DÜŞSEL BİR YOLCULUK
Münire Çalışkan Tuğ
Sait Faik’in anısına
“Bir insanı sevmekle
başlayacak her şey.” Elime ne zaman bir Sait Faik kitabı alsam içimi ısıtan bu
cümle aklıma geliyor. Kış bahçemde kardelenler boynunu güneşe uzatıyor. Tepeden
tırnağa umuda kesiyor düşlerim; direncim artıyor, çiçek açıyorum bahar bahar,
meyveye durmak için gün sayıyorum. Kanayan yanım kabuk bağlıyor, acılarım diniyor,
sanki yıllardır yoksun kaldığım bir haziran güneşini sırtıma giyiniyorum.
Yine o günlerden
birindeyim. Bir solukta bitiriyorum elimdeki kitabı. Adaların ılık rüzgârları esiyor
geceme sayfalar arasından. Mimozaların kokuları doluyor ciğerlerime, elimi
uzatsam dallarına dokunacak kadar yakın hissediyorum adanın fundalıklarını.
Yüksekçe bir tepede durup elimi güneşe siper ederek Kalpazankaya’yı izliyorum. Öykünün havasına kapılıp kendi kendime
bir oyun oynuyorum. Bir “Hişt “
demediğim kaldı. Gece uzun, uykum yok, o
halde gündelik gerçeklerin, alışılmışın dışına çıkabilirim.
Yer belleyen adam ben oluyorum mesela, gizlice
izliyorum öykü kahramanını. “Kestim” diyorum “baklaları, ama parasıyla da olsa vermeyeceğim sana.
Kulağım ağır duyuyorsa bu sana benimle oynama hakkı verir mi?”
Yüzünün aldığı biçimi
düşünüp kafamda ona göre bir görüntü tasarlıyorum. Oyunu kaybetmiş bir oyuncuyu andıran bir yüz
giydiriyorum ona. Daha da ileri gidip “ Şu Papazın oğlu” diyorum “Ne tatlı bir çocuk değil mi?” Bir şeyler planlamış gibi yüzüme bakıyor.
“Hişt” diyor kuşları göstererek. “Kanatlarına ne olmuş onların?”
Oyun oynadığımı
unutup bakıveriyorum gökyüzüne. Kahkahayla gülüyor, “Ben kazandım!” diyor, “Haydi bana eyvallah.” Ardından,
“Yüzünüz kanıyor, jilet mi kaçırdınız?” diye sesleniyorum, ama dönüp
bakmıyor.
Saate bakıyorum,
çok geç olmuş, üstelik yarın erken kalkmalıyım. Gecenin yarısında kendi kendime
oynadığım bu oyun hoşuma gidiyor. Kitabı elimde evirip çeviriyorum. Kaçıncı kez
okuduğumu bilmediğim öykünün tadı damağımda kalıyor bir kez daha. Yüreğim büyük
ustaya saygı duruşuna geçiyor. Onunla aynı dönemde yaşamayı, bir balıkçı
kahvesinde söyleşmeyi istiyorum. Ellerini nasıl kullandığını, rakı bardağını
nasıl tuttuğunu, sarhoş olup olmadığını merak ediyorum. “Ses tonu nasıldı acaba? Bir masada otursaydık
bana öykülerini okur muydu?” gibi pek
çok soru üretiyorum gecenin yarısında.
Kitabı masanın üzerine koyup yatıyorum. Bir
süre uyku tutmuyor. Kendi kendime oynadığım oyunu düşünüp gülümsüyorum. Yer
belleyen adamın şaşkınlığı bir fotoğraf gibi asılı kalıyor belleğimde. Neden
sonra dalmışım.
Hişt, dedi yavaşça, koluma dokundu. Çevreme
bakındım. Kimse yoktu. Tekrar, nefes alır gibi “Hişşşşt” dedi. Arkamı döndüm,
fundalıkların arasından “Pat” diye atlayıverdi önüme.
“Bana da mı?” dedim, “Ayıp oluyor ama ben bu oyunu biliyorum. Hem
sen yüzüne jilet mi kaçırdın? Üstüne
küçük kağıtlar yapıştırdığın yaralardan kan sızıyor? ” Karşılıklı gülümsüyoruz.
“ Haydi, adaya gidiyoruz. Sana bahçıvanın
dokuzuncu çocuğunun hikâyesini anlatacağım.” diyor.
Vapurda yan yana
oturuyoruz. Sesi sıcak bir elbise gibi sarıyor bedenimi. Isınıyorum. Elleri, ince uzun parmakları ahenkli
devinimlerle anlattıklarını tamamlıyor. Fötr şapkasının altında gözleri ışıl
ışıl. Yüzünde dost scaklığı.
Vapurdan inip adanın
yokuşunu tırmanmaya başlıyoruz. Ada mimozaların sarısına bürünmüş. Düşsel bir
yolculukta, Kalpazankaya’ya doğru
ilerliyoruz.
“ Bana dokuzuncu
çocuğun hikâyesini anlatacaktın?” diyorum.
“ Seni üzmek
istemem.” diyor.
Öyküyü her okuduğumda merak ettiğimi söylüyorum. Sevimli
yüzünden bir hüzün bulutu geçiyor, yavaş yavaş anlatmaya başlıyor.
“ Sarı saçlı, mavi
gözlü, cıvıl cıvıl bir çocuktu. R’leri y olarak söylerken daha bir sevimli
olurdu. Bizim bahçeyi bellemeye geldiğinde babası onu da yanında getirirdi. Bir gün bahçivanı çok üzgün gördüm. Ne
olduğunu sorduğumda ‘Küçüğüm çok hasta beyim.” dedi. Akşam onlara uğradığımda
küçük bedeninin ateşler içinde yandığını gördüm. ‘Üşüyoyum amca.” diyebildi
titreme nöbetleri arasında. Bedeninin her tarafı, çiçek çıbanlarıyla kaplanmıştı.
Çıbanlar çatlamış, içlerinden kötü kokulu, kirli, sarımtırak ve koyu bir sıvı
akmaya başlamıştı. Anlayacağın…”
“Anladım.” dedim. “Gerçekten dayanılır şey değil.”
Tepeye kadar çıkmıştık. “Kalpazankaya” tabelasını gördüm. “Artık sana bu
yolu sormayacaklar, sen de ‘Üstündesiniz
dedim, Sanki yol hareket etti. Yürümediler’ * diye anlatamayacaksın, o günlerden bugünlere neler değişti
görüyorsun.” Gülüşüyoruz.
“ Ben sözümde durdum, anlattım, sıra sende. Büyüyünce nasıl birisi oldu
papazın oğlu?”
Yolun kenarına oturduk. “Benim anlatacaklarım da üzücü.” dedim. “Nereden
başlayacağımı bilemiyorum, en iyisi ben sana sonucu söyleyeyim. Çok yakışıklı, çalışkan, iyi yürekli,
yardımsever bir adam oldu papazın oğlu. Sahildeki lokantalardan birini işletiyordu.
Karnını doyuracak parası olmayanları hemen anlar, onlara küçük işler yaptırarak
karınlarını doyururdu. Adaya gezmeye gelenlerin çoğu onun lokantasında yemek
yer, lokanta keyifli söyleşilere ev sahipliği yapardı.
1960’lı
yıllardı. İstanbul’un üstünde kara bulutlar dolanmaya başladı. Soğuk rüzgârlar
esti, yürekler titredi, kuşlar ürktü adanın yükseklerinde. Kıbrıs’la bir gerginlik yaşanıyordu ne
zamandır. Bir gün, bir gazetede ülkeyi
terk edecekler listesinde adını gördü. Yüreği daraldı papazın oğlunun, ağzının tadı
kaçtı.
Yabancılarla ilgili Emniyet 4. Şube’ye gitti. Orada kendisine bir belge
imzalattılar. Göğsüne bir numara astılar, fotoğrafını çektiler. 10 gün
içinde ülkeyi terk etmesi gerektiğini bildirdiler. Yanına sadece yirmi kilo
eşya, 20 dolar alabilecekti. Talimatlara uymazsa cezalandırılacağını
söylediler. Senin anlayacağın yemeklerinin tadını damaklarda bırakarak buralardan
gitti o herkesin çok sevdiği adam.”
Ben sustum, o şaşkın şaşkın yüzüme baktı. “Kafamızdaki
sınırları her geçen gün biraz daha belirginleştiriyoruz. Oysa koşulsuz
sevebilsek birbirimizi, açabilsek yüreklerimizi birbirimize nasıl da güzelleşecekti
yaşam.” dedi. Gözlerini uzaklara dikti, uzun uzun baktı adanın sahile inen
yamacından aşağılara. Sanki papazın oğlunun gidişini izler gibiydi. Üzülmüştü.
Epeyce süren sessizliği başımızın üstünden çığlık çığlığa uçan kuşlar bozdu.
Sanki bir işaret bekliyormuş da onu kuşlardan almış gibi “Haydi kalkıyoruz,
seni Kalpazankaya’ya götüreceğim.” dedi.
Kalpazankaya’ya inen yamacın sahille buluşan noktasında salaş bir
balıkçı vardı. Balığının çok güzel olduğu söylenirdi. Yavaş yavaş indik yamacı.
Balıkçı eski bir dost gibi karşıladı bizi. Siparişlerimizi verdik, rakımızı da hazır
etmesini söyledik. Kayanın dibine gelince “Daha önce çıktın mı bu kayanın
üstüne, biliyor musun hikâyesini?” diye sordu. Kayanın bir hikâyesi olması
şaşırtmıştı beni. Doğrusu adı bile hiç merak uyandırmamıştı bende bugüne kadar.
“Hayır.” dedim, “Bilmiyorum. Anlatırsan
zevkle dinlerim.”
“Tırmanalım.” dedi. “Üstünde anlatırım”
Bir
keçi kıvraklığıyla tırmandı, sonra arkasını dönüp elini uzattı. “Dikkatsiz
olmaya gelmez, yoksa denizin içinde bulursun kendini.” diye uyardı beni. Elini sıkıca tuttum. Kayanın
bir çıkıntısına tutunmaya çalışırken ayağım kurtuldu. Düşerken korkuyla uyandım. Düşsel yolculuk
bitmiş, gündelik gerçeklik yeniden başlamıştı.
* Sait Faik
Abasıyanık- HİŞT HİŞT
Hişt hişttt
YanıtlaSil