Hanife Altun : “Hayat kocaman bir meme, insan da doymak hazzından ibaret bir varlıkmış gibi distopik bir kurguyu, rutin hayatın içinde kanlı canlı yaşayan öznelere dönüşüyoruz.”
SÖYLEŞİ:
MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ
Bu ayki sayımız için MASALINDAN GÖÇEN KUŞ ve HUZURSUZ ÖZNE kitaplarının yazarı Hanife Altun ile söyleştik. Kendisiyle, yazma sürecini, sözcüklerin anlam evrenini, rüyanın öykü anlatımındaki yerini, arayışları ve daha pek çok şeyi konuştuk. Keytifli okumalar.
- Biraz bize kendinizden söz eder misiniz, kimdir Hanife Altun?
Biraz kolaya kaçıp ilk kitaptan ilgili bölümü şuraya kopyala/yapıştır yapıyorum.
İstanbul/Bakırköy’de o olağan hadise meydana geldiğinde ilkyazın, ikinci günüydü sene; 1979…
Anadolu Üniversitesi/Türk Dili Edebiyatı okudu. Okuma yazma bilmeden önce de öğrendikten sonra da hep yazdı, yazıyor, yazabileyim istiyor. Uzun süre özel sektörde çalıştı. Çocukluk yıllarında bir süre kalede durduğu rivayet edilse de pek yerinde durabildiği söylenemez. Gerçekte, mavi leğenin kıyılarına vuran kayıkları; kurmacada herhangi bir denizin kıyılarına vuran siyah saçlı kadınları seviyor.
Çok seviyor; tekerleği olup motoru olmayan şeyleri. Tersini pek değil…
Çok seviyor; ağacı, toprağı, yolun yokuşunu, mevsimin kışını (kafiye olsun diye demiyor)
Çok seviyor; az katlı, arka bahçeli evleri, tarçınlı akide şekerini, kedileri (ille de tekir olanları)
Çok seviyor; insanları (ille de başkaldıranları) Tersine üzülüyor.
Çok seviyor; çocukları (ille de esmer, kıvırcık saçlı, kız olanları) Tersini düşünemiyor.
- Çarpıcı bir kitap adı HUZURSUZ ÖZNE. Günümüz insanının ruh haline de tam denk düşüyor. MASALINDAN GÖÇEN KUŞ’tan HUZURSUZ ÖZNE’ye gelen süreç nasıl işledi? Bu süreci okurlarımızla paylaşır mısınız?
Dosyayı teslim ettiğimde başka bir ismi vardı. Editörümün o isme itirazı oldu. “Ya başka bir isim ya da yanında bir şey daha olsun” önerisi ve hatta ısrarı sonucu o ismin yanına bir kelime daha ekleyerek yeni bir isim buldum. Tam, bu oldu. Tamamdır, derken başka bir sorun karışımıza dikiliverdi. Eklenen o kelimenin, aynı zamanda Kürtçede argo bir anlamı olduğunu öğrendim son dakika. (Kapak çalışılıyor baskıya girecekken) Artık elimde TÜYAP’a yetişmek gibi saçma bir telaş eşliğinde, baskıda bekleyen isimsiz bir dosya vardı. İki uykusuz gecenin ardından “HUZURSUZ ÖZNE”yi buldum. Birkaç gün ve birkaç uykusuz geceden sonra kendi adını kendisi koydurmuştu. Bu çok mistik bir cevap olacak belki ama isim bulma süreci bu şekilde gelişti ve çok içime sinen bir isim oldu. “MASALINDAN GÖÇEN KUŞ”un altında kalmadığını düşünüyorum. İki kitap arasında geçen sürece ilişkin öyle çok özel bir şey yok. Hayat akıyor, ben yazmaya devam ediyordum, hepsi bu.
- Okumanın öneminden en çok söz eden, bunun için değişik kampanyalar, etkinlikler düzenleyen, ücretsiz kitap dağıtımları yapan ama çok az okuyan bir toplumun yazarı olarak okurdan beklentiniz nedir? Ona bir çağrıda bulunsanız ne dersiniz?
Okurdan beklenti, ona çağrıda bulunmak… Off! Çok büyük laflar bunlar. Az okuyan toplumun yazarı, gibi bir tanım toplumun dışında ve hatta üstünde bir konumlanmayı işaret etmekte. Kaldı ki okuma eylemini sadece kitap nesnesinin yanına getirerek baktığımızda matbaanın icadıyla yaşıt bir deneyimden bahsetmiş oluruz. Ya öncesi? Ya ağacın, toprağın, suyun, kurdun/kuşun bilgeliği? Okunabilir onca şey varken okumayı böyle dar bir alana hapsedebilir miyiz? Kitap okumak özelinde ille de bir şey söylemek gerekirse. Okumakla bitmiyor, sonrası var. Okuduğunla ne yapacağını bilmek filan… Aksi durumda kitap okumak tehlikeli olabiliyor, okumasınlar diyeyim. Son olarak okumanın ne’liğine ilişkin düşüncemi en doğru biçimde ifade eden çok sevdiğim şu sözü de yazıp susayım. “Sürekli başka BEN’likleri dinlemekten başka nedir ki okumak”
- Siz kitaplarınızın okurla buluşması için ilginç yöntemler deniyorsunuz? Metrolara, otobüs duraklarına, katıldığınız etkinliklerde masa üstlerine imzalı kitaplar bırakıyorsunuz. Bir parkta otururken bir bakıyorsunuz yanınızda bir HUZURSUZ ÖZNE, ya da metrobüstesiniz, sizden önce birisinin unuttuğunu düşündüğünüz bir MASALINDAN GÖÇEN KUŞ sizin oturacağınız yerde duruyor. Bulan için heyecanlı bir durum. İçini açıp bakınca bu heyecan daha da artıyor, kendine hitaben bir şeyler yazılmış. Kitabınızı bulanlardan geri dönüşler aldınız mı? Neler söylediler bu durumla ilgili?
Evet, böyle bir kampanyam ya da hareketim var Kampanyanın tam adı şöyle “Depoda Çürüyeceğine Vatandaş İstifade Etsin.” Aslolan paylaşmak. Kitap dışında yapışkanlı kâğıtlara yazılmış notlar da paylaştığım oluyor. Böyle bir kâğıda sevdiğim bir şiirden, ya da şarkı sözünden bir bölüm yazıp toplu taşıma araçları, kafeler, tiyatro, sinema salonları gibi kamusal alanlarda bir kenara iliştiriyorum. Çünkü yaşadığımız gezegeni çevreleyen atmosferin duvar gibi bir şey olduğunu düşünüyorum, onu aşıp gidebilmek (normal koşullarda) mümkün değil. Her şey hayatı çevreleyen ve benim de duvar olduğunu varsaydığım o şeyin içinde yaşanıyor. Duvara fırlattığın şey çarpıp, sekip sana geliyor. İyilik, mutluluk bulmak istiyorsan o duvara bunları fırlatmak gibi basit bir iş yapmak gerekiyor. Ben de bunu yapmaya gayret ediyorum.
Kitaplarla ilgili dönüşler oluyor evet. Bir keresinde Beşiktaş/Kadıköy vapuruna bıraktığım bir kitap, Şehir Hatlarında stajyer olduğunu, Türkiye’ye okumak için geldiğini söyleyen genç bir arkadaşa denk gelmiş, o da Facebook’tan minik bir teşekkür mesajı yazmıştı. Şu âna kadar en ilginç etkileşim/geri bildirim bu.
- Usta Dilci Emin Özdemir yazma yaratma eylemini, “sözcüklerin anlam evreninde yapılan bir yolculuğa” benzetiyor. Siz nasıl tanımlıyorsunuz bu eylemi? Ya da niçin yazıyorsunuz, sizi yazmaya iten, bu yolculuğa zorlayan içinizdeki ‘Huzursuz Özne’ mi? Peki bu özneyi huzursuz eden nedir, diye sorsam.
Buna yakın bir düşüncem var benim de. Her kelime bir kavramı, anlam yükünü işaret eden bir sembol/şifre, sözcükleri seçip yan yana getirdiğinizde anlamlardan bir yapı inşa etmiş oluyorsunuz. Kelimeleri bir nevi boncuk gibi düşünebiliriz, anlam da boncukların üzerindeki delikler. Bu deliklerden, yani anlamından yakaladığın sözcükleri ipe dizme işi yazmaya/anlatmaya denk geliyor bence.
Aklı kurguyla çalışan bir çocuktum. Çocukluğumdan beri kelimelerle oynamak en sevdiğim oyundu. Tek çocuk olmanın şartları içinde kendiliğinden oluşmuş bir oyundu bu, belki de. Çünkü yalnız kalmayı, kendi kendine oyalanmayı seven bir çocuktum. Bu, bugün de pek fazla değişmiş değil.
Okumak, dinlemek, düşünmekten ibaret uzun zamanlar geçirirdim çocukken. (Dinlemek kısmını çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın büyük bölümünü istila eden Sezen oluşturur) Öyle ki herkesin bahçede parti havasında eğlendiği esnada ben gündüz gözü, ağustos sıcağında kalın perdeleri çeker, tüm günü dergiler, kitaplar, teyp ve radyo eşliğinde geçirirdim. Ne canım sıkılır ne de zerre kadar gocunurdum bundan. Ne büyük keyifti. Sanırım bu marazi durumun doğal bir sonucu olarak gelişti yazmak işi de.
Böyle bir yolculuğa zorlanmak diye bir şey söz konusu değil. İçimde bir ‘Huzursuz Özne’ olup olmadığına gelirsem, doğuştan rahatı kaçık bir yanım hep vardı. Huzursuzluk bunun tam karşılığı değilse de kusursuz konforu, rahatı sevmiyorum. Bir sinek olsun, kanat çırpıp beni rahatsız etsin isterim. Bu rahatsızlığın sonucunda da tepkisiz kalabilen biri değilim. (İlk gençlik demleri çok daha serseri mayın bir tiptim şimdilerde duruldum, duruluyorum.) Tüm bu dolmanın, kurulmanın deşarjını yazmayla sağlayabiliyorum. Bunu yapamasaydım başka deşarj sahaları bulmam gerekecekti. Yazmak biraz “gazımı alıyor” hepsi bu.
- “Çok Büyük Bahçenin Tek Ağacı” başlıklı öykü, bir solukta kendini ele vermiyor, çoğul bir okuma gerektiriyor. Sıkı bir dokusu, yoğun ve örtülü bir anlatımı, bilinemezlikler üzerine kurulmuş bir içeriği var. Sözcükler adeta bilinemezliği derinleştirmek için yeniden yoğrulmuş. Çok dikkatli okunması gerekiyor. Ben üç defa okudum. İncir ağacı ile anne arasındaki ilişki. İkisi de boynundan yaralı, her ikisi de içine bir sırrı hapsediyor. İncir ağacı yalnızlığın sembolü gibi geldi bana. Yine incir ağacını anlatırken “Bu evde yaşayabilmenin tek şartının bir sırrı gövdesine hapsetmek o bile anlamıştı. Bize sırtını dönüp bahçe duvarından aşıp, sokağa uzattığı gövdesi, tam da boyun hizasına denk gelen yerde duvarın köşesine yaslanıp, yaslandığı yerden derin bir yara almıştı. Duvarın kenarı bu yaranın oyuğuna sıkıca basılmış bir el gibi yerleşip incirin gövdesine kaynamıştı günbegün.” diyorsunuz. İncir ağacı aynı zamanda anneyi mi sembolize ediyor? Bize biraz bu öyküden söz eder misiniz?
O öykünün temel meselesi bilinmezlik. Çocuğun babayla, babanın yokluğu ve bu yokluğun meydana geliş sebebiyle ilgili soruları, bilinmezlikleri. Kendince kuruyor, bozuyor, çıkarımlarda bulunuyor ve az buçuk seziyor olan biteni. Elde ettiği sonuç hoşuna gitmeyince de yeniden karıyor kâğıtları. Konuşulmayan, dokunulmayan, hep susulan bir baba, daha doğrusu babanın yokluğu ve bu yokluğun sebebi var. Durdukça, konuşmadıkça büyüyen bir mesele olup çıkıyor. Bu bilinmezlik kurguya da yansısın istedim. Yapmaya çalıştığım buydu.
- “Kocaman bahçedeki tek ağaca karşılık, küçücük evimizin içi, büfelerin, sehpaların, aynalı konsolun üstü, pencere kenarları, girişteki taşlık saksıların içine hapsedilmiş çiçeklerle doluydu. Karanfiller, güller, ortancalar, sardunyalar, kasımpatılar, aslanpençeleri…” Yine aynı öyküden yaptım bu alıntıyı. ( Öyküden hala çıkamadım.) Bahçeye ekilip dikilebilecek çiçekler evin içine tıkıştırılmış, saksıya hapsedilmiş. Tıpkı ülkemizde kadınlara biçilen, biçilmek istenen misyon gibi. O çiçekler, içimize gömdüğümüz, yaşayıp tadını çıkaramadığımız güzellikler midir, yoksa daracık alanlara sıkışmışlığımız mı? Bu sıkışmışlık içinde her gün azar azar solarak yok olup gitmez miyiz? Ne dersiniz, içimize hapsettiğimiz çiçeklerimizi geniş bahçelerimizin her yanına ne zaman serpiştireceğiz? Yaşam alanlarımızı genişletmenin bir yolu olmalı.
Yazarken bunları düşünerek ve bunları düşündürmeyi amaçlayarak yazmadım. Bu sıkışmışlığı imlemek değildi derdim. Büyük, tek ağaç gövdeleri yerine, bir kalabalık olsun istedim fonda. Ve bu, şuna hizmet etsin diyeydi. Ağaçların büyük gövdeleri arkasına bir şeyler saklanabilir elbette ama saklanacak hikâyenin büyüklüğü, onu minik parçalara bölmeyi gerektiriyordu. Böldüğünde de saklama alanlarına ihtiyaç vardı. Saksı altları bu iş için en uygun yer diye düşündüm. Kadının dar alana hapsedilmesi göndermesi bu öykü özelinde öne çıkarmak istediğim bir şey değildi.
- Kitaptaki çok çarpıcı öykülerden biri de “Sonra” başlıklı öykü. Ölümün, öldürmenin, ensestin, intiharın, çalıp çırpmanın hepimiz için normalleşmeye başladığını, toplum olarak iflah olmaz bir yabancılaşmaya doğru hızla yol alıyoruz. Yüreğimizi ağzımıza getiren olaylara neden bu kadar doğal yaklaşıyoruz? Onları neden normalleştiriyoruz? Bu öykünün ‘Huzursuz Özne’si var mı, varsa kim?
Sonra’nın Huzursuz Öznesi yok. Öykü kişisi huzur ne bilmiyor. Huzurlu bir tek ânı yok, fakat bunu huzursuzluk diye tanımlayabileceği bir deneyimi de olmamış. Meşhur, balığın denizi bilmeme hadisesi gibi bir şeye benzetebiliriz. İçinde bulunduğumuz koşulları ilkten hafif ısıtıyorlar, biraz daha, biraz daha… derken kâh kızgın sacın üzerinde, kâh fokurdayan kazanın içinde birer birer eksiltiyoruz takvim yapraklarını ve bunu “yaşamak” sanıyoruz. Görmek, temelde “uzaklaşmayla” iliği bir mesele. Uzaklaşmak, anlamak, ayırdına varmak yerine “içinde” kalarak yabancılaşıyor, kanıksıyoruz. Kalın bir kabuk meydana geliyor, görmesi, anlamsı, ağrıması, acıması, haykırması gereken yerlerimizin etrafında. Alışmak diye bir laneti var insanın. Alışmak suistismal edilmeler silsilesinin eşiği. İçeri doğru tek bir adım yetiyor bitkisel hayata girmenize.
- “İadeli Taahhütlü” hapishanede geçen bir öykü. Öykü kişisi kadar rüyası da ilginç ve renkli. Okurken bizi gülümseten hoş fotoğraf kareleri canlanıyor gözlerimizin önünde. Öyküde rüyalara yer vermenin, öyküye ve öykü kişilerinin ruh hallerinin anlatımına nasıl bir katkısı olur? Ya da öykü- rüya ikilisi için ne dersiniz?
Buradaki rüya durumu biraz farklı, Salih o rüyayı görüyor mu uyduruyor mu belli değil. Parçalanmış bir gerçeklik algısı var. Salih anlatmak, konuşmak istiyor. Bu isteği gerçekleştirmek için olanakları da kısıtlı.
Öyküde rüyanın/rüya dilinin imkânlarından faydalanmak benim için konforlu bir yazma deneyimi oldu/oluyor. O yapı üretmeye, çoğaltmaya çok müsait. Rüya kadar sınırsız anlatı olanakları. Bunun yanı sıra flu bir fon ouşturma imkânı da çok cazip geliyor bana. Yarı saydam bir örtünün ardında meydana gelen kıpırtıları, oradan birer ikişer koparıp hikâyenin toprağına yerleştirme, birbiri ardına akan ve birbirini tamamlayan bir demet görüntüye dönüştürme süreçleri rüyanın kendisi kadar tılsımlı bir iş.
- “İliştirme” ve “Plaza” adlı öykülerin kahramanları, ‘Huzursuz Özne’leri, kentten kaçıp kırsala sığınıyorlar. Mutlular olup olmadıklarını, öyküleri okuyunca görecek okurlar. Bizi kentlerde sıkıştıran ve oralardan kaçmaya zorlayan nedir? Kaçmak bir çözüm mü? Kalarak çözüm üretilemez mi? Kırsalda da sıkışırsak nereye kaçacağız? Bu özne nerede huzur bulacak? Ya da huzurlu yaşayabilmesi için onun neler yapması gerekir?
Bu öykü benim kişisel deneyimlerimden izler taşımakta. Şehir yaşamı, tıklım tıkış otobüsler, trenler, metrolar, beton bloklar, penceresiz plaza ofisleri… Oturup hesap ettiğinde, hayatın devamlılığına zerre katkısı olmayan, sen orada, o üretimi yapmsan da dünyada bir saman çöpü nispetinde eksiklik meydana getirmeyecek işler için, sırtında “ACİL” yüküyle oradan oraya koşturken telef olduğun zamanlar tamı tamına bir ömre denk geliyor. Keyfince geçirecek bir on dakika bulamadığın, çantanda bekleyen ve okumak için deli olduğun kitaptan bir paragraf okumak için gereken zaman ve enerjiyi sünger gibi emen o ortamlar. Buralarda o kadar yoğun zamanlar ve uzun yıllar geçirdim ki bir yerden sonra kurgularıma da yansıdı. Ve çok fazla paydaşı olan bir mağduriyet bu. İlaveten, bir de benim kişisel pencere tutkum var tabii. Bir caddeye ya da doğa manzarasına açılan pencerenin önünde saatlerce durabilirim.
Mesele, çözüm üretmek/üretememek, gitmek/kalmak meselesi değil esasen. Problemin-çözümün-gitmenin-kalmanın ve daha başka bir sürü şeyin anlamını yitirmesi, gözden düşmesi.
Dünyanın ve yaşamın değişen adetleri bir noktadan sonra o denli abuklaşıyor ki gözle görünmez bir telaşı, mahkumun prangası gibi ayağına geçirmiş, elindeki kahve bardağının ağızlığını eme eme oradan oraya koşuşturan tiplerin görüntüleri, bir aynanın içinede akıp gidiyor. Mütemadiyen aynı hal. Hayat kocaman bir meme, insan da doymak hazzından ibaret bir varlıkmış gibi distopik bir kurguyu, rutin hayatın içinde kanlı canlı yaşayan öznelere dönüşüyoruz. Bunun hakkında kafa yormaya başladığında aklını oynatacak denli korkunç görüntüler sökün ediyor önüne. Tam da bu anda bir imdat çığlığı, kurtuluşa ilişkin bir umut olup çıkıyor hayatın nüvesine dair “şeyler” Bunlar da en nihayeti toprak, su, hava, dağ, taş, deniz kadar minimum ve alternatifsiz seçenekler oluyor.
İnsandan kasıt öznenin huzuru bulması bana çok da matah bir şey gibi gelmiyor. Yok ille de huzur diyorsa ya düşünmekten ya akıldan cayacak. Bu iki ucu dikenli değneği elinde tutmakta ısrar ediyorsan da huzurunda bir miktar hasarı, zaman zaman yıkımı göze alman gerekecek.
- Yaban İncir’i ; savaşa, ölüme, öldürmeye, düşman/insana yöneltiyor okurun dikkatini. Okuru ezberini bozmaya çağırıyor desem, yeridir. Anlatıcının, öykünün içeriğini de sırtlayan şu cümlesi yeterince sarsıcı, duyarlı bir insan için. “Düşmanın bu kadar insana benzediğini hiç düşünmemiştim.” Ne dersiniz? “Düşman da kırmızı mı kanar yaralanınca?”
Büyük büyük işaret parmakları var. Adına seçilmiş, iktidar, muktedir, yönetici… ne dersek diyelim aynı kapıya çıkıyor. Devasa birer işaret parmağından ibaret hepsi. Elde ettikleri o muazzam gücü (senin hür iradenin şeffaf kutulara yansıması diye fiyakalı bir de tanımı var, bu ezici gücün vücuda gelmesinin) korumanın yegane yolu, “irade sahiplerinin” omuzlarına binmek. Bu sana yük gelmesin, imtiyazların pay edilişine, hakkının gasp edilişine ses etme, bir noktadan sonra silkelenip sırtındaki o yükü al aşağı etme diye oyalanacak mevzular icat ediyorlar senin için. Bunun en kestirme yolu da yan yana, omuz omuza durması gereken, aynı gemide olan ve olmaya mahkumları bölüp, karşı karışya getirip, birbirne krdırmak, düşman etmek. Bu kargaşanın gölgesinde, saltanatını sağlama almak.
O devasa işaret parmaklarının gösterdiği, yine parmak sahibine ait dille tanımlanmış bir ezberin içine doğuyorsun. Kavramları, anlamları öylesine çekip,esnetip, eğip, büküyorlar ki neden sonra, kavramından soyunca elinde kalan anlama baktığında “nasıl ya” hayretine çarpıp parça parça oluyorsun. Düşman diye işaret edilenin sana benzeyen yanlarını keşfetmek kendi eline, koluna, bacağına dokunup bu uzuvlarını hissetmeye benziyor.
Akan kanın, yiten canın, sündürülüp onlarca yıla yayılmış acının, kabuk tutmayı unutmuş sayısız yaranın sonunda “düşmanın da” kanının kırmızı aktığı bilgisine erişiyorsun. Onca bedel, bu kadar basit ve hatta rezil farkındalık için ödeniyor. İşin acı tarafı bireysel aydınlanma da bir işe yaramıyor. İş ki bu farkındalığa aynı anda ve hep birlikte varabilelim. Yegâne kurtuluş imkânı bu eş zamanlı farkındalık anına muhtaç. Ve maalesef git gide uzaklaşan bir ihtimal. O devasa işaret parmağının hareketleriyle perdeye düşen gölgenin ihtişamı görme yetimizi işlevsiz kılmakta. Parmak sahibinin kurduğu oyunun piyonlarından başka bir şey değiliz. Yine onun bulduğu kavram ve sloganları karşılıklı birbirimize sesleyip duruyoruz.
- Eşofman, şort, saç, sakalsızlık tahrik unsuru olur da kırmızı ruj olmaz mı? Tahrik indirimi için belki de en uygun araç kırmızı ruj. Kitaptaki son öyküden hareketle size şunu sormak istiyorum, kadın bedeni üzerinden yükselen bu çığırtkanlığa en az kadınlar kadar, insan/erkeklerin de karşı çıkması gerekmez mi? Sonuçta bu saçma sapan düşünceleri öne sürenler bütün erkekler adına konuşur gibi kuruyorlar dillerini.
Cinsiyetler arası bir iktidar savaşı söz konusu olan. Hal böyleyken erkek/insan buna niye karşı çıksın ki? Bindiği dalı kesmek olmaz mı bu? Erkek/insanın pastası duruyorken, karnın doyması talebi hatta arsızlığı… hem yerdiği (tahrik unsuru sayılan) hallerle bir takım güdülerini tatmin edecek hem de bu tatmin işi suç sınırlarına denk geldiğinde, obur iştahını üstümüze kusup kurtulacak. “Kırmızı Ruj” ve türevi “tahrik usurlarını” sonuna kadar tüketip hazzın doruklarına çıktıktan sonra, yere çakılma tehlikesine karşı güvenli ve konforlu iniş imkânı da kanunlar tarfından garanti ediliyorsa, bu güzel icraatlarına devam etmesinde de ne etsin o, erkek?
- Okurlarınıza yeni müjdeler verecek misiniz? Çalışma masanızda ne var bu aralar?
Çalışma masamda ve daha ziyade kafamda sürekli bir şeyler var. Buradaki “Müjde” lafı da bana çok büyük geldi. Bu müjdeyi bekleyen bir tek kişinin varlığından emin olsam bu benim konstrasyonumda epey hasar oluştururdu. Henüz bu denli tekamülünü tamamlamış bir ruha sahip değilim ve bu beni korkutuyor. Şimdilik muradım, aklımda taşıdıklarımı yazıya dökecek denli olgunluğa eriştirip yazabileyim ve yazılan bu şeyler de yazıldığına değer olsun. Gün gelip yazdığım karşıma dikilip beni utandırmasın bütün gayretim ve dikkatim buna yönelik.
- Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
İlginizden ötürü ben teşekkür ederim.
Mart 2018 - 40.sayı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder