25 Mayıs 2016 Çarşamba

AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI


                                           

                                                      AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI
                                                                                               Münire Çalışkan Tuğ
    Mağazadan hızla çıktı. Ana caddeye açılan kapının önünde durdu, çevreyi kontrol etti. Sanki birisinin kendisini görmesinden korkuyordu. Merdivenleri koşarak indi. Caddeye geldi. Yağmura aldırmadan yürüdü. Köşeyi dönünce adımlarını yavaşlattı. Her adımda, bedeninin belden yukarısı ileriye doğru yaylanıyor, sonra diğer adımla geri geliyor, bir sonrakinde tekrar ileriye uzanıyordu.  Adeta mesafeyi ölçermiş yürürken, omzuna attığı ceketin boş kolları düzenli salınımlarla bu yürüyüşe eşlik ediyordu.
   Geniş caddenin sağ tarafında durdu, gelen ilk taksiye bindi. “Sütlüce” dedi buyurgan bir sesle. Sağ eliyle ceketinin sol iç cebini yokladı. Önemli bir işi, kazasız belasız atlatmış olmanın rahatlığıyla gevşedi.
    “Neyse ki kimseye görünmeden hallettim.  Milletin diline düşmeyegör. Allah muhafaza sakız ederler ağızlarında.” diye geçirdi içinden. Derin bir nefes aldı. Hızını artıran yağmurun etkisiyle trafik önce yavaşladı, sonra durma noktasına geldi. Adım adım ilerliyorlardı sanki.
      Arabaya binmeden önce çiseleyen yağmurun giysilerinde yarattığı serinlik tenini ürpertti. Bu ürperme onu beş yıl öncesine götürdü. Gergin yüz hatları gevşer gibi oldu, sonra yeniden eski ciddiyetini aldı. Bir tiyatro oyuncusuymuş da rolünü unutup kendisini oynuyormuş gibi hissetti. Toparlandı.
    Babasının o talihsiz olayda vurulmasının ardından aile ile röportaj yapmaya gelmişti gazeteci Nesrin. Yanında kuzeni Nilay da vardı. Dışarıda serpiştiren yağmur damlaları gömleklerinin üzerinde yayılmış, ince kumaşlar yer yer omuzlarına, kollarına yapışmıştı. Kuzen Nilay ikide bir ürperiyor, vücudu tepeden tırnağa sarsılıyordu. Nilay’ın ürperişleri garip bir etki yapmıştı Serkan’ın üzerinde. Onun da bedeni ürpermiş, damlaların serinliğini omzunda, sırtında, yüreğinde hisseder olmuştu.
   Bir ara gözleri Nilay’ın gözlerine kaymış, donup kalmıştı. Damarlarından kanı çekilmiş, bacaklarını bir titreme almıştı. Yüreği göğüs kafesini parçalayıp dışarıya fırlayıverecekmiş gibi hızla atıyordu. Nefesi daralmış, boğulacak gibi olmuştu. Nesrin, Serkan’ın bu durumunu babasının ölümünden duyduğu üzüntüye yormuş, olayı yeniden anımsattığı için defalarca özür dilemişti ondan. Serkan bunu fırsat bilmiş, elini yüzünü yıkayıp geri gelmişti.  “ Acımız daha çok taze, bu röportajı başka zaman yapsak!” diyerek geçiştirmişti. Rahatlamaya, Nilay’ın gözlerinden yayılan enerjinin kendisi üzerindeki etkisini örtmeye ihtiyacı vardı.
   Yine hızlandı yüreğinin atışları. Nilay’la evleneli üç yıl olmasına rağmen o ilk günkü çarpıntı hala geçmemişti. Bunu hissettirmek istemezdi Nilay’a.  Annesi hep uyarırdı kendisini “Kadın kısmına pek yüz vermeye gelmez, içinden sevecek, belli etmeyeceksin. Sen ‘Olmaz!’ dersen, olmayacak. Senin sözünün üstüne söz etmeyecek. Biz babanla öyleydik, hiç kavgamız gürültümüz olmazdı. Hem erkek sert olursa kimse yan gözle bakamaz karısına.” derdi.
  Babasının annesine aldığı hediyeleri ya bir gezmeye giderken, ya da çok özel günlerde görürlerdi. Bir kere bile onların yanında vermemişti. Çocuklarını kucağına alıp sevmemiş, hep uzaktan hissettirmişti babalığını. Kendisi de şimdi babasının kopyası olup çıkmıştı. Ama kendisini buna zorlayan koşullar vardı, kimseye güven olmaz, güzel karısına yan gözle bakılmasına dayanamazdı. Kadın dediğin korunup kollanmalıydı. Üstelik gebeydi Nilay, aslan gibi bir oğlu olacaktı. Şimdi her zamankinden daha çok korunmaya ihtiyacı vardı.
  Bunları düşünürken, hiç ölmeyecek zannettiği babasının kanlar içindeki görüntüsü geldi gözlerinin önüne. Kurşun tam göğsünün üstünden girmiş, dev gibi adam boylu boyunca serilmişti kahvenin ortasına.  Kavganın kızıştığı, silahların birbirine doğrultulduğu yerde babası girmişti araya kavgayı önlemek için. Nereden bilecekti en çok sevdiği arkadaşının silahından çıkan bir kurşunla öleceğini.
  Yol açılmış, trafik hızlanmıştı.  Saate baktı, daha zamanı vardı. Önce Nilay’ı arayıp gecikeceğini söyledi. Sonra Osman’ı aradı. “On beş dakika sonra oradayım, bir iki tek atar havamızı buluruz;  Ali’yle Ramazan da gelecekler.” dedi.
“Yılbaşında eve erken gitmeye gelmez, adımız kılıbığa çıkar sonra, şöyle biraz demlenip bir yolunu bulur kalkarım.” diye düşündü. “ Hem Nilay da alışırsa hep bekler, sonra da ayıkla pirincin taşını. Kadın kısmını şımartmaya gelmez.” diye geçirdi içinden eliyle ceketinin cebindeki küçük kutuyu yoklarken.
   Birahanenin önünde indi, ağır adımlarla girdi içeri. Arkadaşları gelmiş onu bekliyorlardı. Garsonu çağırıp masayı donatmasını istediler. Garson Hasan “Masayı donat!” sözüyle ne istendiğini iyi bilirdi. Hem Serkan’ın arkadaşları önceden geldiği için hazırlığını yapmıştı çoktan.
   Beş dakika içinde kadehler tokuşturulmaya başlandı. Ramazan, “Kılıbıkların evde karısıyla yılbaşı kutlamalarına içelim” deyip kaldırdı kadehini.  “ Yılbaşı, sevgililer günü, doğum günü, evlilik yıldönümü, kıl günü, tüy günü… Bir başladın mı sonu gelmez onun. Özgürlüğümüze içelim.”
   “Erkek adam karıya yuları kaptırmaz, evinin kralı olur kralı. Her sözü fermandır erkek adamın.” diye ekledi Serkan.
    Sohbet koyulaşmış, kimilerinin erkekliği iyiden iyiye masaya yatırılmıştı ki yan masada oturanlar birbirlerine bağırmaya, küfür etmeye başladılar. Kadehler yerlere, duvarlara fırlatıldı, masa yumruklanmaya başlandı. Serkan bir iki kalkıp oturdu, “Ayıp oluyor ama, sizin yaptığınız erkekliğe sığar mı? ” deyip ileri atılmak istedi. Her seferinde arkadaşları tuttu onu. Kavga sırasında duvara çarpılan bir kadehten sıçrayan cam parçası gelip alnını kanatınca Serkan bir atmaca gibi fırladı yerinden. Küfürler, yumruklar havada uçuştu. O boğuşma sırasında Serkan’ın cebindeki kırmızı plastik kalp yere düştü, Ali’nin ayağının altında çatırdayarak parçalandı. İçinden kırmızı, dantelli bir iç çamaşırı çıktı. Gözler, önce masanın yanındaki dantelli iç çamaşırına, ardından Serkan’a çevrildi. Şimdi kavga durmuş herkes Serkan’a bakarak kahkahayla gülmeye başlamıştı.
  Serkan yerdeki iç çamaşırını tekmeledi. Savrulan çamaşır duvardaki aydınlatma lambasının ucundaki yaprak desenli metalin ucuna takılıp kaldı. Kızgın bir boğanın çıkardığı böğürtüler gibi“ Kim koydu lan onu benim cebime?  Ha, kim koydu, kim? Gösteririm ben size! “diye bağırıp sağı solu tekmelemeye başladı. Önce yan masadakilere, ardından da arkadaşlarına tehditler savurarak kapıdan çıktı. Arkasından seslenen arkadaşlarına küfrederek gecenin karanlığında kayboldu.
  
 
                                                                                     Mayıs 2016- KARTEPE

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder