavyeye daha bir gayretle sarıldım.Doğal olarak kitabın adı da bu öykü oldu.
- Gecenin Sesi, travmalarımızın yaşamımızı nasıl biçimlendirdiğine ilişkin bir öykü. Rüyalar, kâbuslar, bizi rahat bırakmayan yaşanmışlıklar, kaçtığımız gerçeklerin bilinçaltımızda oluşturduğu o ağır yük. Bir öykü yazarı için rüya neyi ifade eder? Günlük hayat için anlatamadıklarımızı rüyaya mı sakalarız, daha mı özgür oluruz rüya yazarken?
Rüyalar hayatımızın önemli bir kısmını oluşturuyor, onu yok sayamayız. Gerçekten de isteğinizi rahatça yazabilme imkânı veriyor. Ancak, öyküyü yazıp rüyadan uyandı diyerek bitirmek çok sıradan sanki. Gece Sesleri’nde kötü bir rüyanın ardından yaşanan kâbus gibi dakikaları yazdım.Evet, geçmişin insan hayatını nasıl etkilediğini de görebiliriz orda. Bu öykü Edebiyatist yayınevi ve dergisiyle tanışmamı sağladığı için ayrı bir önem taşıyor benim için.
- Her toplumun yaşamında derin izler bırakan tarihsel süreçler vardır. “Yusuf” bunlardan birinden süzülüp geliyor ve sizin öykü kişiniz oluyor. Kore’ye giden Yusuf’la Iseul arasındaki aşka Iseul’ün babası, Yusuf’u sınır dışı ettirerek engel olur. Yurda dönen Yusuf evlenir, kızına Şebnem adını koyar. Şebnem, Iseul’ün Türkçe karşılığı. Öyküde çok sürpriz var okurun yüreğini titretecek. Kurgusu sağlam, içeriği zengin bir öykü Yusuf. Ne dersiniz, bir öykünün çağrısı nerden, ne zaman, nasıl gelir size? Onunla ilk karşılaşma, ilk göz göze gelme, onun sesini duyma, sizi etkisi altına alıp kendini yazdırma süreci. Bu süreci okurlarımızla paylaşmanızı istesem.
Çoğu zaman anlık bir görüntüden ya da sesten hareketle bir cümle yazarım. Gerisi kendiliğinden gelir. Yusuf’u eşimin otuz beş yaşında ölen abisinin hikâyesinden hareketle kurguladım, ama kısacık bir öyküye sığdıramadım yazmak istediklerimi. Bugünlerde Yusuf ‘un Kore’deyken yaşadıklarını anlatan bir roman yazıyorum. Kesinlikle sıradan bir aşk hikâyesi değil. İnşallah yayımlandığında onun hakkında da söyleşiriz.
- Pek çok toplumsal ve bireysel sorunu öykülerinize konu olarak seçiyorsunuz. Ayrılan anne- babalar, aldatma, çalışanların hak ettikleri parayı alamaması, okutulmayan kızlar, doğanın korunmaması, işten atmalar, mafyalaşma, töre cinayetleri; deprem, kanser … Size bu sorumu MarioVargasLlosa’nın Nobel konuşmasından alıntıladığım bir bölümle sormak istiyorum. Llosa’ya sorulan soruyu ben de size sorsam.
- “ Katıldığım toplantılarda, kitap fuarlarında bana sık sık sorulan bir soru vardır. Diyorlar ki açlık, yokluk, yoksulluk kol geziyor dünyamızda; sömürücü güçlerin, insanı da doğayı da tükettiği günlerde yaşıyoruz. Bağnazlığın kör karanlığı giderek yoğunlaşıyor. Beyinler, yürekler körleşmeye, çölleşmeye uğruyor… Bu koşulların egemen olduğu bir dünyada yazmanın ne anlamı var? Kimler için yazıyorsun, yazdıkların kimlerin işine yarayacak?”
Gerçekten de berbat bir dünyada yaşıyoruz. Yazdıklarımızı okuyacak insan sayısı giderek azalıyor. Ulaşabildiğim okur, vaktini boşa harcadığını düşünmeden okusun, beğensin; sayı hiç önemli değil. Hayranlıkla okuduğum kitaplar dururken öncelikle benim kitaplarımın okunmasını beklemek hadsizlik olur zaten. Misafir olduğumuz bu dünyadan göçüp gittiğimde benden geriye bir ses, bir nefes kalsın, torunlarımın kitaplığında anneannelerinin okuduğu ve yazdığı kitaplarolsun yeter.
- Dilek, Beyaz Bulut, Şaka Değil; izlek, kişi ve mekân olarak birbirinin devamı niteliğinde öyküler. Onların ayrı ayrı öyküler olmasının elbet bir nedeni vardır.
Dilek ile başlıyor öykü, Beyaz Bulut ve nihayet Şaka Değil ile noktalanıyor. Kurgularken yeterince uzun kurgulasam belki tek başına bir kitap bile olabilirdi. Köy yaşamını, kadın ve hayvan haklarının nasıl gasp edildiğini, Avcı Muhsin, kızı Emine ve Muhsin’in yeğeni Nergis üzerinden vermeye çalıştım. Kitap, kısa öykülerden oluşuyordu. O sebepten üç ayrı öykü oldu.
- Beni çarpan öykülerden biri de Isırgan Otunun Kökü. Öyküyü okuyan pek çok kişi kendinden izler bulacaktır onda. Bir dönem ne çok kişi vardı siyasi sebeplerle ülkeyi terk etmek zorunda kalan ve ne olursa olsun gittiği yere kendini ait hissetmeyip geri dönme düşleri kuran, dönen, dönemeyen… Orhan’ın kazma kürek alıp tepeye çıkışı, yıllar önce iki kaya arasına sakladığı kitaplarını çıkarıp eve, ait oldukları yere getirmesi… Sanki Orhan, kitaplarını ve yasaklı geçmişini özgürleştirmek için dönmüştür yurda. Orhan için bu kadar değerli iken kitapları, bugün kitaplara değer vermeyişimizi, çok az okuyan bir toplum olmamızı nelere bağlıyorsunuz?
Benim kuşağımın ortak problemleri bunlar. Annemin korkudan bütün kitaplarımı yaktığını hatırlıyorum. Günümüzde insanlar kitaba zaman ve kaynak ayırmıyor artık. Kitap fuarlarına gelecek kadar ilgili olanlar bile vitrine bakar gibi uzaktan bakıp geçiyor stantların önünden. Kitap bir değer olmaktan hızla uzaklaşıyor maalesef.
- Salyangoz Evi, kitaptaki ilginç öykülerden biri. Toplumun birçok kesiminde olduğu gibi salyangoz toplayıcısı çocuklar da mafya tarafından çevrelenmiş. Masum bir okul kaçamağı gibi başlayan öykü, pek çok kurumdaki tekelleşmeyi hatırlatıyor ister istemez. Örneğin yayın dünyası. O da hızla tekelleşmeye doğru gidiyor. Genç ve yetenekli yazarlar, köşeleri tutan otoriteleri aşıp öne çıkamıyor. Tanınmadıkları için eserleri basılmıyor, yayıncılar kendilerine daha çok para kazandıracak tanınmış yazarlara yöneliyor çoğu zaman. Siz bu duvarı nasıl aştınız, zor oldu mu kitabınızla buluşmanız?
Kitap yayımlatmak hiç kolay değil. Büyük yayınevlerinin dikkatini dosyanıza çekmek nerdeyse imkânsız, ben üç dört ay bekledim, olmadı. Edebiyatist Yayın Yönetmeni Fatih Ayan’la önceden tanışmıştım. Haydarpaşa Kitap Günleri’ndeki sohbet esnasında dosyamı yayımlayabileceğini söylediğinde çok rahatladım. Yayınevleri de kendince haklı olabilir, böyle bir ortamda risk almak istemeyebilir. Tanınmış yazarlar bile eskisi kadar rağbet görmezken uğraşmak istemeyebilir isimsiz bir yazarla.
- Kitabınız dili, işlediğiniz konular ve konuyu işleyiş biçiminiz açısından övgüye değer. Bu yönleriyle, Boris Eyhenbaum’un bir öyküden beklediklerine de denk düşüyor bana göre. Boris Eyhenbaum,“Öykü bir çelişki, bir uyum eksikliği, bir yanlışlık, bir karşıtlık, vb. üstüne kurulur.Ama yeterli değildir bu. Öyküde her şey, tıpkı fıkradaki gibi, sonuca doğru yönelir. Öykü, nişanlanan hedefi tam ucuyla ve bütün gücüyle vurması için uçaktan atılan bir mermi gibi, büyük bir hızla atılım yapmalıdır.”der. Ben, sizin öykülerinizde o atılımı gördüm. Sizi kutluyorum. Bu tadı alınca sormadan edemiyorum: Nargül Delice’nin çalışma masasında neler var? “Yusuf” dışında bize hangi sürprizleri hazırlıyor?
Sizden bunları duymak çok güzel, Yusuf roman olarak çıktıktan sonra belki bir öykü kitabı daha hayal edebilirim. Şimdi Yusuf ve Iseul’le birlikte okyanusta dalgalarla boğuşuyorum.
- Gerek günlük yaşamınızdaki gerekse öykülerinizdeki samimiyet ve sıcaklık için, sorularımızı içtenlikle yanıtladığınız için teşekkür ederim.
Daha güzel bir dünyada yaşamak dileğiyle teşekkür ediyorum ben de.
(Son Gemi Dergisi- 48. Sayı- Kasım 2018)