BERNA
DURMAZ’LA SÖYLEŞİ
Münire Çalışkan Tuğ
Koza
İşçiliğinin Yolu…
Münire Çalışkan Tuğ: Sizi biraz tanıyalım
kimdir Berna Durmaz ya da kim değildir?
Berna Durmaz: Cemil Kavukçu, bir yerde benim için, “Berna Durmaz, köşesinde sessizce kozasını örüyor,” diye
yazmıştı. Beni anlatacak daha güzel bir şey okumadım daha sonra. Kozama
çekilirken, sözcüklerimi, düşlerimi, düşüncelerimi, bu hayattan bana iyi kötü
yansıyan ne varsa hepsinden biraz alıyorum yanıma, bir süre sonra oradan yeni
öykülerle çıkıyorum. İşte o kelebek anımı, onun özgürce dolaşma hallerini
yaşamayı seçiyorum hayattan. Kimdir diye sorarsanız da ben kendime bu yüzden
koza işçisi diyorum.
Münire Çalışkan Tuğ: Öykülerinizi okuduğumuzda,
yaşamın içinden konuları seçip işlediğinizi, okurun yaşam deneyimi yelpazesini
genişletmesine katkı sunduğunuzu, bizi kendi ilişkilerimiz dışına çıkararak
yaşamın diğer bileşenleri ile buluşturduğunuzu görüyoruz, deneyimliyoruz.
James
Wood, Hayatın En Yakın Benzeri adlı eserine, Geoge Eliot’tan aldığı bir
epigrafla başlar. Eliot:
“Sanat, hayatın en yakın benzeridir; insanın hayat deneyimi yelpazesinin
genişlemesine, kişinin, öteki insan hemcinsleriyle, kendi payına düşen
ilişkiler dışında başka ilişkiler kurmasına katkıda bulunur, der” Size göre de
sanat yaşamın en yakın benzeri midir? Sanatla hayat nerede örtüşür, ondan
nerede ayrılır?
Berna Durmaz:
Öyküyü, dış dünyadaki gerçeklikten
ayıran biricik unsur bir dilin içinde gerçekleşiyor olması. Dil onun hem
sınırları hem de özgürce devinebileceği tek alandır. Yaşamın gerçeklik alanı
içinde kendi gerçekliğini kuran canlı bir hücre gibidir öykü. Çeperleri
yardımıyla dış dünyayla iletişim halindedir. Dışarıdan gelen bilgiyi kullanır,
işler, değiştirip farklılaştırır ve dış dünyaya kendisi kalarak katılır, ona
katkı sunar.
Yaşamın en yakın
benzeri başlığı, bende hakikat ve kurgunun hayatımızdaki yerlerini düşündürdü.
Hepimiz hakikati bulma, onu anlama peşindeyiz. Herkesin hakikat diye
adlandırdığı farklı düzlemlerde de olsa ortak gaye hakikati bulma. Arayıp
bulmakla kalmıyor onu dile getirme, yayma, paylaşma ihtiyacı duyuyoruz. Aslında
yazarlar bunun için yazıyor ve biz okurlar da okuduklarımızda hayatla bağını
güçlü tutan yanlarıyla ilgileniyoruz okuduklarımızın.
Oysa işin içinde
kurgu dediğimiz bir taraf var. O neden var? Hakikati bulmaksa ve dile
getirmekse amaç biz neden onun etrafını daha parlak, daha göz alıcı, daha ilgi
çekici olması için farklı bir malzemeyle dolduruyoruz? Benim öykülerimde
yaptığım bu. Evet, hepsinin bugün yaşadığımız bu gerçeklikle güçlü ya da zayıf
az ya da çok bağı var. Fakat bu bağ neden yeterli olmadı ve ben etrafını var
olmadığını bildiğimiz o kurgu kısmıyla doldurdum?
Demek
ki hakikati bilmek ve anlatmak bize yetmedi. Zihnimiz hep onun ötesine, sağına
soluna, ardına bakmak istedi ve göremediğimiz kör, karanlık noktalarını kendisi
tamamladı. Asla var olduğu haliyle yetinmedi ve o var olanı anlatmak için
düşleri, rüyaları, zihin akışını, dil oyunlarını kattı ve modern öykü böyle
doğdu.
Ben de her öykü kitabımın kalbine bir hakikati yerleştirdim. Bazen bunu
öykünün en derinine bazen de hemen görünüp keşfedilsin diye uluorta bir yere
bıraktım. Bazen hiç o hakikatten söz etmedim sadece etrafında dolaştım ve
okurun zihni onu gördüğümü, anlattığımı düşündü ve öykünün altını kendi
metniyle doldurdu.
Münire Çalışkan Tuğ : Harold Blom, Etkilenme
Endişesi adlı eserinde gerçek bir yazar –şair olabilmek için yazar ve şairlerin
kendilerinden önce yazılmış kült eserleri okumalarını, özümsemelerini, ancak
onların gölgelerinden kurtulduktan sonra özgün eserler yazabileceklerini
söyler. Bir anlamda yazar ve şairlere babayı öldürmelerini, Oidupus Kompleksi’nden
kurtulmalarını öğütler.
Carlos Fauntes ise : “Bu dünyada babasız bir
kitap, öksüz bir cilt var mıdır? Başka kitapların soyundan gelmemiş bir kitap,
geleneksiz bir yaratım var mıdır? Öte yandan gelenek, yenilenmek sizin
varlığını sürdürebilir mi? Yıllar boyu yaşamış öyküler yeni ürünlerle yeniden
yeşertilmeksizin kalıcı kılınabilir mi?” der.
·
Siz
babayı nasıl öldürdünüz, bu ne kadar sürdü?
·
Sizin
eserleriniz hangi kitapların, yazarların soyundan geliyor?
·
Etkilenme
ile esinlenme arasındaki ayrımı nasıl açıklarsınız?
Berna
Durmaz: Roland Barthes, yazmanın temelinde arzu olduğunu
söyler. Bu arzuya sevinç eşlik eder ona göre. Sevinç, başkaları tarafından
yazılmış metinleri okuduğumda aldığım hazdır, hissettiğim neşe, doyum
duygusudur. “Okumuş olduğum için yazarım,” diye sürdürür düşüncesini Barthes. Okuduklarım
beni etkilememiş olsaydı, bende bir hayranlık, coşku, sevinç, haz gibi duygular
uyandırmasaydı yazmazdım. Okuduklarımızdan etkilenmemiş olmak söz konusu bile
olamaz bu durumda. Etkilendiğim öykülere benzeyen öyküler yazdım ilk zamanlar.
Ben bu etkiyi önemsiyorum, yeni yaratıların olmazsa olmazıdır. Esinlenme de
diyebilirsiniz buna. Umberto Eco’ya göre kitaplar kendi aralarında konuşurlar.
Bir kitap bir şey anlatmaya başlar başka bir kitap ona cevap verir. Bu bir
yerde başlayan yaratıcı etkinliğin, devam ettiği anlamına gelir ki zaten
edebiyat kanonu bu zincir halkalarının birbirine bağlanmasıyla oluşur. Zamanla
bir yazma geleneğinden söz edilebilir bu durumda. Ben sevdiğim tüm yazarlardan
etkilendiğimi ve onların bana verdiği esinle yazdığımı biliyorum.
Babayı
öldürdüm mü, bundan tam olarak emin değilim. 50 kuşağı yazarları ( Sait Faik’in öncü, etkileyici olduğu, Yusuf
Atılgan, Bilge Karasu, Leyla Erbil, Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz,
Ferit Edgü, Onat Kutlar), modern öykünün öncüleriydiler. Dilde, anlatımda,
kurgulamada, gerçekliğin yansıtılmasında 40 kuşağının fotoğraf gerçekçiliğine
karşı açtıkları savaş ve devrim niteliğinde getirdikleri yeniliklerle bizim
kuşağımıza da yol açmaya devam ediyorlar. Yani biz onları aşarak değil, onlarla
birlikte yol alıyoruz. Burada babayı öldürmeden söz edemeyiz. Bunu bir gelenek
oluşturma bağlamında ele almamız gerektiğini düşünüyorum.
Münire
Çalışkan Tuğ : Bu sorunun devamı olarak sorayım Bir Hal Var Sende’deki
Çakıltaşı adlı öyküde olay kişilerinden birinin “Bende bir öykü var ama yarım
bırakmış yazar. Yıllar önce yine böyle bir istasyondan satın almıştım
yolculuklarda okumak için,” der. Bu öyküde Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri
öyküsüne gönderme yapar gibisiniz.
Berna
Durmaz: Sevdiğimiz yazarlar ve öyküleri o kadar çok işler ki zihnimize.
Orada yaşamaya devam eder ve sonunda bizden bir parça olurlar. Demiryolu Hikayecileri
öyküsünden bende kalan iz, ses ve tortular gelip yazdığım bu öykünün içine yerleşti. Oğuz
Atay’a bir selam denebilir veya ona, yazdıkları ve bana kattıkları için bir
teşekkür. Onun başlattığını başka bir öyküde devam ettirme isteği. Karınca
kararınca…
Münire
Çalışkan Tuğ: Öykülerinizde şiirsel, imgesel, masalsı yer yer ironik bir dil
kullanıyorsunuz. İmge kullanımı,
sözcüklere çağrışım değeri katmak,
varlıkların kişileştirilmesi, okurun doldurması için bırakılan
boşluklar, tamamlanmamış öykü sonları öyküyü hangi yönlerden zenginleştirir,(
zenginleştirir mi) okura nasıl bir katkı sağlar? Öykü diliniz için neler
söylersiniz?
Berna
Durmaz : Yazarken kullandığım dilin birden fazla bileşeni,
kaynağı, oluşum sürecine ait çok fazla değişkeni var. Ben farkında olarak ya da
olmayarak okuduklarımdan, duyduklarımdan, yaşadıklarımdan oluşturduğum bir
karışımı kendi estetik kaygılarımın imbiğinden süzüp şu an okuduğunuz öykü
dilimi oluşturmuş olmalıyım. Öyküde damıtılmış dili önemsiyorum. İncelmiş,
fazlalıklarından arınmış ama kendine has, başka kimsede bulunmayan bir aroması
olması için çaba gösteriyorum. Bu beni başka yazarlardan ayırt edici bir
özelliğim olmasını istiyorum. Yazmaya başladığım ilk zamanlardan bu yana dile
yoğunlaştım, dille yoğruldum. Şimdiki öykümün arkasında uzun yıllara yayılan
bir emek ve zorlu, sancılı bir değişim, dönüşüm uğraşı var. Yapmaya
çalıştıklarımın yolunu çizerken okuru hiç düşünmedim. Yani bunlar okura nasıl
bir katkı sağlar, sağlar mı bilmiyorum. Herkes kendi penceresinden bakacaktır
yazdıklarıma ve dileyen oradan gördüklerine katılır ya da katılmaz. Bunun
kararını yazar değil okur verecektir.
Münire
Çalışkan Tuğ: Kitaplarınız adını kitabın içindeki bir öyküden almıyor. Kitap
bütünlüğünde düşündüğümüzde tam da kitabın içeriğini kapsıyor diyoruz.
Alışılanın dışında bir adlandırma bu. Ne dersiniz bu konuda?
Berna
Durmaz: Kitaplarımda tematik bir bütünlük oldu şimdiye dek.
Bunu bazen bile isteye yaptım bazen de yazılış dönemlerinin veya dert
edindikleri meselelerin aynı olması nedeniyle öyküler birbirlerine yaklaştılar
ve böyle bir bütünlük sağladılar. Bana da onların bu yakın duruşlarını bir
şemsiye altında toplayacak ortak bir ad bulmak düştü.
Münire
Çalışkan Tuğ: Sizden zamanın ve mekânın sınırlarını aşan öyküler okuyoruz. Hepimizin bakıp geçtiği yanıbaşımızdakini,
günlük yaşam içindeki insanı, küçük kasabalardaki dar yaşamları, göçerleri,
şehir yaşamı içinde bunalanları, kentsel dönüşümü, çalıştığı fabrikalarda her
gün bir organını bırakanları anlatıyorsunuz. Bunlar bugün de yaşanıyor,
geçmişte de yaşandı, gelecekte de yaşanacak ya da dünyanın her yerinde her
zaman karşılaşabileceğimiz olay, durum, yer ve kişiler. Onun için zamanın ve mekânın
ötesinde, dedim. Zamansızlık ve mekânsızlığın öyküye katkısı nedir, desem.
Berna
Durmaz: Zaman ve mekân öyküde başat belirleyicilerdir elbette
ama o kadar belirgin hale getirirler ki bu bazen indirgemek anlamına gelir.
Belli bir yer ve belli bir zamanda geçen olay biricik bir hal alır. Oysa
öykünün ne yeri ne zamanı bu dünyada değil bana göre. O kendi ülkesinin kendi
zamanında geçiyor. Onun kendi gerçeği olduğundan söz ediyorsak bu kendi yer ve
zamanı olduğu için. Bize tanıdık, bildik gelmesi de elbette öykünün gerçek
yaşamla organik bir bağ içinde olması ve bu bağı koparmayışından ileri geliyor.
Münire
Çalışkan Tuğ : Öykü girişleriniz çok çarpıcı, okuru hemen öyküye bağlıyor. Belli ki önemsiyorsunuz girişi.
Berna
Durmaz: Giriş bölümü dikkatimizi çekiyorsa o öyküyü okumaya
devam ederiz bazen. Bazen de öykünün ne girişi ne sonu ilginç değildir ama
sonuna kadar okutur kendini. Önemli olan öykünün bütünlüğü içinde bir
takılmadan sürdürülebilen bir akışının olması. Giriş bölümlerini önemsiyorum,
okuru nasıl bir dünyaya davet ettiğinizin ipuçlarını orada vermem gerektiğini
düşünürüm hep. Bu yüzden giriş cümleleri, üzerinde daha çok çalıştığım cümleler
oluyor genellikle.
Münire
Çalışkan Tuğ : Öyküde dil ve hikaye ilişkisini konuşsak biraz da. Kimi öyküler
güçlü hikâyelere, kimileri de güçlü bir dile dayanıyor. Benim sizde de gördüğüm
ikisini birleştirmiş olmanız. Günümüz öykülerinde gördüğünüz özelliklerle de
birleştirirseniz, güçlü bir hikâyemi, güçlü bir dil mi yoksa…
Berna
Durmaz : Jose
Ortega Y Gasett, 19. yüzyılın klasik edebiyatıyla modern edebiyatı
karşılaştırırken şöyle bir örnek verir. Önceleri roman, müzik, resim, bir
pencereden bakıp bize bahçede neler olduğunu anlatıyordu. Modern edebiyat ise
bahçeyle aramızda bir cam olduğunu, o camın üzerindeki yansımaları, renkleri
gösterdi. Cam sanatın kendisiydi. Artık cama bakıyoruz. Her ne kadar bahçede
gördüklerimiz hayatın gerçekleri, yani öyküdeki hikâyeyse camdaki yansımalar da
dildeki estetikti. Bize okurken haz veren de budur bana kalırsa. İkisi de
öykünün olmazsa olmazıdır. Yine Gasett’in örneği üzerinden gidersek bahçeyi
göremezsek anlatacak bir şeyimiz kalmaz ve camın renkleri ve yansımaları olmasaydı
da o bahçeyi en güzel ve farklı, ilgi çekici anlatılamazdı.
Münire
Çalışkan Tuğ: Karayel Üşümesi hariç diğer kitaplarınızda
bir öyküye sığamayan başka öykülere de uzanan kahramanlarınız var. Bunun da bir
imge olduğunu düşündüm. Ne dersiniz niye geziyor öykü kişileriniz ya da
Karayel Üşümesi’ndeki karakterler neden kendi öykülerinin dışına çıkmıyor?
Berna
Durmaz: İlk üç kitaptaki öykülerde hep uzaklara gitmeyi,
özgürleşmeyi, sınırlarını aşmayı isteyen kahramanlar vardı. Öyküler de bu
temalar üzerindeydi. Fakat Karayel Üşümesi’ndeki öyküler kendi üstüne kapanan
öykülerdi. Durağan, üşümenin, donmanın kıpırtısızlığı vardı üzerlerinde.
Dolayısıyla kahramanları kendi öykü sınırları dışına çıkmadı, çıkmak
istemediler.
Münire
Çalışkan Tuğ : Karayel Üşümesi’ndeki Sünger Gibi Delikli adlı
öykü Metal Hayatlar’ın sinyali gibi. “Şehir betondan bir kütle, taşı bile taş
değil, kumun çimentonun katılaşmış hali…” Ne dersiniz, o öyküyü yazarken mi
düştü Metal Hayatlar masaya?
Berna Durmaz: Evet, büyükşehir ve onun kenar mahallelerini yazma fikri masaya değilse de zihnime düşüp yerleştiği öykülerden biridir o öykü. Ben uzun bir süre neredeyse otuz yıldır yaşadığım İstanbul’u, buradaki hayatı yazamam sanıyordum. Zihnim hep çocukluğumun, ilk gençliğimin küçük şehirleri, kasabalarıyla doluydu. İlk dört kitapta hep oraları anlattım. Metal Hayatlar şimdi yaşadığım şehirden bana yansıyanlarla yazıldı.
Münire
Çalışkan Tuğ: Gelenektendir, hep sorulur masada ne olduğu. Metal Hayat’lardan
aldığım mesaja göre kırlara doğru uzanacak öyküler gelecek gibi.
Berna
Durmaz: Henüz ben de bilmiyorum. Öykü beni nereye götürürse
oraya gideceğim.
Münire
Çalışkan Tuğ: Sizden de okurlarınıza bir soru sormanızı istesem.
Berna
Durmaz: Ben
de en çok hangi öykümün beğenilerek okunduğunu merak ediyorum?
Yayımlandığı Yer : Ekmek ve Gül,
6 Mayıs 2020