“Tutkularımızdan
vazgeçtiğimizde içimiz donuyor ve ruhumuz, ıssız bir boşluğun ortasında
sürüklenen buzdan ölülere dönüşebiliyor zamanla.”
Söyleşi: Münire Çalışkan Tuğ
Yaptıklarımız, yapmak istediklerimiz mi
gerçekten? Ya yaşadıklarımız? Onlar da çocukluktan itibaren hayal ettiklerimiz
mi? İyi bir iş, bizi anlayan bir eş, mutluluğumuzu bütünleyen bir çocuk. Ya
sonrası? Doğduğumuzdan beri bizi biçimlendiren toplumsal normlar, onların içine
sığamayışımız, sınırları zorlarken çarptığımız duvarlar, aldığımız yaralar,
önümüzde açılan ve her gün biraz daha büyüyen boşluk… Aynalarda gördüğümüz,
görmek istediğimiz, göremediğimiz biz; her çarpışmada kaybettiklerimiz, her
kaybettiğimizle içimizde oluşan buz kütlesi, duyduğumuz sesler, seslere
veremediğimiz karşılıklar, rüyaları kâbuslara çeviren travmalar…
Çocukluğumuzdan beri bizim için parlatılan maskelerin arkasında günden güne
eriyen, yok olan, canlı canlı mezara giren, kendi hapishanesinde çürüyen
bizler…
Kitabı okurken kendime sorduğum bu
soruları bir de Otopsi’nin yazarı Özge Lena’ya sormak istedik. İyi
okumalar.
Okurlarımızın sizi daha yakından tanımaları için bize biraz kendinizden söz eder misiniz? Kimdir Özge Lena ya da kim değildir?
Kendimi etiketlerle, işlerle, yerlerle tanımlamayı pek
sevmediğimden ve benlik özünü korusa bile akışkan/değişken olduğu için ne dersem
diyeyim çok da doğru olmayacağından şöyle yanıtlayacağım sanırım; yazmayı seven
biriyim. Sözcüklere, imgelere, dile, metaforlara, anlatıya, düşlemlere düşkün
biri. Kendimden söz ederken alabileceğim tek nirengi noktası bu sanırım;
yazmak.
İlk kitabınız Otopsi 2018’de Can
Yayınlarından çıkarak okurla buluştu. Kitabın adı ilk bakışta bir cinayet
romanı olduğunu düşündürüyor, okuduğumuzda bambaşka bir konu ile
karşılaşıyoruz. Neden Otopsi, kim, kime, niçin yapıyor otopsiyi?
Bu bir ruhun otopsisi, ruhu ölmüş bir kadının kuzeyde,
karların ortasındaki ıssız bir taş evde, kendi içini, benliğini, geçmişini,
hayallerini kesip biçip önüne koyarak ve yazarak kendi kendine yaptığı otopsiyi
anlatıyor. Kitabın adı Otopsi çünkü bir insanın ruhunun ölmesine/öldürülmesine izin
vermesi de bir çeşit cinayet sayılabilir belki, çünkü sonrasında beden bir posa
olarak sürüklenebilir yaşamın içinde. İşte o zaman kendi otopsimizi yaparak
neden öldüğümüzü bulmamız gerekebilir. Bazen yeniden canlanmanın tek yolu da bu
olabilir.
Kitapta kadınlık halleri, kadının
kendisiyle hesaplaşması yaşamında, duygu ve düşüncelerindeki gelgitler
anlatılıyor. Kadınlara en çok değen yanı da bu olsa gerek. Her okuyan biraz da
kendini görüyor kitapta. Edebiyatın empati kurma ve katarsis yaratma, yaraya
dokunma, yaranın kabuğunu kaldırarak içindeki irini akıtmada, çareleri arayıp
bulmada nasıl bir etkisi vardır dersiniz?
Sözcüklerin böyle bir yanı var, evet, bazen doğru
biçimde yan yana geldiklerinde uçuşkan bir maddeye dönüşüp insanın içine
işleyebiliyorlar ve uzunca bir süre orada kalıp derinliklerde fırtına
koparabiliyorlar. Bu yüzden tehlikeli ama bir o kadar da gerekli bir etkisi var
diyebiliriz. Ancak böyle bir etkisi olmalı diyemem, edebiyata ya da genel
anlamda sanata bir görev yüklemeyi sevmiyorum. Anlatı neyse odur, var olduğu
biçimde vardır, olması gerektiği biçimde değil. Bir kitabın okur sayısı kadar
okunma ya da var olma biçimi vardır. Sizin de bildiğiniz gibi üretimsel düzenek
ve yorumsal yazgı farklıdır. Yazarın üretirken düşlediği ve kurduğu evren,
okurda bambaşka bir biçimde yankılanabilir. Bu hem yazar hem de okur için edebi
bir başkalaşım sağlar ve bazen de bir kitabın içinden kendi özümüzü koruyarak
başka biri olarak çıkmamıza sebep olur. Dolayısıyla, bu öylesine öznel bir
durumdur ki hangi cümlenin kimin hangi yarasının kabuğunu kaldıracağını asla
bilemeyiz.
Otopsi’de çok güçlü imgeler var. Kutu,
girdap, boşluk, taş ev, buz kütlesi, duvara asılı çerçevedeki kadın resmi…
Edebiyat eserlerinde neden imgeye başvurur yazar? İmgenin anlatıma katkısı
nedir desem.
Sanatın özünün, çekirdeğinin imge olduğunu
düşünenlerdenim. Özellikle yazılı metinlerde imge okurun zihninde, ruhunda
güçlü bir yankılanım yaratır. Bilmediğimiz ama sezdiğimiz bir yerden yakalar
bizi ve bazen bambaşka bir yere götürür, bazen de yere çarpar. Bir metnin başka
hiçbir şeye benzemeyen, kendine özgü dilini ve evrenini kurmamıza olanak
sağlar. İmgeler sayesinde anlamı yeniden icat ederek, sıradanı yeni baştan,
sıra dışı bir biçimde yaratabiliriz. Dolayısıyla imge metnin kendi olma halini
kurar, tek başınalığını apayrı bir dünya olarak taşımasına yol açar. Özgün
olmanın yollarından biri de budur, diye düşünüyorum. Yazarın yarattığı imgeler
evrenidir.
Kitapta bir roman boyutu içinde pek de
tercih edilmeyen bir yöntem uygulamışsınız. Tek mekân ve tek karakteri başarılı
bir biçimde işlemişsiniz. Biraz da buradan baksak Otopsi’ye. Neden bu kadar
daralttınız mekânı?
Otopsi’nin bir roman olduğunu düşünmüyorum. Uzun
hikâye ya da novella diyebiliriz belki. Tek mekân, tek karakter içeren bir
metin yazmak aklımda hep vardı. Daralan bir ruhu, yalnızca kendi olabileceği
kadar dar bir yere sıkıştırırsam daha özgür olabilir belki, diye düşündüm. Aynı
zamanda dar uzamlarda geniş zamanlar yaratılabilir mi, bunun için zaman
geçişleri, anlatıcı ve gerçeklik düzeyi nasıl kullanılabilir gibi soruların
yanıtlarını arıyordum. Otopsi’yi yedi kez en baştan yazarak, deneye yanıla
buldum sanırım.
Okuyanın kendine yönelteceği pek çok soru
var kitapta. Kimdim ben, kimim, kim olmak istiyorum? Nasıl yaşıyorum, yaşamak
istediğim hayat bu mu? Kendi seçtiğimi mi, benim için uygun görüleni mi
yaşıyorum? Peki, itiraz ettim mi, etmeli miyim? Hangi iplerle sımsıkı bağlıyım?
Yoksa kendim için en büyük engel ben miyim? Daha pek çok soru… Bu soru ve
cevapların neresindeyiz? Kitabınızda cevabı var mı bu soruların?
Olduğunu sanmıyorum. Bunlar çok derin ve karanlık
sorular. Ancak soru sormanın yanıtlardan daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Bilmeyişin, arayışın, sorgulayışın ve bunların sonundaki akışın o sorularla
birlikte bizi götürdüğü tehlikeli yerlerde dolaşmak. Tedirginliğe rağmen,
korkuya rağmen, kendimize rağmen kendi içimizdeki karanlık derinliklere bakmak.
Bence ruhun bu sorularla birlikte yaşaması, akması hayati derecede önemli bir
mesele. Belki de ancak bu biçimde kendimizi bulabiliriz.
Hepimizin duvarında, gizli ya da açık,
bizi izleyen, yer yer kaşını kaldıran, bize kızan, gülümseyen, bizim için
üzülen bir fotoğraf vardır, diye düşünüyorum. Otopsi bize bu fotoğrafa daha sık
bakmamız gerektiğini de hatırlatıyor sanki. Ne dersiniz?
Çok haklısınız. Kendimize, içimizdeki o fotoğrafa daha
sık bakmalıyız. İstediklerimizi ya da istemediklerimizi sıklıkla kendimize
sormalı, bize iyi ya da kötü gelen şeyleri/kişileri/işleri bulmalı,
sezgilerimizi bilemeli, içimizdeki sese güvenmeyi ve onunla birlikte, yalnızca
kendimiz olarak yaratmayı öğrenmeliyiz.
Tutkularımızı ertelediğimiz hatta onlardan
vazgeçtiğimizde dert küpü kadar dolu, buz kütlesi kadar soğuk, mutsuz, neşesiz,
içimizde açılan kocaman boşluklara her an düşüverecekmiş gibi zayıf, güvensiz
ve güçsüz kadınlar oluyoruz. Hiç mi zamanımız olmuyor kendimize ayıracak;
eşimiz, çocuğumuz için bulduğumuz zamanı kendimiz için neden yaratmıyoruz? Siz
nasıl zaman buluyorsunuz tutkularınızı gerçekleştirmek için?
Evet, doğru. Tutkularımızdan vazgeçtiğimizde içimiz
donuyor ve ruhumuz, ıssız bir boşluğun ortasında sürüklenen buzdan ölülere
dönüşebiliyor zamanla. O yüzden yapmak istediğimiz şey, daha çok da kendimiz
için o zamanı bulmak/yaratmak zorunda kalıyoruz. Ben sabahları herkes uyurken,
çoğunlukla gün doğmadan kalkıp yazıyorum. Gün içinde çok fazla sorumluluk var,
gün sonunda ise çok fazla yorgunluk. Deneye yanıla benim için en uygun zamanın
sabah saatleri olduğunu buldum. Herkes uyanıp yaşam başladığında benim yazma
işim bitmiş oluyor ve yazmadığım için suçluluk duymadan günüme devam
edebiliyorum. Aksi takdirde bütün gün içim içimi yiyor, çok huzursuz oluyorum.
Bir söyleşinizde Sevim Burak gibi
çalıştığınızı söylüyorsunuz? Küçük kâğıtlara yazılıp her yere iğnelenen,
yapıştırılan sonra da oralardan alınıp birleştirilen notlar. Evin içinde
dağınık bir görüntü olmuyor mu böyle, ya misafir gelse, sizi böyle dağınık
görse… Eşiniz ve çocuğunuz ne diyor bu çalışma biçiminize?
Haklısınız, oldukça kaotik görünen ama aslında kendi
içinde çok düzenli bir çalışma biçimim var. Bir kitabın sonlarına doğru yerler
ve duvarlar sözcüklerin işgali altında oluyor genelde ve bazen bu Otopsi’de
olduğu gibi birkaç ay sürebiliyor. Dürüst olmak gerekirse yazarken hiçbir şey,
hiç kimse umurumda olmaz, kimin ne göreceği ya da ne düşüneceği beni değil kendilerini
ilgilendirir. Zaten yalnızca bunu bilen/anlayan insanlar giriyor evimize. Eşim
ve çocuğum ise bu duruma alışıklar çünkü bu bizim normalimiz. Benim “o
zamanımın” geldiğini bilirler ve beni kendi halime bırakırlar. Ama bazen ben
yorulunca kesmeme, yapıştırmama yardım ettikleri ya da fikir verdikleri ya da
“yazamıyorum” temalı ağlama krizlerime katlandıkları oluyor ama hayatlarından
memnunlar. Dolayısıyla ben de. O ikisinin desteği olmasa kaybolup giderdim
sanırım.
Otopsi ile ilgili nasıl geri dönüşler
alıyorsunuz? Kitabın otopsi raporunu bizimle paylaşır mısınız?
Çoğunlukla beni şaşırtan, bazen sevinç bazen de hüzün
duymama yol açan yorumlar alıyorum. Otopsi’yi başucu kitabı yapan, gözyaşı
dökerek okuyan, her şeyi sorgulamaya başlayan, okuduktan sonra yaşamında bazı
değişiklikler yapan o kadar çok okur ulaştı ki bana. Biliyorsunuz Otopsi’nin
pek tanıtımı yapılmadı, göz önünde olan, göze sokulan bir kitap olmadı hiçbir
zaman, kulaktan kulağa, okurdan okura dolaştı. Dürüst olayım, böyle olacağını
hiç beklememiştim, Otopsi’nin bu kadar çok okunup benimseneceğini… Kendi
kendime, kendim için yazdığım bir metindi. Ama şimdi geri dönüşlere bakınca o
donuk ıssızlıkta yalnız olmadığımı gördüm. İyi ki.
Peki, erkekler neden okusun Otopsi’yi?
Açıkçası kimlerin okuduğu ya da okumadığı yazarın işi
değil diye düşünüyorum. O okusun, bu okusun demek bana düşmez sanırım, kitap
akar ve yolunu bulur. Ama şunu biliyorum; Otopsi kırık bir hayaller ülkesinden
kaçan ve kendini bulmaya çabalayan bir ruhu anlatıyor. Özellikle hayalleri
parçalananlar, yapmak istediklerini yapamayanlar, olmak istedikleri ya da
oldukları kişiden gün geçtikçe uzaklaşanlar sevdi Otopsi’yi, en çok onlar
benimsedi. Böyle bir şeyin cinsiyeti olamaz sanırım.
İlk kitaplar otobiyografiktir, denir. Özge
Lena bu kitabın neresinde?
Hem her yerinde, hem de hiçbir yerinde. Bu kitap benim
ruhumdan, içimden yükseldi. Dolayısıyla bana öyle yakın ki iki yılımı birlikte
geçirdiğim o kadın ama aynı zamanda öylesine uzak ki…
Okuma ajandanızı okurlarımızla
paylaşmanızı istesem.
Bu aralar sürekli şiir okuyorum ve şiir yazıyorum.
Anna Ahmatova, Mary Ruefle, Jean Valentine, Ilya Kaminsky, Hala Alyan, Ada
Limon gibi şairlere düşkünüm. Şiirin beni tedirgin eden bir yanı var, bunu
seviyorum. Dışarıda pandeminin anksiyete ile el ele vererek gezdiği bu
zamanlarda, şiirin yarattığı kaygan zeminlerde dolaşmak, rahat etmemek/durmamak
ve bir şeye sığınmamak, tehlikeli bir türün gözlerinin içine bakmak bana iyi
geliyor.
Emeğiniz, dostluğunuz, samimiyetiniz için
okurlarımız adına teşekkür ederim.
Ben de bu güzel sorularınız, ilginiz ve emeğiniz için
çok teşekkür ederim hocam.
edebiyathaber.net (16 Mart 2021)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder