Zerrin Saral, Aksisanat Portal için yazarlarla Öykü Zamanlığı‘nda bir araya geliyor.
Öykü Zamanlığı‘nda Zerrin Saral bu defa Münire Çalışkan Tuğ’a
soruyor:
"Dünya hızla
değişirken, sanatın izdüşümü, sanatçının sanatını ortaya koyma şekli de aynı
hızla, değişime/dönüşüme uğruyor. Böylesi bir çağda, veri tabanını koruyan,
yaratım sürecinize katkı sağlamış, tüm zamanların
öyküsü/öykücüsü dediğiniz öykü ve öykücü(-ler) kimler? Bu tercihi, yazınınızda
neye/nereye dayandırıyorsunuz?"
Dünya hızla değişiyor evet, ama bu
değişimin her zaman olumlu olduğunu söylemek olası değil. Savaşlar, göçler,
yersiz yurtsuz kalıp sokaklarda yaşamak zorunda kalanlar… Ekolojik dengenin bozulması, bir türlü önü
alınamayan salgın hastalıklar biraz da bu hızlı ve kontrolsüz gelişmenin sonucu
gibi geliyor bana. Oysa evrenin ritmi değişmiyor, gezegenler bin yıllardır
seyrini aynı hızla sürdürüyor, Dünya Güneş etrafındaki dönüşünü üç yüz altmış
beş günde, kendi etrafındaki dönüşünü yirmi dört saatte tamamlıyor. O halde
hızla değişen ne?
İnsan yaşamının ritmidir hızla değişen. İnsanın;
doymak bilmez hırslarının, iflah olmaz meraklarının esiri olmasıdır, daha çok
şeye sahip olmak, daha ünlü olmak, daha çok para kazanmak için hız kesmeden koşmasıdır.
Bu tekin olmayan hızlı koşu her alanda olduğu gibi edebiyat alanında da kendini
gösteriyor. Başkalarının hızını yakalamak, yayımlanan her kitaba ulaşmak, belli
aralıklarla kitap yayımlamak, reklam yapmak, yeni yeni baskılara ulaşmak, çok
satmak, söyleşiler yapmak… Bu koşuda soluğumuzun kesilmesi, tökezleyip düşmek, yarı yolda kalmak, gücünü
kaybetmek, umutsuzluğa düşmek, dilini kaybetmek, özgünlüğü, kendin olmayı
yakalayamamak, bin yılların sanatsal mirasının dışına düşmek, hatta ondan kopmak,
günü yakalayamamak, yarını görememek de var elbet. Böyle olunca da edebiyat adına kitap dağları
oluşuyor ama o dağlar fare doğuruyor.
Böylesine yoğun ve hareketli bir ortamda ben
kendi ritmimi kendi gücüme ve kaynaklarıma göre ayarlamaya çalışıyorum. Yazılan her kitaba ulaşmak onu okumak gibi bir
derdim yok, şuna yahut buna yetişme derdim de. Ölmeden önce okumam ve yazmam
gerekenler listesi de yapmıyorum. Obur
bir okur olmaktansa nitelikli metinleri derinliklerine inerek okumayı yeğlerim.
İyi kitapları seçme ve onlara ulaşma konusunda da hiç sıkıntım yok. Zaten zamanla
gelişen estetik algımız bizi o metinlere götürür, götürüyor da. Bize düşen
tadına vara vara okumak.
Okumak ve yazmak yolda olma durumu benim
için. Kendime yaptığım bir yolculuk. Bu yolculuğu birlikte yürüdüğüm yazarlar,
kitaplar, o kitapların kahramanları var. Kimisi önümden gidiyor, ben onları izliyorum. Nasıl yürüyor, adımını
nasıl atıyor, yol temizliğini nasıl yapıyor, çevreyi nasıl inceliyor, neye,
kime, nereye nasıl bakıyor, olaylara, olgulara nasıl yaklaşıyor, karşılaştığı sorunları nasıl çözüyor, hangi
şarkıyı nasıl söylüyor izliyorum. Kendi yürüyüşümü kaybetmemeye özen
göstererek, onlardan öğrenerek sürüyor yolculuğum. Kimisiyle yan yanayım, aynı
türküleri birlikte söylemenin sonsuz mutluluğunu yaşıyor, birbirimizden
öğrenerek ilerliyoruz. Hızlı değişime rağmen kendimizce tutturduğumuz bir ritim
var. Adımlarımızı sağlam basmaya, tökezlememeye, zorda, darda kaldığımızda
birbirimize tutunmaya, birbirimizden destek olmaya çalışarak ilerliyoruz.
Edebiyatın ışığında kendime yaptığım
yolculukta kimler hangi yönleriyle yoldaşım oldu, olmaya devam ediyor? Elbet
aşağıda sayacaklarımla sınırlı değil sayıları, ama aklıma ilk gelenleri şöyle
sıralayabilirim. İyi ki yazdılar.
Edebiyat okumalarımın soy kütüğünü
çıkaracak olsam Don Kişot’la başlarım. İlkokuldan itibaren ders kitaplarında
ondan bölümler okuduğum, böyle bir çılgına kitaplarda yer verilmesinin nedenini
o zamanlar bir türlü anlayamadığım Don Kişot. Ne zaman ki eleştirel okumayı
öğrendim, işte o zaman anladım Don Kişot’un yazın dünyasındaki eşsiz yerini ve
önemini. Dönüp dönüp okuduğum, her
seferinde yeni kazılar yaptığım ve her kazıdan yeni bulgularla döndüğüm bitmez
tükenmez bir hazine benim için Don Kişot.
Yaşama
amacını yazmak olarak tarif eden, hastalığı el verdiğince özgürce yaşayan ve
yazan, yazarlığını yaşamdan besleyen, ince bir üslupla insan ilişkilerindeki
durumları anlatan, otuz beş yıllık yaşamına pek çok kitap sığdıran ( Ben beşini
ve güncesini okuyabildim.) Güncesinde “Yaşamak, ‘yazar’ olmak yeter, diyen Katherine
Mansfield,
Edebiyat yolculuğumda iç sesime,
bilinçaltımda biriktirdiklerime kulak vermemi, kendim olmamı, kendimi dinlememi
ve anlamamı sağlayan, bir çalışma odamın olmasına öncülük eden, ölümünü her
anımsadığımda gözümde hiçbir ressamın çizemeyeceği bir tablo canlanan, “Bir kadın olarak, ülkem yok. Bir kadın olarak, bir ülkem olsun
istemiyorum. Bir kadın olarak, bütün dünya benim ülkem,” diyerek evrenin kızı
olmayı başaran kız kardeşim Virginia Woolf,
Edebiyatın
alışılagelmiş dil ve anlatım kurallarını yıkan, yaşamöyküsü yazımına yeni
bir yaklaşım getiren, “Gerçek sanat için
kurallar söz konusu olamaz. Her yaratıcı hareket, öncesinde bir yıkımla
başlar,” diyen çizgi dışı yazar Getrude Stein,
Irkçılığa
karşı duruşlarıyla Tonni Morrison, Harper Lee, Zora Neale Hurston,
İnsanın
yalnızlığını, tükenmişliğini, bencilliğini mizahi bir dille anlatan Graje
Paley,
Sıra dışı
yaşamı, cinsiyet kutuplaşmaları ve cinsellik konusunda yazdıklarıyla Jeanette
Winterson,
Bizi
büyülü bir gerçeklik içinde yüzdüren Gabriel Garcia Marquez,
Paris
Düşerken, Dipten Gelen Dalga ve Fırtına üçlemesi ile bize savaşın insanın
insana en büyük kötülüğü olduğunu yaşatan (gösteren demiyorum) İlya Ehrenburg,
Kadınlar Rüyalar Ejderhalar adlı kitabında “Eğer
çocuktaki hayal gücünün kökünü gerçekten kazıyabilirseniz, o çocuk büyüyünce
bir ‘patates’olur,” diyen ve eserleriyle bizi fantastik bir dünyada keyifli
yolculuklara çıkaran Ursula K. Lee Guen,
Kendi edebiyatımıza gelirsek:
Günlük yaşam
kadar yalın dili, okura ayrıntıları göstermedeki ustalığı ile Sinağrit Baba’nın
seçiciliğini, Semaver’in tıkırdayan sesini, Kör Mustafa’nın mücadelesini
anlatan, gözlerimizi Tüneldeki Çocuk’un
meraklı ve heyecanlı gözleri ile buluşturan, pek çok insanlık durumunu önümüze
seren, doğaseverliğiyle, halkın içinden oluşuyla Sait Faik Abasıyanık,
Toplumsal
cinsiyet algısının kadınlara yüklemek istediği misyonların karşısında dimdik
duruşuyla Nezihe Meriç,
Alışılmış
anlatım tekniklerinin dışına çıkan, sürekli yeni biçimler arayan, kendine özgü sözdizimi ile insanın insanla ve
insanın toplumla çatışmasını anlatan, bilinç akışı tekniğini kullanmasıyla Virginia Woolf’tan el alan, kendini her türlü
baskının dışında tutmayı, ona karşı durmayı beceren özgür ruhlu kadın Leyla
Erbil,
Sözcük
seçimindeki ustalığı, öykülerindeki yoğunluk ve içtenlikle günlük olayları,
büyük şehrin kalabalığında kaybolan insanları, çoğunlukla da kadınları, onların
evlilik ve aile içindeki sıkışmışlığını, çıkış yolları arayışlarını, yer yer
kabullenişlerini anlatan, zengin soylu bir aileden olmasına rağmen kalemini
halkın yaşamını anlatmak için kullanan Tomris Uyar,
Yapıtlarındaki
katmanlı anlatımıyla, özgür kadınlığa giden yoldaki taşları döşeme
mücadelesiyle Sevgi Soysal,
Öyküyü bir
yaşam serüvenine dönüştüren, katmanlı kurguları, dili ve anlatımı ile Kafka’ya
yaklaşan Sevim Burak,
Sarsıcı imgeleri,
kurguları ve anlatımı ile bilincimizi ve bilinçaltımızı alt üst eden Bilge
Karasu.
Burada
saymadığım, unuttuğum ama edebiyat yolculuğumda bana rehberlik eden, bende ayrı
arı etkiler bırakan, onları her okuduğumda yeni bir yön keşfettiğim daha pek
çok yazar var elbet. Birini öne almam gerekirse bunun Onat Kutlar ve onun
öykülerini topladığı İshak olduğunu söylemeliyim. İshak’ı yaşamımın değişik
dönemlerinde defalarca okudum. Her okuduğumda dili, işlediği konular, kurguları,
konuları işleyiş biçimi ile beni derinliklerine çekti ve o derinliklerde başka başka
gizlerini açtı bana, yeni keşifler yapmamı sağladı. Fantastik, masalsı,
gerçeküstü gibi görünen ögelerde toplumun yaşadığı acıları görüp sarsıldım.
Halıda kabaran vişneçürüğü asla sadece bir leke değildi benim için, onu deştiğimde
ulaştıklarım, gördüklerim, hissettiklerim, düşündüklerim…
Kitaptaki “Kediler” üzerine en çok düşündüğüm, kafa
yorduğum, yeni çıkarımlarda bulunduğum kısacası benim için okunması hiç
bitmeyecek bir öykü, derin kazılar gerektiren, her okuyuşta yeni bir sırrı
keşfettiğim, sonsuz anlamlara sahip… Dokununca dağılan, uçan, kaybolan,
insanlar onlara bakınca ölen kediler, ölen kedileri sahiplerinin uda gömmesi,
anlatıcının kedilere duyduğu düşmanlık, onlara karşı üstün olmak için kedileri
birbirine öldürtmek için yaptığı planlar… Pelte gibi birer birer dağılan ve yok
olan kediler…
Kediler ve kabaran vişneçürüğü lekenin dışında, ait
olduğu bağlamla birleşince okuru yer yer kaygılı, korkulu, heyecanlı yer yer de
hayal dünyasının sınırlarını zorlayan yolculuklara çıkaran imgelerden
bazılarını paylaşmak isterim: Camdan düşerek ölen sinekler, aylı gecelerde
ağaca konup yer yününü gözetleyen ishak, hala ile yeğenin oynadığı Kepçe Gelin oyunu, büyük bir yastığa dayanır
gibi serin yaz gecesine dayanan çocuk, pervazların arasından maviyi kesen
kırlangıç, bir bulutun önünden ağır ağır geçen pencere…
Kitabı okurken
yirmi üç yaşımı düşünürüm. Pek de kayda değer bir şey anımsayamam o yaşa
değgin. Onat Kutlar İshak’ı yirmi üç yaşında yazmış. O yaştaki birikimine,
kendi dilini bulmuşluğuna, yakalanması neredeyse imkânsız özgünlüğüne hayran
kalırım. Dünya edebiyatında bir kitapla unutulmazlar arasında yer alan pek az
yazar vardır. Bizim edebiyatımızda da Onat Kutlar( şiir ve denemelerini ayrı
tutarak söylüyorum) ve Ahmet Arif bu
yazarlar arasındadır.
(15 Eylül 2020- Aksisanat Portal)