27 Nisan 2016 Çarşamba

HOŞ GELDİN


                                                         HOŞ GELDİN
                                                                            Münire Çalışkan Tuğ
    Otobüs,  sonbaharın renk cümbüşüne durmuş dağlarının arasından geçiyordu.  Manzara, usta bir ressamın elinden çıkmış,  kusursuz bir tabloyu andırıyordu. Ne çok zaman olmuştu bu güzellikleri yaşamayalı. Gördükleri karşısında heyecanlandı Emel.  “Benim içimde kendime ait bir resim var mı?” diye düşündü. İçini yokladı. Tıkanan trafik, uykusuz geceler, üst üste yığılı dosyalar, yoğun iş görüşmelerinden başka bir şey bulamadı. Bir sıkışmışlık hissetti. Hemen kaçtı içinden; gözlerini, dışarıda coşkun bir nehir gibi akan manzaraya çevirdi. Renkler birbiriyle yarışırcasına kayıyordu yolun iki yanından. Kırmızı, sarı, yeşil, kızıl el ele tutuşup, bir halaya durmuştu sanki. Onlara dokunmak, renklerine karışmak istedi.
   Tekrar içini yokladı. “ En son ne zaman kendimle baş başa kaldım; kendim, kendime ne anlattım?  Dostlarım var mı benim  ‘Çayı koy, geliyorum.’ diyeceğim? Sinemaya, tiyatroya gitmeyeli ne kadar oldu?  En son ne zaman çimenlerin üzerine yatıp bulutları seyrettim? Kurulmuş bir makinenin mekanik işleyişinden başka neyim ki ben?  Oysa şu manzara…”
Kaptan yardımcısının:
 “Ne alırsınız?” demesiyle kendine geldi.
 “ Nescafe, ikisi bir arada.”
Bu diş ağrısı da nereden çıkmıştı şimdi. Yola çıktığından beri çenesinin sağ tarafında ince bir sızı vardı.
   “Otele gidince bir doktor bulmalıyım.” diye mırıldandı. Çantasından bir harita çıkardı, inceledi. “Yaklaştık.” dedi.  Haritayı ön koltuğun arkasındaki file cebe yerleştirip telefonunu çıkardı,  gelen bir mesajı yanıtlayıp tekrar çantaya koydu. Canını sıkmıştı dişindeki ağrı. Sol elini çenesinin sağ tarafına götürüp bastırdı, ağrı iyice hissettirir olmuştu kendini.
   Otobüsten iner inmez bir taksiye binip otele geldi. Taksiciye beklemesini söyledi.  Çantalarını odaya bıraktı, resepsiyondan iyi bir diş doktoru önermelerini istedi. “Sanki izine çıkmamı bekledi.” dedi kapıdan çıkarken. Beş dakika içinde Dr. Vedat Sönmez’in ofisindeydi.
“Arkadaki dişinizde çürük var, temizlenip dolgu yapılması gerekir.”
“ Uğraştırmayın beni, ağrı kesici falan verseniz.”
“Gece yarısı yeniden başlamayacağını garanti edemem. İki gün, yarımşar saat gelirsiniz, iş biter.”
   Çok pratik çalışıyordu Dr. Vedat. Özenliydi,  gevezelik etmiyordu, kibardı, sesi güven vericiydi. Bu sefer rahattı, oysa hep korkardı dişçi koltuklarına oturmaktan.  Aletin sinir bozucu cızırtısı dışında sorun yoktu.
“ Tatil için denizin en güzel zamanını seçmişsiniz.”
“ Üzerinde çalıştığımız proje yeni bitti. Çok yorulmuştum. Biraz dinleneyim dedim.”
İşten, tatil anlayışlarından, Antalya’nın gezilip görülecek yerlerinden konuştular. Bir sonraki gün, saat beşte tekrar görüşmek üzere sözleştiler.
Ertesi gün ofise geldiğinde, Dr. Vedat, bir müşterisini yolcu ediyordu. Yine aynı incelik ve güler yüzle karşıladı Emel’i. Eldivenlerini değiştirdi, aletleri ayarladı. Bugün biraz tedirgin miydi, yoksa Emel’e mi öyle gelmişti. Hiç konuşmadan tamamladı işini.
“ Yarın son, sabah onda gelirseniz işiniz biter, siz de rahat rahat tatilinize devam edersiniz.”
Tekrar gittiğinde Dr. Vedat neşeliydi, eski bir dostuymuş gibi sıcak karşıladı Emel’i.  Diş tedavisi, tatilinin birazını alsa da içi rahattı. Hem dönünce yoğun iş temposundan zaman bulamayabilirdi.
Koltuğa oturdu, ağzını açtı. Cızırtılı alet çalışmaya başladı. Beyni oyuluyordu sanki. Birden çene kemiğinde tarifsiz bir acı duydu, sıçradı. Doktor telaşlandı. Aletin sivri ucu onun da parmağını delmişti. Elinden kanlar akıyordu,  kanın bir kısmı Emel’in ağzına da bulaşmıştı.
“ Özür dilerim, dikkatsiz davrandım.” derken, doktorun yüzünde bir korku, bakışlarında bir boşluk görür gibi oldu. Gördüğünü, doktorun özensiz davrandığı için üzülmesine yordu. Ellerinin titremesi ve tedirginliği gözünden kaçmadı Emel’in.
“Üç” dediğini duyar gibi oldu doktorun. Önemsemedi, ağzına su alıp birkaç defa çalkalayarak kanları temizledi.
Vedat eldivenleri çıkardı, ellerini yıkadı. Yeni eldivenler giyip tedaviyi tamamladı.
“ Size kendimi affettirmek istiyorum, akşam yemeği teklifimi geri çevirmezsiniz umarım.”
“ Ufak bir kaza diyelim, üzülmeye değmez.”
    Vedat eve geldi. Bir taraftan terliyor, bir taraftan da titriyordu. Salona girdi, duvardaki panonun önüne geçti. Birden beşe kadar yazılmış ve ilk ikisinin üzeri çarpılanmış rakamlara baktı. İspirtolu kalemi aldı, üçün üzerine çarpı çekti. Kalemi fırlatıp attı. Duvarı yumruklamaya “ Neden ben, neden, neden! “ diyerek, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
    Akşam sahildeki restoranda yemek yerken Vedat üzgün görünüyordu. Oysa davet eden oydu. Emel, “Kabul etmeseydim keşke. ” diye geçirdi içinden. Yemekten sonra, kumsalda, bir süre sessizce yürüdüler. Anlam veremediği sessizliği Emel bozdu.
“ İlerde niyetçi var, gidip niyet çekelim.”
    Etrafını kalabalığın sardığı niyetçinin yanına geldiler.  Niyetçi,  altına niyet kâğıtları koyduğu mumları yakıp,  onları kumların üzerine yerleştirmiş, sahilde ışıklı bir şölen oluşturmuştu.  Niyetçiden halka alıp mumlara fırlattılar. Emel’in ilk atışında mumlardan biri halkanın içindeydi. Vedat üçüncüde yakaladı mumu.
    Emel’in dileğinde “ Sana bir müjde var, çok yakında sevinçli bir haber alacaksın, bugünlerde hangi işe atılsan başarılı olacaksın. Kısa süre içinde bir yolculuk var.” yazıyordu. Vedat’ın dileğini okudular. “ Dargınlıkları, küskünlükleri bir kenara bırakıp, yeni mutluluklara yelken açacaksınız. Üzüntüleriniz kum taneleri kadar küçülecek.” Vedat son cümleyi inanmaz bir ses tonuyla tekrarladı. “ Üzüntüleriniz kum tanecikleri kadar küçülecek.”
   Ardından bir türkü bara gidip eğlendiler. Türkülere eşlik ettiler. Emel neşeliydi, Vedat’ın zorla getirilmiş de sıkılmış gibi bir hali vardı. Hem mutlu görünüyordu, hem mutsuz.  Bu gizemli hal, Emel’i Vedat’a doğru çekmeye başlamıştı.
    Ne zamandır kendisine yabancı olan bir duygunun,  içinde yeniden filizlenmesiyle otele döndü Emel. Camdan şehrin ışıklarını izlerken,  yüreğine giden yollarda ilk gençlik dönemine ait,  silik ayak izlerini görür gibi oldu. Yürünmeyen yolları otlar bürümüş, seller götürmüş, üzerinde ağaçlar büyümüştü. Şimdi Vedat’la yeni bir yolculuğa çıkabilecek miydi? Yüreğinin bir kapısı var mıydı? Vedat o kapının zilini çalacak mıydı? 
    Vedat,  odasının duvarlarını yumrukladığı evine geldiğinde öfkeli ve yorgundu.  Başı ağrıyordu. Uzun uzun duvardaki panoya, panodaki rakamlara baktı. İçi acıyordu.
  Tatil boyunca birkaç defa daha görüştüler, Emel, adını koyamadığı ilişkilerinin belirsizliğiyle dönüyordu geri. Vedat, yolcu etmeye geldiğinde, daha önce hiç kimseye yapmadığı bir şey yaptı, bir mektup verdi Emel’e.  Eve ulaşıncaya kadar açmaması için söz aldı ondan. İçi titredi Emel’in, demek mektupta yazmıştı, kaç gündür duymak için sabırsızlandıklarını.  “ Hem yakın, hem uzak” diye düşündü mektubu alırken.
  Vedalaşıp ayrıldılar. Daha otobüs hareket etmeden, başını öne eğip uzaklaştı Vedat. Emel, el sallamak için boşuna baktı arkasından. “ Ayrılıkları sevmiyor.”  diye düşündü, içinin buzları eridi. Çantanın içini yokladı, mektuba dokundu, eli yandı, yüreği titredi. Yolculuğun bir an önce bitmesini istedi. Ona söz vermişti, eve gidinceye kadar açmayacaktı zarfı.
   Eve geldiğinde önce duşa girdi, kendisine bir kahve yaptı, salona geçip bir müzik açtı, koltuğa oturdu. Tadına vara vara okumak istiyordu mektubu. Zarfı açtı.
 “Aids ailesine hoş geldin, birlikte ölmeye ne dersin?”                                      

     

                                                  ERİK AĞACI ÖYKÜ SİTESİ
                                                   26.04.2016





4 yorum:

  1. Merhaba Münire; Güzel bir öykünü okudum. "Aramıza Hoşgeldin. " Çarpıcı, kendini kolayca okuturken birden insanın aklını çeldiriveren türden bir öykü. Kutluyorum.

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim. Eleştirileriniz beni geliştirecektir. İlgine sağlık Dursun. İyi ki varsın. Sevgiyle...

    YanıtlaSil
  3. Sizi yakından takip ediyorum.Başarılarınızın devamını diliyorum.

    YanıtlaSil
  4. Teşekkür ederim Mehmet Şen. Daha nice öyküde buluşmak dileğiyle..

    YanıtlaSil