5 Eylül 2017 Salı

FYODOR İLE SELFİE

                       

   “İnsanlar çok değişti; dikkat etmek lazım. Biriyle el sıkıştıktan sonra, beşi de yerinde mi diye parmaklarını saymak zorundasın. ”  dedi, Tolstoy, Dostoyevski’yle el sıkıştığımı görünce. Elimi çektim, parmaklarımı inceledim, beşi de eksiksiz duruyordu yerli yerinde. Anlamaz gözlerle Tolstoy’a baktım, gülümsedim:
“Niye böyle düşünüyorsun, senin  ‘biri’ dediğin kişi, bütün dünyanın tanıdığı usta yazar Dostoyevski. Haksızlık yapmıyor musun? Tamam, biliyorum kumarbazın tekiydi, üstelik zaman zaman da sara nöbetleri geçirirdi. Ben kimseye bir zarar verdiğini duymadım bugüne kadar. Ama eğer bunları Suç ve Ceza’nın Raskol’undan hareketle söylüyorsan yine yanılıyorsun. O Dostoyevski’nin kendisi değil biliyorsun, tefeciliğe karşı çıkan başka bir adam, üstelik de kurmacanın dünyasında yaratılmış birisi?”
     Kendisi için söylenenlere önce aldırmaz göründü Fyodor, sonra başını öne eğdi, boynunu sağa çevirdi, derin derin baktı Savaş ve Barış’ in yazarına:
 ” Bak Lev, yitirilen şey geri gelmez. Ağzından çıkan şey de öyle. Eğer sen, başkalarından kendine saygı beklersen bu onlar için büyük bir şeydir. Sadece kendine saygı duyabilirsen diğerleri de sana saygı duymaya mecbur kalır. Sevgi her zaman karşılık görür, kin de.”
   Tolstoy konuşmak üzereyken on sekiz yaşlarında bir kız, rüyalarını süsleyen yazarın karşısında olduğuna inanmayan bir şaşkınlık ve yüzünde tatlı bir gülümsemeyle, elindeki kitabı uzattı Dostoyevski’ye.
   ” Bir imza lütfen, bir de selfie çekilebilir miyiz?”
Dostoyevski masanın üzerindeki kalemi aldı, kitabın ilk sayfasını açtı, yavaş yavaş yazmaya başladı:
     “Amacına ulaşmak için hiçbir şeyi küçümseme, tam ulaşamazsan bile dene; belki başarırsın. Hepimizin güvenini bağladığımız şu ‘belki’ hiç de azımsanmayacak bir umuttur.”
    Kız kitabın ilk sayfasına yazılan yazıya okudu, içi aydınlandı. Yazarın önüne geçip fotoğrafa gülümsedi. “Yuppi, görür onlar, hem imzayı göstereceğim onlara, hem de fotoğrafı. Bir gün mutlaka tanışacağım, dediğim için adım kaçığa çıkmıştı okulda. Başardım işte.”
   Kız, sağ tarafta ayakta duran Tolstoy’un farkına varmadan koşarak uzaklaştı. Üçümüz de bakakaldık ardından.
     Tolstoy, bozulmuştu. Hem Dostoyevski’ye bu kadar hayranlık duyan bir okurun kendisini fark etmemesi,  hem de arkadaşına yaptığı şakanın ciddiye alınması canını sıkmıştı. Durumu düzeltmesi, arkadaşının gönlünü alması gerekirdi.
  Bak, Fyodor,  diye söze girdi. “Güzel bir gülüş, karanlık bir eve giren güneşe benzer. Af dileyen kendi kendini itham eder.”
      Bu sözleriyle doğrudan olmasa da dolaylı olarak ondan özür diliyor, yüzü asılan arkadaşını gülümsemeye davet ediyordu. Uzatmadı Fyodor;  yüreğinin tüm aydınlığıyla gülümsedi arkadaşına.
   Benim varlığımı unutmuş gibiydiler. Küçük küçük öksürdüm, “Buradayım, şimdi de beni unuttunuz!”  demek istedim.
     Fyodor, “Oturmaz mısın?” der gibi sandalyeyi işaret etti.
    Oturdum, elimdeki iki kitabı masanın üzerine koydum. Uzanıp aldılar. Aynı anda yazmaya başladılar. Onlar yazarken Einstein el salladı uzaktan. Bir şeyler söyledi; ama anlamadım. “Birazdan geliyorum.” işareti yaptım. Başıyla onayladı.
  Önce Tolstoy imzalayıp uzattı kitabı.
   “Mutluluğu ihtiraslarda değil, kendi yüreğinizde arayın. Mutluluğun kaynağı dışımızda değil içimizdedir.”
                                                                                                                              Kocaeli- 22.10.2016
                                                                                                                                    Lev Tolstoy
Ardından Dostoyevski.
“Hayatta hep mutlu olursam hayalini kuracak neyim kalır? Her mutsuzluğun ötesinde bir yaşam bekler; ama insana özgü bir yeteneksizliktir yaşayamamak. Yoksa hangi balık boğmuş kendini, hangi serçe atlamış damdan.”                               
                                                                                                                                       
                                                                                                                                 22.10.2016-Kocaeli
                                                                                                                                 Fyodor Dostoyevsky
 Kitaplarımı çantama koydum. “Güzel bir gündü, sizden çok şey öğrendim, Einstein’e de bir ‘Merhaba’ demek gerek.”  dedim. El sıkıştık. Parmaklarıma bakıp göz kırptım.
Einstein,   kalabalık bir guruba ateşli ateşli bir şeyler anlatıyordu. Önündeki tahtaya yazıyor, çiziyor, rakamları birbiriyle topluyor, çarpıyor, birbirine bölüyor, birini diğerinden çıkarıyordu. Gençlerin arasına karışıp izledim. Tahtayı iki defa doldurup sildikten sonra ulaştığı sonucu yazdı. Mc2 . Sonra tahtayı ortalayarak:
“Önyargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.” yazdı, ardından bize dönerek:  “Ben atomu insanlığa hizmet etmek için buldum. Onlar bomba yapıp birbirlerini yok ettiler. Böyle olacağını bilseydim, bir ayakkabı tamircisi olurdum.”
  “ Aldırma” dedim, sen de o zamandan beri dilini çıkararak gerekli cevabı verdin onlara.”
Bir fotoğraf da Einstein ile çektirip Çharli Çhaplin’e doğru ilerledim. Bir de ne göreyim, elinde top gibi bir küreyle oynuyor Şarlo. Kendinden geçmiş, bütün hünerlerini sergiliyor izleyenlere. Başıyla, dizleriyle, ayaklarıyla havalandırarak oynuyor dünya görünümlü topla. Şarlo topu havalandırdıkça çığlıklar yükseliyor toplama kamplarından, insanlar gaz odalarında boğularak üst üste yığılıyor. “Hayl” diyor  Diktatör.*  “Hayl, eğer bir millet özgür olacaksa; gurura, irade gücüne, meydan okumaya, nefrete, nefrete ve yine nefrete ihtiyaç duyar.”
“Bir diktatörün insanlığa yaşattığı vahşeti, senden başka hiç kimse bu kadar yalın, bu kadar etkileyici anlatamazdı, hem de tek bir film sahnesiyle. Büyüksün Şarlo.”  diyorum içimden. Uzanıp bastonuna dokunmak istiyorum.
“Hanımefendi, heykellere dokunmuyoruz.” diye  bağıran cırlak bir sesle irkiliyorum. Gerçeğe dönmek ürkütüyor beni.
Bal mumu heykel sergisindeyim, İçerisi kalabalık, durmadan flaşlar patlayıp sönüyor. Herkesin hayran olduğu, birlikte fotoğraf çektirmek, eline, yüzüne dokunmak istediği birileri var sergide; ama tekdüze ses durmadan bağırıyor.  “Heykellere dokunmuyoruz, heykellere dokunmuyoruz!”
Sergiyi yeniden geziyorum; ne Dostoyevski konuşuyor, ne Tolstoy. Einstein de yazıp çizmiyor. Şarlo hareketsiz duruyor bastonuna dayanmış. Cengiz Han oturmuş bulutlara bakıyor. Leonardo da Vinci ünlü tablosu Mona Lisa’nın önünde ayakta karşılıyor izleyenlerini. Marilyn Monroe’nun eteği havalanmak için rüzgâr bekliyor.
Sesi ve davranışları sanatla uyuşmayan, kocaman ağzını aça aça çiklet çiğneyen sergi görevlisi kadını atlatıp bütün heykellere birer birer dokunup çıkıyorum salondan. Kadın aynı çirkin ses tonuyla, sergiyi gezenlere bağırmaya devam ediyor.
“Heykellere dokunmuyoruzzzz, heykellere dokunmuyoruzzz.”
   *Çharli Chaplin’in oynadığı Büyük Diktatör filminden bir sahne

GECENİN DİŞLERİ

                                                   

 Gözlerinden kıvılcımlar saçarak keskin dişleriyle etimi parçalayan karanlık bir gecenin koynundayım. Önce ellerim düşüyor iki yanıma, sonra gözlerim kapanıyor. Zifiri karanlık, bir yorgan gibi örtüyor üstümü.
- Senden korkmuyorum karanlık!
   Korkmuyor muyum?  O zaman neden göğsüm daralıyor, başım neden dönüyor? Terliyor muyum, terliyorsam neden titriyorum?  Ayaklarımdaki karıncalanma neyin nesi? Ölüme ilk adımsa bu, beter bir yolculuk olacak devamı. Hazırlıklı olmalıyım.
   Annemin yıllar öncesinden gelen sesini duyunca şimşekler ve gök gürültüleriyle parçalanan gece, ellerini üzerimden çekiyor, kana bulanan dişlerini etimden kurtarıyor. Karanlık yorgan kayıyor üzerimden. Beni göğsüne bastıran annem, Karanlıktan Korkan Baykuş’un hikâyesini anlatıyor saçlarımı okşayarak.
“ Şlop küçük sevimli bir baykuşmuş. Bir gece kuşu yani. Diğer gece kuşlarından tek farkı karanlıktan korkmasıymış. Karanlıktan korkan bir baykuş olur mu, olmuş işte. Şlop öyle korkuyormuş öyle korkuyormuş ki yapmak istediği pek çok şeyi yapamıyormuş. Annesi, karanlığı tanımadığı için ondan korktuğunu söyleyip karanlığı öğrenmesi için Şlop’u insanların yanına göndermiş. Böylece Şlop her gün karanlıkla ilgili yeni şeyler öğrenmiş: Karanlık heyecan vericidir, karanlık şefkatlidir, karanlık eğlencelidir, karanlık gereklidir, karanlık büyüleyicidir, karanlık harikadır ve karanlık güzeldir. Karanlığı tanıdıkça onu sevmeye ve ondan korkmamaya başlamış Şlop. Sonunda bir gece kuşu olmanın tadını çıkarmış.”*
  Annemin sesi sustuğunda, kendimi mırıldanırken yakalıyorum. Karanlık heyecan vericidir, büyüleyicidir, gereklidir, şefkatlidir; gözlerinden kıvılcımlar saçar, dişleri etini parçalar, elin ayağın buz keser. Önce anneni kaybedersin, sonra sevdiklerin senden uzaklaşır, çıkmaz sokaklara sapıp yolunu şaşırırsın. Zifiri karanlık bir gecenin keskin dişleri etini parçalar, kanarsın.
   Başıma çektiğim yorganı atıp yataktan kalkıyorum. Evin tüm ışıklarını açıyorum. Salona geçip bir koltuğa oturuyorum. Öylece ne kadar oturduğumun ayrımında değilim. Bir tıkırtı.  Televizyon sehpasının ayaklarından birinin yanındaki fare ile göz göze geliyorum. Önce irkilsem de yalnız olmadığıma seviniyorum. “Bu Şlop’un fare kılığına girmiş biçimi olmalı.” diyorum, “Annemin masalından çıkıp bana gelmiş.” Bir süre birbirimize bakıyoruz. Sonra fare benim bir boşluğumdan yararlanarak kaçıp görünmez oluyor. Evin her yerinde onu arıyorum, Koltukların altında, müzik setinin arkasında, elbise dolabımın içinde, banyodaki kirli sepetinde… Hiçbir yerde bulamıyorum. Bir delik bulup kaçmasından korkuyorum. Belki de o kır kasabasındaki evimizde annemle babamın öldürdüğü arkadaşlarının intikamını almaya gelmiş olmalı, diye düşünüyorum.
   Babamın öğretmen, annemin hemşire olarak çalıştığı, benim mutlu çocukluğumun geçtiği kasabadaki yıkık dökük evimiz canlanıyor gözümün önünde. Neredeyse her gün farelerle savaşılan evimiz.  Annem eline oklavayı alıp yere çömelir, babam da uzun bir ağaç parçası ile divanın altına kaçan fareyi kovalardı. Fare can korkusuyla odanın ortasına fırlayınca annem oklavayı sızla kaydırır, fare sırt üstü dönüverirdi kararmış tahtaların üstünde. Ben divanın üstünde korkudan tir tir titrerken bir yandan da farenin ölümüne ağlardım.
   Geçmişe daldığım bu sırada fare çıplak ayağımın üstünden hızla geçip kalorifer peteğinin dibindeki delikte kayboldu. Aynı anda alt kattan çığlıklar yükseldi. O da gitmişti işte. Bir gece yarısı kapımız çalındığında elleri kelepçelenerek götürülen ve bir daha geri dönmeyen babam gibi, hayatta kalma süresini tamamlayıp doğa anaya dönen annem gibi gitmişti. İşten eve dönerken patlayan bombayla havaya uçan, şimdi yerinde soğuk ve devinimsiz bir plastik takılı olan sol kolum gibi gitmişti. Yerini karanlık gecenin bıçak ucuna bırakıp gitmişti.
Bir süre aşağıdan gelen sesleri dinledim. Bir kadın çığlıklar atıyor, bir adam ona kızıyordu. Neden sonra sesler kesildi. Gecenin karanlığı soğuk ve ağır bir yorgan gibi koynuna aldı sessizliği.
 Oturduğum koltuktan kalktım. Çalışma odama geçip masama oturdum. Bir kâğıt çıkardım, dirseğimden aşağısı olamayan sol kolumu ucuna dayayıp kâğıdın ortasına bir yuvarlak çizip içine “gece” yazdım. Yuvarlaktan oklar çıkarıp okların ucuna; karanlık, annem, Şlop, fare, korku sözcüklerini ekledim. Onlardan oklar çıkardım. Karanlığın ucuna yıldızlar ve büyüleyici, anneme sevgi ve emek, Şlop’a yüzleşme ve başarı, fareye yalnızlık ve geçmiş, korkuya da karmaşa ve bilinçaltı yazdım. Birbiri ile bağlantılı olarak yazdığım beş sözcüğü çizgiyle birleştirip yapraklar oluşturdum. Böylece, ortasında gece yazan, herkesin dileklerinin gerçekleşeceğini düşündüğü için dört yapraklısını aradığı, benim beş yapraklısını bulduğum bir yonca çıktı ortaya. Yoncamın her yaprağındaki sözcükleri içine alan cümleler ard arda sıralandı beyaz sayfa üzerinde.
  “Hangi karanlık engelleyebilir yıldızlardan yayılan büyüyü?  Şlop yüzleşmeseydi korkularıyla başarabilir miydi gözleriyle karanlığı parçalayan bir baykuş olmayı? Tarla kaçkını bir farenin gözlerinde gördüğüm ışıltı yalnızlığıma çare olmasaydı, kurtulabilir miydim bilinçaltımdaki karmaşadan?  Annem olmayı başarabilir miydim sözcüklere sevgiyle bağlanıp geceler boyu onları yan yana getirmek için emek vermesem?”
 Cümleler ard arda sıralanırken siyah, nemli ve ağır bir yorgan gibi üstüme çöken gece dişlerini etimden çekiyor.  Göğsümdeki daralma geçti, başım dönmüyor artık. Sözcük sözcük yanıyor beynim.  Öleceğimden korktuğum bir anda cinnetin sahillerinde çıplak ayak dolaşırken karanlıkla çıktığım yolculukta öykümün başlığını yazıp devam ediyorum.
        *Karanlıktan Korkan Baykuş-Jill Tomlınson