Sevgili Can Baba,
12
ve 17 Ağustos 1999’da iki büyük deprem
yaşadık. 12 Ağustos’ta içimize saldığın acının yüreğimizdeki enkazını
kaldıramadan, 17 Ağustos’ta Marmara
yerle bir oldu. Sarsıldık, bir daha da toparlanamadık. O günden beri, en büyük
hayalim, Datça’ya gelip senin yaşadığın, havasını içine çektiğin ,suyunu
içtiğin ve en önemlisi de toprağına karıştığın yerleri gezmek, senden izler
bulmaktı. Sonunda gerçekleşiyor hayalim.
Sabahın erken saatinde, Marmaris’ten
Datça’ya doğru yola çıktığımda tüm benliğim seninle doluydu. Senin şiirlerin,
gürül gürül sesin kulağımda çınlayıp durdu yol boyunca. Geçtiğimiz her koyda,
durup baktığımız her yerde senden bir parça bulmak istiyordum. Sanki Datça,
Datça olmaktan çıkmış, Can Yücel olmuştu. Can Evi’ne ulaşmak, sevgiliye
kavuşmak kadar heyecan vericiydi. İşte sana geliyorum Can Baba, coğrafya bilgini
Strabon'un "Tanrı, çok sevdiği
kulunun uzun ömürlü olmasını isterse, Datça'ya gönderir ' sözünün büyüsünü
senin özlemine ekleyerek. Sanki sana kavuşunca gençliğimin uçarı
günlerine, üniversite yıllarıma geri döneceğim.
Seni ilk tanıdığımda üniversite
öğrencisiydim. Fuardaki imza gününün sonunda yoksul öğrenci evimizde
ağırlamıştık seni. Nasıl da heyecanlıydık. Türkiye’nin en ünlü şairlerinden
biri evimize gelmişti. Beraber şarap içip, edebiyat üzerine konuşmuş, şiirler
okumuştuk. İşte o gürül gürül sesin, o günden beri silinmedi kulaklarımdan.
Ertesi gün okula gittiğimizde havamıza diyecek yoktu. “Dün gece Can Yücel’le…”
diye başlayan cümleler kuruyorduk, fırsatını bulduğumuz her ortamda.
Datça’nın girişinde arabamızı durdurup mezarını
soruyoruz. Uzaktan bakınca diğerlerinden farklı bir mezar görebileceğimizi
düşünürken, kırılmış mermer parçalarıyla
karşılaşıyoruz. Mezarını, ayak ucundaki “ Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.”
cümlesi ve altındaki Can Yücel imzasından tanıyoruz. Üzülüyoruz, ölünün de mezarında
rahat bırakılmadığı bir düşmanlığı anlayamıyor belleğimiz.
Mezarına eğilip söyleşmeye başlıyorum seninle.
Almanya’da yaşayan arkadaşım Şükran’ın selamını ve özlemini fısıldıyorum
kulağına. Sen bana şiirler okuyorsun. Bir taraftan da “dapduru” kalkmanı bekliyorum.
Kalkmıyorsun.
Beni
kuzum Datça’ya gömün/ Geçin Ankara’yı İstanbul’u!
Oralar
ağzına kadar dolu/ Alabildiğine de pahalı
Örneğin
Zincirlikuyu’da / Bir mezar 750 milyona,
Burası
nispeten ucuzluk/ Ortada kalma tehlikesi de yok
Hayır dua
da istemez
Dediğim
gibi beni Datça’ya gömün
diyen dizelerine sarılıp
Can Evi’ne doğru yola koyuluyoruz. Taş
evler, begonvillerle süslenen sokaklar,
güler yüzlü insanlar, mis gibi kekik kokusu, muhteşem bir doğa,.. Derken, Can Yücel Sokak’ta buluyoruz kendimizi. İçimiz
ısınıyor. Sokak levhasının hemen yanında o çok sevdiğim dizelerin:
En uzak mesafe
ne Afrika’dır,
Ne Çin,
Ne Hindistan
Ne seyyareler
Ne yıldızlar geceleri ışıldayan.
En uzak mesafe iki kafa arasındaki
mesafedir,
Birbirini anlamayan.
Sokak boyunca ilerliyoruz. Daracık sokağın
duvarlarına asılmış kağıtlarda sana olan özlemini yazmış sevenlerin.
“Deniz içiyor, rüzgar
yiyorum, bir de seni özlüyorum Can Baba”
“Üç yaşımdayım, ve seni
tanıyorum.”
“Bana bir varmış de. Bir varmış bir
yokmuş deme, içime dokunuyor.”
Bu özlem ve sevgi dolu mesajları okuya okuya Can Evi’ne geliyoruz. Kapı
kapalı. İçeride hafif bir müzik çalıyor. İçerdesin de bize kapıyı açmıyorsun
hissine kapılıp biraz alınıyorum.
Komşularına soruyoruz.” Güler Yücel yaşlandığı için ziyaretçi alamıyor.”
diyorlar. Evin kapısında asılı yazıları okuyor, fotoğraflar çekiyoruz, Kafamı
soktuğum bahçe çitinin ardında mermer kaide üstündeki yazıyı fotoğraflıyorum.
Yaşamayı yaşamak
istiyorum, demiştim.
Neylersin ki, bu damda bu
dem
Ayaklarımla uyaklarımda
zincir,
Böyle topal koşmalarla
geçiyor günlerim.
Oysa- medhetmek gibi
olmasın kendimi ama-
Yaşamım benim en güzel
şiirim.
Can
Yücel
Başka bir mermerin yanına
toprak bir küp konmuş, karanlık ağzı da mermere çevrilmiş. Üzerinde yine senin
dizelerin:
İçimdeki karanlığı
patlatacağım
Ve beynimin en ölümcül
yaşlarıyla
Ağlaya ağlaya
Yepyeni bir insan
Pırıl pırıl bir can
Bitecek toprağa.
Can Yücel
Sonradan öğreniyorum ki bu mermer kaideler,
mezarına yapılan saldırıdan kurtarılan parçalarmış. İçim bir kez daha acıyor; birbirini
anlamayan iki kafa arasındaki mesafeyi ölçmeye çalışıyor, beceremiyorum.
Can Evi’nden
ayrılırken ben de, bir kağıda senin dizelerini yazıp sokağın bir duvarına
yapıştırıyorum.
“Her yürek sevebilseydi eğer ayrılık hiç olmazdı.
Her seven yürekli olsaydı zaten 'aşk' bu kadar basit olmazdı !”
Her seven yürekli olsaydı zaten 'aşk' bu kadar basit olmazdı !”
Sonra durup el sallıyorum. Hoşça kal Can Baba. Mekanın
Datça olsun. Dostluğun ve kardeşliğin sofrasında, sanatın aydınlığında,
yaşanası bir dünya için “ şerefe.”
Dipnot: Dapduru:
Ansızın. ( Can Yücel - Düş Bozumu )
Münire
Çalışkan TUĞ
22.05.2014