21 Ekim 2016 Cuma

YILDIZLARA YOLCU ETTİKLERİMİZ


          Yıldızlara Yolcu Ettiklerimiz
                                                 Münire Çalışkan Tuğ
     Barışa Çağrı

   7 Ekim Çarşamba. Yoğun bir iş günü. Akşam katılacağım toplantının ve 20 yıl önce birlikte çalıştığım arkadaşım Elif Çuhadar’la buluşmanın heyecanı içindeyim.  Yılların biriktirdiği özlemin sona ereceğini düşündüğüm için hiç yorgunluk hissetmiyorum. Elif, benim de 93’ten beri içinde bulunduğum, önce üyesi olarak, sonra da değişik yönetim organlarında görev aldığım EĞİTİM- SEN’in  Genel Eğitim Sekreterliğini yapıyor. Kocaeli’ne 10 Ekim’de Ankara’da yapılacak olan Barış Mitingi’ne çağrı amaçlı gelmiş.

    Kastamonu Cide’de Elif’le birlikte çalıştığımız Dilber’e, Elif’in Kocaeli’nde olduğunu ve akşam Eğitim Sen Kocaeli Şubesinde toplantı yapılacağını haber veriyorum. Biliyorum ki Dilber de çok özlemiştir ortak arkadaşımızı. Dersten çıkar çıkmaz bulduğum ilk araca atlayıp soluğu şubede alıyorum. Elif sendikada bizi bekliyor. Yılların özlemiyle sarmaş dolaş oluyoruz. Ondaki hüzün ve üzüntü hali şaşırtıyor beni. Biz bir masanın etrafına oturmadan eşim arıyor ve o hiç duymak istemediğim haberi veriyor: “Sennur Sezer ölmüş.”   Ben “Olamaz!” diye çığlık atıyorum. Barışa çağrı için gelen, yıllardır görmediğim ve çok özlediğim arkadaşımla daha özlem gidermeye başlamadan yanıyor içim. Bir barış neferini kaybetmenin acısıyla sarsılıyorum. İşte o zaman Elif’in hüzünlü görünümü anlam kazanıyor. Yoğun iş temposuna yetişmeye çalışırken, gün içinde duymadığım, hiçbir zaman duymak istemeyeceğim acı haber içimi kanatıyor. İşçi ve kadın mücadelesinde hep en önde yürüyen, sadece benim değil, herkesin Sennur Abla’sı  olan bu yiğit ve üretken kadının ölümünü kabullenemiyorum. Gözlerimden yaşlar sızıyor, yüreğim kor ateşlere yanıyor. Şimdi barış mitingine katılmak, Sennur Sezer’in anısına saygı duymakla eş anlamlı olarak daha bir önem kazanıyor.

    Toplantıda barış mitinginin önemi, alınan önlemler, dikkat edilmesi gerekenler, olası provokasyonlar ayrıntılı alarak konuşuluyor. Geniş bir katılım sağlanmasının önemine değiniliyor. İki buçuk saat süren toplantının sonunda sendikadan çıktığımızda yağmur yağıyor. Yağmura hazırlıksız yakalanıp ıslanıyorum. Eve gelinceye kadar da epeyce üşüyorum. “Ne olursa olsun hasta olmamalı, bu mitinge katılmalıyım.” diye düşünürken ertesi gün ateşleniyorum. Perşembe gününü zor bitiriyorum. Eve geldiğimde ateşim iyice artıyor. Dolayısıyla mitinge gidemiyorum.

      9 Ekim Cuma akşamı ve gecesi benim için oldukça zor geçiyor, bir yandan da Barış Mitingine gidememenin üzüntüsü içime dert oluyor. Geceyi uykusuz geçiriyorum. Sabaha karşı dalmışım, eşim sabah erken uyandırmıyor beni, saat 10.10’de uyandığımda hemen televizyonun kumandasına gidiyor elim. “Bakalım kaç bomba patlamış?” deyiveriyorum bilinçsizce. Televizyonu açınca karşılaştığım görüntüler korkunç. Bir süre kilitlenip kalıyorum ekran karşısında. Bir korku filmi yayımlanıyor sanki. İlk aklıma gelen Fevzi Ayber oluyor. Hemen arıyorum. Sesini duymak, sağ olduğunu anlamam demek. “Çok kötü” diyor, sesi titriyor. Ben onun sesinin titrediğini hiç duymadım. Vahşetin boyutlarını onun sesinden tahmin etmem olası. Sonra aklıma gelen herkesi arıyorum. Kimi ağlıyor telefonda, kimine ulaşamıyorum.

   Görüntüler tekrar tekrar yayımlanıyor televizyon kanallarında. Gençler “Bu meydan kanlı meydan” diyerek halay çekiyor. Birden alevler yükseliyor, ardından çığlıklar… “Bakalım kaç bomba patlamış” dediğim için kendimi suçlu hissetme duygum gençlerin söylediği şarkı ile ortaklaşıyor. “ Onlar da biliyorlar mıydı başlarına gelecekleri?   O şarkıyı onun için mi söylüyorlardı?” diyorum içimden.

   Sonra bizim telefonlarımız çalmaya başlıyor. Yurdun değişik yerlerinden arkadaşlarımız, bizim de Ankara’da olduğumuzu düşünerek, bizden haber almak için arıyorlar. Birbirimizin sesini duymak yetiyor ama sevinemiyoruz hayatta kaldığımıza. Parçalanan canlarımız, barışı bombalayanların yarattığı vahşet  sözün bittiği yer. Bir saat içinde birer birer sosyal medyaya düşüyor yitirdiklerimiz. Önce Şebnem, ardından Ali Deniz.   Sonra ardı arkası gelmiyor yitirdiğimiz barış güvercinlerimiz.

            “ Ah Sennur Abla" diyorum "Sen gittin, oğulların kızların da gitti."

   Şimdi 10 Ekim'de yıldızlara yolcu ettiğimiz dostlarımızın mücadele gücünü de kattık mücadelemize. Bundan gayrı onlar için de alanlardayız, onların yerine de barış istiyoruz.


                                                  Ütopya Yayınevi-Ekim 2016

  

ÇİNGENE

                                                                Çingene

Mevsimsiz bir göç başladı
 sonrasız zamanlara
yollar kanadı  ayaklarıma
neşemi ödünç aldı
ağıtlarla  sulanan  dağ çiçekleri
o çiçekler ki
saçımda taç giysimde desen

çingeneyim ben
bilirim acının da
sevincin de her türünü
demiri büker de bileklerim
körüğü çeker de
tutunamaz yüreğim hiçbir yere
dünya evim
gökyüzü yorganım
ondandır obamın her yaz
 başka başka yerlerde konaklayışı.

bir çingeneyim ben
kültür elçisi
türküler taşırım
                      oyunlar
                              sevinçler
dünyanın dört bir yanına
rotasızdır yolculuğum
mevsimlerim her dem yaz

bir çingeneyim ben
erik çiçekleri oynaşır giysilerimde
danslarım kırlangıç uçuşu
hayaller süzerim 
yıldızlı gecelerde yakamozlardan

heybemi ay ışığıyla doldurup
karanlıklara üflerim avuç avuç
bulutlara kurdum salıncağımı
keyfimce salınır
dans ederim
  
çingeneyim ben
 fal bakar umut dağıtırım
falda neler görürüm
onu yalnız ben bilirim.

                      Münire Çalışkan Tuğ
                     18.11. 2015 Kartepe


Aydili Sanat Dergisi
Haziran 2016-18.Sayı

20 Ekim 2016 Perşembe

TOL - MURAT UYURKULAK- İNCELEME/TANITIM



              BİR UZUN YOLCULUK VE İNTİKAM ROMANI  TOL’DE YÜZ YILLIK                  İNSANLIK VE TOPLUM PANORAMASI
                                                                                                           Münire Çalışkan Tuğ

     TOL, İstanbul’dan Diyarbakır’a yapılan bir tren yolculuğun öyküsü.  Bir yol öyküsü gibi görünse de aslında bu yolculuk, baskıcı iktidar karşısında yeni bir dünya düşü kuranların, hem geçmişten geleceğe, hem de  kendi içlerine  yaptıkları bir yolculuktur.
    
     Geçmişte devrimci mücadele yürütmüş, şimdi içkiye sığınan bir şairle bu yolculukta ona yol arkadaşlığı eden,  şairin anlattığı küçük hikâyelerle babasını tanımaya çalışan ve çalıştığı dergiden işini iyi yapmasına rağmen muhalif fikirleri nedeniyle kovulan bir editörün ve onun gibi olan diğer “ötekilerin” öyküsüdür TOL.
      
    Yapılan yolculukta, zaman zaman babanın hikâyesi gencin hikâyesine, gencin hikâyesi de şairin hikâyesine karışıyor; okur, hikâyenin kime ait olduğunu anlamakta güçlük çekiyor. Onların kimliğinde, 1900’lerden 2000’lere, ancak küçük farklarla birbirinden ayrılan bir sürecin karmaşasıdır aslında bize sunulan.
  
     Bir yolculukta, iki insanın hayata ilişkin deneyimlerinin dünden bugüne aktarılması, devreden mücadele süreçleri, dünyayı anlama ve değiştirme çabaları, bir anlamda bunun da uzun süren  bir yolculuk olması, bu yolculuğu kesintiye uğratanlardan intikam alma çabası, bu çaba sırasında yaşanan acılarla baş başa kalınan süreçler…ve daha birçoğu işleniyor, insanı bütün olumlu ve olumsuz yanlarıyla ortaya koymaya çalışan TOL’de.

    Seçilen dil de romanın dokusuna uygun olarak biçimleniyor bu  anlatıda. Konu kaybedenlerin mücadelesi olunca dil de sertleşiyor o ölçüde, kaybetmenin acısı, yenilmişliğin hırsı acımasızlığın diline dönüşüyor. Mücadele ile parçalanamayan kötü gerçeklik, dille sarsılamaya ve parçalanmaya çalışılıyor. Dolayısıyla da kötü, kaba, müstehcen bir dil egemen oluveriyor anlatıya ve sarsmaya başlıyor. Murat Uyurkulak, erotizmin ve pornografinin  yıkıcı  ve parçalayıcı dilini,  sıradanlığa düşmeden, konunun bir parçası olarak kullanıyor ve  güzel bir ihtimal olan devrime giden yolda  okuru sarsmaya devam ediyor.

   Dil evrenini ustaca kuran yazarın roman boyunca altını çizeceğimiz, kullandığı bir imgeyle birçok duruma ve olaya kapılar aralayacağımız cümleleri okurken, anlatılmak istenenleri kaçırmamak için hep dikkatli ve uyanık olmamız gerekiyor. Alışılmışın dışında, ondan çok farklı olarak kurulan imgeler dünyası sizi roman boyunca buna zorluyor. Aşağıda seçilenler bunlardan bazıları:
    Varlığından bile emin olunmayan bir şehre yapılan yolculuktaki ruh halini, “ Nihayet ruhumun fermuarını çekebilecektim.” (s.15),  başarılı çalışmalarına rağmen, bölücü, mimli, terörist olabileceğinden korktuğu çalışanını işten atan patronu eleştirirken,  “Vicdanı beline kaymış editörüm.” (s.15), bir rüyadan uyandığında, akşam birlikte uyudukları kadının gittiğini gören adamın duygularını “ Gitmiş. Bıraktığı yarıktan düşler akıyor, kâbuslar fırlıyor, metaforlar pırtlıyor.”  (s.139), ağlayanları “Ağladıkça içlerinden kara ırmaklar gibi ağular aktı.” (s 95), bir kadını betimlerken “Karşısında duranın içine doru yavaşça süzülen bir atomlar toplamı, sürekli dağılan ve yeniden toparlanan, sürekli dağıtan ve yeniden toparlatan… Duygunun ve zekanın en has birleşimi, bakışı dik,sesi tok, öfkesi kıyıcı üstelik…” (s.90), “Gözleri yüzünün yarısıydı ve içlerinde balıklar yüzüyordu.” S.(74), yeni bir ilişkiyi anlatırken “ Yeşil gözlü, esmer bir kızın ağzına değiyorum birkaç aydır.” (s.60)…ve daha nice ilginç söylem.

  “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” diye başlayan romanda Türkiye’nin toplumsal ve siyasal süreçlerine ilişkin birçok değini de yer alıyor. Bu değiniler okuru 1900’lerin başından 2000’lere yapılan bir yolculuğa çıkarıyor. Okurun bu yolculuktan alacağı keyif ya da öğrenecekleri, ülkesinin tarihi ve toplumsal yapısı ile ilgili bildikleriyle sınırlı kalır ya da zenginleşir. Roman, okuyucusunu içinde yaşadığı toplumun geçirdiği sosyal ve siyasi çalkantıları, ülke tarihindeki kanlı olayları, bu olaylara karşı gösterilen tavırlarla da sorguluyor ve sarsıyor. TOL bize, “Geçmişin mücadele ve kıyımlar tarihini, insan ilişkilerini, ne kadar bilir ve sorgularsanız benden alacağınız da o ölçüdedir.” diye fısıldıyor olaylar arasına yayılan değinilerle. İşte bunlardan birkaçı:
Suç işleyenleri, adam öldürenleri, bombaları patlatanları yurt dışına kaçıranlara “vatansever” payesi verilmesi,
Ülkenin doğusunda 30 yıldır yaşananlara ithafen “Kulak koleksiyonunu getirdin mi?” diye sorulması
Köşe başlarında öldürülen bilim insanları, siyasetçiler,
Eğitimde 12 Eylülle birlikte değişen müfredat programları,
Devrim düşünün ezilmesiyle mücadele içindeki insanların bazılarının savrulması, kimisi delirirken kimisinin karşı devrim saflarında yer alması,
Gazetelerin gerçekleri örtmek için sansasyonlar peşinde koşması, insani olanı değil, bomba etkisi yaratacak olanı kovalamaları; gazetelerin, medya patronlarının elinde, alınıp satılabilen en kıymetli ideolojik aygıtlar haline dönüşmesi.
Mübadele sonrası yaşanan sıkıntılar, malların varlığını kanıtlayan belgelerin çalınması
Ortama ve yönetime göre parti değiştiren vekiller,
Fuhuş, oğlancılık, baskı, zorlama, yok sayma, işkence, hukuksuz işten atmalar ve daha niceleri.

     Murat Uyurkulak bu ilk romanında birçok görüntüyü de satır aralarında ustaca işleyerek bizim hafızamıza kazımayı başarıyor. Örneğin roman kişilerinden Oğuz’un bir bacağının diğerine göre kısa olması, bu bacakla ilgili olarak anlatılan ve içimize taş gibi oturan tuvalet kapısının arkasındaki yosunlu tuğla, fındık farelerini leblebi gibi yutup sonra onları capcanlı geri çıkaran Ada, şairin bir marketin raflarını andıran ceplerinde her şeyi bulmanızın mümkün olduğu ceketi…   Bunlar benim seçtiklerim, siz daha pek çoğunu bulacaksınız romanda.
   Romandan ilginç ve övülmeye değer bulduğum bir örnek daha verip ondan yapılan alıntılarla bitirmek istiyorum.
       Doğrudan yazmadığı  tarihi  “Bir, bir, sıfır, dokuz, bir ,dokuz, sekiz ,sıfır”  olarak olay kişisine söyleten Murat Uyurkulak (s.187) -  12 Eylül’ün toplum ve birey hayatında yarattığı etkiyi de direkt anlatmak  yerine, kelimeleri ve cümleleri parçalayarak vermeyi yeğliyor. (s.191) O parçalanmışlıkta, işkenceyi, tecavüzleri, kurşuna dizmeleri, kan kusanları görüyoruz; insanların, bedensel, duygusal ve düşünsel bütünlüklerinin nasıl bozulduğunu, bu bozulmanın   onlara verdiği acıyı   okuyoruz.
 “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” diye başlayan roman, bu ihtimalin hala var olduğu  düşüncesini romanın sonunda “Huzurla kapattım gözlerimi, derin bir nefes çektim. Bir ihtimal olduğunda   devrim ne kadar da güzel, diye düşündüm. Uzaklarda bir yerlerde ard arda silahlar patladı. İstasyonun kapısından esmer mi esmer bir çocuk bağırarak fırladı dışarı:
 Ma ne durisız! Topal Efe Gabar’dan inmiş Amed’e giriy laa”  ifadeleri ile canlı ve diri tutuyor.

  Denebilir ki TOL, öfkenin, intikamın, yolculukların, yalnızlığın, savrulmanın, inancın, acının, aşkın, ihanetin,  mücadelenin, sadakatin, çatışmanın romanıdır, ülkenin yüz yıllık panoramasıdır.

   Aşağıda; T, O ve L bölümlerinden oluşan romanın, her bölümünden yapılan birer alıntıya yer verilmiştir.  
  
   “Çözüldün ve utancından ölecek haldesin. Adın, ancak dünyanın yarısı havaya uçarsa temizlenir diye düşünüyorsun. Zaten durmadan bunu planlıyorsun.  Birbirinden nafile intikam planlarıyla oyalanıyorsan. Kafana kurşunu sıkana kadar da bundan başka bir şey yapacağın yok. Geçen sene aldığın o allahlık kırıkkale tutukluk yapmazsa tabii.” ( TOL-Murat Uyurkulak, Bölüm:T )

“ Yoksulduk. Pasteldi. Aksi mümkün değildi.
İlk evimizin, hayır, ilk izbemizin duvarlarını kiremit rengine boyamamın Esmer’de doğurduğu öfke, belki zor çocukluğunu geçirdiği, evlerinin   her biri kiremit damlı, ak duvarlı Ege kasabasının  ona erken bir fahişe umursamazlığı katamamasından kaynaklanmıştı, bilemiyorum, nereden bileyim, konuşmuyordu hiç.
    Belki ilk kez bir babaya, bir abiye, bir başka tanıdık pezevenge açılmış iki sıska bacağın defalarca tekmelediği oda duvarlarının kiremit rengi olup olmadığını da sormuyorum hiç.böyle it gibi soru olur mu hiç? ( TOL-Murat Uyurkulak, Bölüm: O)

"Ülkeyse,  üç vakte kadar bırakıp gideceğini bilmeden şeker bir delikanlıya abayı yakan ve bir yığın git gelle karar bozduğu anda dokunulup okşanılmadan kalan bir bakire misali,  önce bunalıma girdi, bir müddet sustu, Sonra gözü sokaktan geçen ite uğursuza takılmaya başladı, kendini bir iki öptürdü, sonra üzerine bir hafiflik geldi, dillendi de dillendi,  sonra da her şeyi unuttu, kötü yola düşüp bir fahişe kadar özgür oldu, özgürlüğünü de istibdatla pekiştirdi.”  ( TOL- Murat Uyurkulak, bölüm:L)

               

aydili 
                  sanat dergisi
     Haziran 2016-18.sayı