PORTAKAL
KOKUSU
Münire Çalışkan Tuğ
Kara gözlüklü, takım elbiseli
adam, kolundan kavramış, sürükler gibi götürüyordu Selami’yi. Bir yandan
da “Gözlerini ve kulaklarını açacağına
burnunu açtın tazı gibi öyle mi? Anlaşılan mideye çalıştın, görevini yapmak
varken.” diye söyleniyordu. Karanlık
koridorun sonundaki kapıyı açıp içeriye hızla itti ufak tefek, çelimsiz adamı. “Getirdim bok torbasını, biz biraz ifadesini
aldık, sıra sende.” dedi içerde bekleyen iri yarı adama.
Selami
yüzüstü kapaklandı odanın ortasına. Burnunda şiddetli bir acı duydu. Düştüğü
yerden kalkmak için debelenirken bir tekme indi sağ böğrüne. “Kalk!” diye
bağırdı buyurgan ses. “Anlat, nasıl kaçırdın?”
Sağ kolunu
yüzüne siper ederek ürkek bakışlarla yavaşça doğruldu Selami. Burnundan akan
kan ağzına doluyor, çenesinden boynuna
doğru ılık ılık akıyordu. Korkudan ve acıdan titreyerek solgun gözlerle baktı
“Baba” dedikleri adama. Mırıltıyla bir şeyler söylemek istediyse de sözcükler cümleye
dönüşemeden sönüp gitti, kanla dolu ağzının içinde. Bir külçe gibi yere
yığıldı. Baba tüm hıncıyla tuttu ensesinden, başını kaldırdı, taş gibi
yumruğunu inleyen adamın yüzüne, gözüne, kulaklarına indirmeye başladı. Bir
yandan da “Ben sana gözünü ve kulağını açacaksın, demedim mi?” diye
bağırıyordu.
Sağ kulağına
inen yumrukla bir anda tüm gücü kesildi, büyük ve sarsıcı bir uğultunun içinde
kıvranmaya başladı. Beyninin içinde şimşekler çakıyor, acı tüm bedenine bir
kılıç gibi saplanıyordu. Baba, ensesinden tutarak darbeler indirdiği adamı
savurup attı duvarın dibine. Savrulduğu
yerde top gibi yığılıp kaldı genç adam. “ Aklın başına gelsin biraz!” deyip kapıyı gürültüyle kapattı, insan
azmanı, iri yarı adam.
Selami, ne
söylenenleri duymuştu, ne de kapının gümbürtüyle kapanışını. Beynini delen bir
uğultuyla, hızla dönüyordu her şey ve gözlerinin önünde uçuşan siyah noktalar. Neden sonra yavaşlar gibi oldu dönüş, uğultu
azaldı, beynine bir rahatlama yayıldı. “Gidiyorum.” diye düşündü. “Buraya
kadarmış.” Gözlerini açmayı denedi, sağ gözü açılmıyordu. Kıpırdamaya çalıştı, beceremedi.
Tavandaki ampulün cılız ışığını görünce “Yaşıyorum.” diye geçirdi içinden. Sol
gözünün erişebileceği yerlere baktı. Duvarları rutubetten kararmış, penceresiz
bir odadaydı. Derin bir nefes alarak çevreyi koklamaya çalıştı; göğsünün altına
bir bıçak saplanır gibi oldu. Duyduğu acının şiddetiyle kapattı gözünü.
Neden sonra,
burnuna bir çay kokusu geldi, ardından çayın yerini portakal kokusu aldı.
Bedeni gevşedi, sanki bütün acıları dinmişti. Portakal kokusuyla dolan
ciğerleri ve gülümseyen yüzüyle kendinden geçti.
Kendine
geldiğinde, savrulduğu yerde öylece yatıyordu. Acıları ve ağrıları biraz
azalmış mıydı, yoksa ona mı öyle geldi, bilemedi. Doğrulmaya çalıştı. Ağzını
dolduran yumuşak, jölemsi maddeyi tükürmek istedi, yapamadı, yuttu. Eli, kolu,
bacakları kıpırdamıyordu. Aralayabildiği sol gözü yine tavandaki ışığı gördü.
“Ölmedim, ışığı, duvarları görüyorum, hem ölmüş olsaydım, daha öncekiler gibi,
çoktan ıssız bir yere bırakılmıştım.”
Gözünü
tekrar kapattığında on altı yaşını sürdüğü günlerde buldu kendini. Gün boyu
çalışıp yorulmuşlar, akşam olunca da komşularının çardağında mısır imecesinde
toplanmışlardı. Ortaya boşalttıkları mısır koçanlarını soyuyor, birbirine
bağlayıp çardağın duvarlarında önceden hazırlanan yerlere asıyorlardı.
Şarkılar, bilmeceler, yer yer müstehcen fıkralar eşliğinde günün yorgunluğunu
unutuyor, neşe içinde çalışıyorlardı. Çardağın köşesine yerleştirilen bakır
semaverde demlenen çayın kokusu, köz ve duman kokusuyla harmanlanarak ortalığa
yayılıyor, işin bir an önce bitmesi için güç veriyor, eller daha da
hızlanıyordu.
Yine böyle
gecelerden birinde ev sahibi Ayşe Kadın’ın otuz yaşlarındaki dul kızı Münevver,
Selami’ye gizlice göz kırparak, “ Hadi Selami, ne o öyle, kadın gibi mısır
soyuyorsun, gel çay servisini yapalım.” diyerek onu kolundan tutup içeriye
çekmişti. Mutfak masasının üzerinde, soyulmuş, dilimlenmiş ve tabaklara
yerleştirilmiş portakallar duruyordu. Münevver, çapkın bakışlarla Selami’nin eline
portakal tabaklarını tutuşturmakla kalmamış, portakal kokulu parmaklarını da
dayamıştı onun burnuna. “ Kokla, bak, nasıl güzel kokuyor!” Selami neye uğradığını şaşırmıştı. Bir anda nefesi kesilmiş, damarlarından kanı
çekilir gibi olmuş, bulunduğu yere yığılıvermekten korkmuştu.
“Onları çardağa
götür, yine gel!” dedi Münevver. Selami tekrar içeri geldiğinde, bir dilim portakalı dudaklarının arasına
yerleştirmiş, “Yarısı senin.” der gibi başını ileriye uzatmış bekliyordu.
Selami ne yapacağını bilememiş, öylece kalakalmıştı. Münevver hızla ileriye
atılmış, onu kendine çekmiş, dudaklarından öpmüştü. Alev kızılına dönen
kulağına eğilerek, “Gece seni serende bekliyorum, şimdi git, kimse bir şey
anlamasın.” diyerek çay bardaklarını koyduğu tepsiyi eline tutuşturmuştu.
Canlanan bu
anıyla güç bulduğunu sandı Selami. Sol gözünü yine açtı. Sarı, cılız ışık,
ıslak ve nemli duvarlardan başka bir şey göremedi. Başını oynatmaya çalıştı,
derin bir nefes aldı, ne portakal kokusu vardı, ne de semaverde demlenen çay.
“ Ah
Münevver!” diye geçirdi içinden. “Sen o adamla kaçıp gitmeseydin, ben de seni
bulmak için bu koca kente gelmez, onun karanlıklarında kaybolmazdım. Bak ne
haldeyim şimdi, portakal kokulu parmaklarının ardına düşüp öldüm ben.”
Kesik kesik
inlemeye başladı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Ergenliğinin masumiyetine
değen, onu peşine takıp sürükleyen portakal kokulu anılardaki görüntüler, kim
olduğunu tam bilmediği, kendilerine “Baba, abi” dedikleri adamların verdiği
gizli görevlerle izlediği, dinlediği kişilerin görüntülerine karıştı.
Baba’ya
getirilen rapor işe yararsa iyi para görürdü cebi, bir de işler yolunda
gitmezse, kimse aç mı, tok mu olduğunu sormazdı bile. Verdiği bilgilerle ne çok
insanın canını yaktığını düşünmemişti bu güne kadar, o sadece emirleri
uygulamış, karnını doyurmuştu. Bir de hep Münevver’i aramıştı sokak sokak.
“ Gözünü ve
kulağını iyi aç, işin sonuna geldik, bunu da hallet, bir daha böyle görevler
vermeyeceğim sana, anlayacağın terfi edeceksin.” demişti Baba.
Aldığı
görevle önce genç adamın evinin önünde beklemiş, sonra da ardına düşmüştü
Selami. Aynı durakta beklemişler, aynı otobüse binmişlerdi. Genç adam
otobüsteki boş yere oturmamış, Selami’ye işaret etmiş, kendisi de onun yanı
başında ayakta durmuştu. Her şey yolundaydı, nereye gittiğini, kiminle buluşup
görüştüğünü görebilecek, Baba’ya
anlatacaktı. Çapraz koltukta oturan orta yaşlı kadın o portakalı soyup
yanındaki küçük çocuğa dilimleri uzatmasa, portakalı soyduğu parmaklarını
burnuna götürüp koklamasa bunların hiçbiri olmayacaktı. Onlara daldığı için
genç adamın otobüsten indiğini görmemiş, izini kaybetmişti.
Kapının
açılmasıyla irkildi. Sert adımlar yaklaştı, böğrüne dayanıp silkeledi. İnledi
Selami. “Yaşıyor, akşam kararınca arabaya koyar, öncekileri bıraktığınız yere
bırakırsınız.” dedi Baba yanındakilere. Sonra Selami’ye gözdağı vermek ister gibi
“ Konuşursa başına gelecekleri biliyor,
ötenlerin hepsini eşek cennetine göndermedik mi?”
“Demek öldürmeyecekler. Konuşmak mı, canımı
kurtarayım yeter” diye geçirdi içinden. Kapı kapanınca sık sık gördüğü rüyayı
anımsadı. Rüyasında keçi kılığında sarp kayalıklara tırmanır, ağaçların yeni
sürgünlerini bir bir koparıp yerdi. Cesurdu, bir tehlike sezdi mi kulaklarını
iki yana açar, kendini bulunduğu yara sabitler, gözlerini diker, nefes bile
almadan dakikalarca çevreyi incelerdi. Kayalar ayaklarının altında
parçalanırken rüya değişir, Selami insana dönüşürdü. İnsana dönüşür dönüşmez, onlarca
kulak kendinden ayrılır, her yana saçılırdı.
Duvarlar, otobüs durakları, fabrika çıkışları, pastane önleri onun kulaklarıyla
dolardı. Onları toplayıp yerine takmak istediğinde, kulaklar zıplayarak kendinden
kaçar, değdikleri yerlerde kocaman kan damlaları bırakarak uzaklaşırdı. Selami bir türlü yakalayamazdı kulaklarını.
Kulak yerlerinde açılan
boşluklardan giren sesler beynini yakar, gözlerini zorlar, önce göz bebekleri
dışarı fırlar, havada uçuşarak kulaklara yetişirdi. Sonra gözlerinin beyazı
akardı. Yanaklarından süzülen beyazlar,
ayaklarının ucuna iner, Selami yürüdükçe, ardında beyaz bir çizgi oluşur, akan
gözlerin yerinde kocaman iki çukur açılırdı.
Selami’nin keçi olmak hoşuna giderdi, ama hemen arkasından kâbusa
dönüşen bu rüya onu çok korkuturdu. Kan ter içinde uyandığında gözlerini ve
kulaklarını yerli yerinde görünce rahatlardı. Şimdi, acılar içinde, kendisini
alıp götürecek ve ıssız bir yere bırakıp uzaklaşacak arabayı beklerken o rüyada
olmayı ne çok isterdi.