SABAHIN ÇAĞRISI
Denizden yükselen kocaman bir el ani bir hareketle, Güneş’i çekip aldı,
yerine ayı yerleştirdi. Ardında ateşten
bir yol çizen Güneş’i denize batırdı; deniz kızıla boyandı, kaynamaya başladı.
Fokurdayan denizden yükselen dumanlar, ayın önünü kapladı. Yıldızlar korkuyla
kaçıştı, dünya karanlığa gömüldü. Karanlığın içine yayılan büyüleyici şarkılar
her yanı kapladı. Dünya hızla dönmeye başladı. Döndü, döndü. Yavaşlayıp
durduğunda, Güneş önce denizin üstüne
çıktı, bir süre orada kaldı, sonra yavaş
yavaş yükseldi, gökyüzündeki yerini aldı. Şarkılar kesildi, etraf aydınlandı.
“ Gel”
dedi fısıltılı bir ses, “Bırak bana kendini, gel,” Sesin çağrısıyla uyandım. Sahibini arıyorum,
kimse yok. Yatağımda doğrulup nefesimi tuttum, etrafı dinliyorum. Kulaklarım
uğulduyor. “Sabahın çağrısı olmalı.” diyorum,
yürüyüşe çıkmayı planlamıştım yatarken.”
Pencereye gidip camı açıyorum. Ciğerlerim taze bahar kokusuyla
genişliyor. Denizin, mavi patiska gibi
boylu boyunca uzandığını görüyorum uzakta. Bir gemi yaklaşıyor kıyıya, içimin
denizleri dalgalanıyor, heyecanlanıyorum.
Koşup karşılamak istiyorum içimde biriken özlemle. Sonra vazgeçiyorum,
gelmeyeceğini, gelemeyeceğini bildiğim için belki de. Kıyıya yaklaşan gemiden
gökyüzüne yükselen dumanlara karışıp hayallere dalıyorum.
Rıhtımdayız, gemi yükünü almış. Tayfalar sağa sola koşarak son
hazırlıkları yapıyorlar. Beyazlar içindeki Bora, biraz sonra martılar gibi uçup
gidecek. Sıkıca tutuyorum ellerinden. Ayrılmak istemiyorum. İçimde fırtınalar
kopuyor. Dalgalar yüreğimin duvarlarına çarpıp yüreğimi parçalıyor.
Dayanamayacağımdan korkuyorum.
Vedalaşıp ayrılıyoruz. Gemi gözden kayboluncaya kadar bakıyorum
ardından, el sallıyorum beni izlediğini düşünerek. Gemi ufukta kaybolurken içimdeki
kıpırtıyı duyuyorum, elimi karnımda gezdirip okşuyorum yavaşça. “O da el
sallıyor babasına.” diyorum gülümseyerek.
Nasıl da coşkulu olurdu sefer dönüşlerinde. Sabaha kadar uyumazdık. O
anlatır, ben onun gözlerinde kaybolarak Bora’yı dinlerdim. Sonra da ben
başlardım anlatmaya. Onu ne kadar özlediğimi, o yokken gecenin karanlığını
üzerime yorgan yapıp, yalnızlıkla koyun koyuna yattığım uykusuz
gecelerimi, döneceği günün hayali ile
umutlandığım anlarda, bedenime yayılan rahatlamayla uykuya daldığımı...
“
Yalnızlığa, döneceğin güne şiirler yazmaktır, senden ayrı olmak. Dört mevsimi günlere bölmek, böldükçe
çoğalmasıdır özlemin.” der devam ederdim.
“ Seni beklemek; kimsenin bilmediği bir dili konuşmaktır yakamozla. Onun
her rengini çözmek, sevdiğinin yüzünü
görüp görüp kaybetmektir ıpıldayan ışıklarda, fırtınalara yakarmaktır ellerini
açıp. Yüreği ağzına gelip gelip tıkanmaktır,
geceleri rüyalardan çığlık çığlığa uyanmak, yatağının bir yanının soğuk
boşluğunda üşümektir. Seni beklemek; gecenin, yuvarlana yuvarlana büyüyen
ürkünç dalgalar gibi seni koynuna çekmesi,
sonu olmayan denizlerin, dipsiz
ve uçsuz bucaksızlığında kaybolmaktır. ”
Benim
bıraktığım yerde o başlardı. Hiç susmasın isterdim, bitmesin gece, iptal olsun
tüm seferler. Onu dinlerken deniz gözlerinde kaybolur, dalgaların kucağına
bırakırdım kendimi. Efsaneler anlatırdı yüzyıllar ötesinden. Denizkızlarını, Sirenleri, Kocakarı Kayası’nı
dinlerken sabırsızlanırdım. Bilirdim, bir soru beklerdi bensiz gecelere
ilişkin. Efsanenin en can alıcı yerinde,
“ Sen ne yapıyorsun bensiz gecelerde?” diye sorar, kapıları aralardım. Deniz
gözlerini bana diker, uzun uzun bakar, sonra anlatmaya başlardı.
“
Yıldızlı gecelerde güverteye çıkıp gökyüzüne baktığımda, tüm yıldızlarda seni
görürüm. Gözlerime ışıl ışıl bakarsın, yıldızların ışığı ellerin olur, bana
uzanır. Tutarım ellerinden, sarılırım sana. Sen, kollarınla sıcacık sararsın
beni. Başım döner mutluluktan, sabah olsun istemem, yıldızlar gibi senin de
uzaklaşıp gideceğinden korkarım.
Bulutlu gecelerde, gözlerini
düşünürüm. Gecenin karanlığı, gözlerinin ışıltısı ile aydınlanır. Hayalimde
kucaklarım seni. Bedenlerimizin birbirine akıttığı sıcaklık, ılık ılık yayılır
damarlarıma. Denizkızlarının aşk şarkılarıyla kendimden geçer, hazzın
doruklarına ulaşırım. Bir şimşeğin çakması ya da gök gürültüsüyle bozulur büyü.
Yapayalnız kalırım güvertede. Hayalin,
sıcaklığını da alıp gitmiş. İşte o zaman pusula şaşar, rota belirsizleşir,
yelkensiz, küreksiz kalırım kapkara gecenin kucağında. Ağzımda deniz tuzunun
burukluğu, yüreğimde ayrılığın derin sızısı.
Küçüldükçe küçülür, karanlığa
karışırım çaresizlik içinde, sonra tekrar seni düşünüp umutlanmaya çalışırım.”
Kıyıya yaklaşan geminin düdüğü ile sıyrılıyorum hayallerden. Rıhtımda
koşuşturma başlamış. Gemi demir atıyor. İçime bir kor daha düşüyor.
“Kızım”
diyorum, “kızımız, o da dönmezse bir
gün, gittiği denizlerden.” Kaptan olacağım, diye tutturduğu gün yüreğim
ateşlere yanmıştı. Hiçbir denizin
suyu, içimdeki ateşi söndüremeye
yetmezdi. Vazgeçirememiştim onu bu tutkusundan. Bora’nın yokluğunda
yalnızlığımı kızımla gidermeye, onunla avunmaya çalışırken deniz tutkusunu ben
mi yerleştirmiştim yoksa Aslı’ma. Babayı
bulma umudu mu salmıştım içine, baba
olma rolü mü?
Rıhtımdaki
telaş sürerken Homeros’un anlattığı Sirenler’i anımsıyorum şimdi de. Belki de
acımı hafifletmek için kıskançlıklar besliyorum onlara karşı içimde. ”Sirenler”
diyorum.” Katil güzeller. Kuş vücutlu, kadın başlı denizkızları. Güzelliğiniz ve doğaüstü müziğinizle, Siren
Kayalıkları’nın yakınlarından geçen kaç denizciyi büyülediniz? Büyünüze kapılan kaç denizci, gemilerini
sarp kayalıklara sürüp, ölünceye kadar orada kalmak istedi? Kaçı,
gemileriyle kayalıklara çarpıp parçalandı? Tanrıça Kirke
uyarmasaydı, Troya’nın en büyük
komutanı Odisseus’u köleniz mi
yapacaktınız? Gerçi tehlikeyi
atlatıp karısına ve ülkesine kavuşmuş komutan; ama o büyüleyici sesiniz
kulaklarından gitmemiş ömür boyu. Benim Bora’m da mı kapıldı büyünüze? Onun için mi dönmüyor yıllardır?”
“ Gel”
dedi ses yeniden. Sesle irkilip
hayallerden sıyrılıyorum. Hemen hazırlanıp kendimi sabahın ışıl ışıl tazeliğine
bırakıyorum.
Önce
ortancaları görüyorum kapıda. Nasıl da çılgınca açmışlar. Elimi uzatıp
okşuyorum, Bora gibi, kızım gibi gülümsüyorlar bana. Sirenler kadar büyülü
sesleriyle kuşlar cıvıldaşıyor ağaçlarda. Bahçedeki erik ağacı en güzel beyazı
giymiş üstüne, umuda durmuş çiçek çiçek. Derin bir nefes alıp tazeliği
ciğerlerime dolduruyorum. Sabah rüzgârı hafifçe okşuyor tenimi. Sesin çağrısına
uyup bahar oluyorum sabah güneşinin altında.
İçimden, “ Korkularımız ve umutlar” diyorum. “ Ne kadar da yakın
birbirine.”
Yürüyorum sahil boyunca, onlarca kişi geçiyor yanımdan, onlarca hikâye dökülüyor yollara, hiçbiri
diğerine değmiyor. Bir çocuk elindeki şekeri yere düşürüyor, annesi eline
vuruyor çocuğun. Çocuk ağlıyor, ben
gizlice göz kırpıyorum çocuğa,
gülümsüyor. El sallıyorum
uzaklaşırken; Bora’ya el sallar gibi, kızımı karşılar gibi.
Edebiyat Nöbeti, Kasım-Aralık 2016
"Sabahın Çağrısı"nı sabahın altısında uyanınca okudum feysimin başında oturarak.Hocanın bağırarak makamıyla okuduğu ezanın sesi gecenin karanlığını yararak evimin içine engelsiz hızla yol alırken sanki yoldaşı oldum ezan sesinin.Beraberce odamdaki masanın başına geçip otururken,ses ise biden bire kaybolup uzaklaştı yalnız bırakarak beni.Birden kendime geldim.Tatlı bir şaşkınlığım vardı üstümde.Çünkü,"sabahın çağrısı" öyküsünü okumaya başladığımda gizil bir el,ne bileyim sihirli bir güç beni alıp götürmüştü öykünün yaşadıklarını birlikte beni de yaşatarak tatlı hayalin içinde gezindirmek için.Gün boyu büyüsünden çıkamayıp beni mutlu edeceğini tahmin ettiğim öykü için Münire kardeşime teşekkür ederken,yeni hayalimdeki gezilere çıkmaya özlem duyup beklediğimi de ifade etmek isterim.Başarılar hep senin olsun güzel insan.
YanıtlaSil