1 Ağustos 2018 Çarşamba

ALPER KAYA İLE SÖYLEŞİ

Alper KAYA : “Bir gün keşke 27 saat olsa.”


SÖYLEŞİ: MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ
Genç ve üretken bir yazar Alper Kaya. Bugüne kadar altı romanı yayımlandı, altı kolektif kitapta yer aldı. Yazarla Kasım 2017’de Oğlak Yayınları’ndan çıkan son romanı “Bütün Kuralları Yık!” ve polisiye üzerine konuştuk.
Son Gemi okurları seni dergide yayımlanan öykülerin ve dergi için hazırladığın kapak tasarımlarından tanıyor. Bu yeterli bir tanışıklık değil, diye düşünüyorum. Okurlarımız için kendini tanıtır mısın?
Evet, Ayşegül’le Haydarpaşa Kitap Fuarı’nda tanıştıktan sonra derginin kapaklarına da naçizane bazı çalışmalar yapmaya başladım. Sorunuza gelecek olursam; 1990 yılında Ankara’da doğdum. İlk romanım “08.00” 2011 yılında yayımlandı, sonrası 2014’ten itibaren geldi. Ağırlıklı olarak polisiye türünde yazıyorum. Aynı zamanda Evrensel Gazetesi’nde her cumartesi futbol yazılarım yayımlanıyor.
Çok genç bir yazarsın. Ortalama bir hesap yaptığımızda seçkiler hariç dört yaşa bir kitap düşüyor yaşamında. Seni kutluyorum. Bu başarının formülü nedir? Sen bir günü kaç saat yaşıyorsun?
Çok teşekkürler! Evet, ortalama olarak dört yaşa bir kitap diyebiliriz, tam olmasa da. Ancak bunun bir başarı olduğunu pek de düşünmüyorum. Çünkü ben hikâyelerim oldukça, yazıyorum. “Bir gün keşke 27 saat olsa” diye hayıflandığım nicedir…
Bütün Kuralları Yık! Adlı romanın yayımlanmasının üzerinden oldukça az bir zaman geçmesine rağmen kendini ispatladı. Birçok okuma ve öneri listesinde yer aldı. Kutluyoruz, yolu açık olsun. Bu kitapla ilgili sorularımıza geçmeden önce diğer kitaplarından da biraz söz eder misin?“Valiz”de ne var mesela,”Tanrı Misafiri” kim, “Kaçak” nelerden kaçıyor, “Yüzüncü Haber” nedir, “08.00” da ne olacak? Ve tabii, öykü seçkileri.
Kronolojik sırayla gidelim dilerseniz…
08.00’da, bir bardaki altı kişinin dört saatlik bir zaman diliminde geçen, Rus ruleti oynayarak tanışma hikâyesini anlatmıştım. Valiz ise, dedesinin ölümünden sonra onun kaldığı huzurevinden dedesinin valizini alan bir gencin Kore Savaşı ve Kıbrıs Harekatı’nda yer alıp da o bölgeden insanlarla evlenen askerlerin öykülerini araştırmasının hikâyesiydi.
Kaçak, Yüzüncü Haber ve Tanrı Misafiri ise; Komiser Tahsin Serisi’nin ilk üç kitabı. Kaçak, bilimkurgu polisiyesi olarak tabir edilebilecek bir türde. LucidDreaming kavramının bir deney ile işlendiği apartmanın sakinlerinin, kendilerine tuzak kurduğunu düşündükleri kişiyi yakalamaya çalışmalarını ele alıyor.
Yüzüncü Haber ise, bir gazeteci cinayetini anlatıyor ve pek tabii ki, Türkiye’de öldürülmüş basın emekçilerine ithaf edilmiş bir eser. Tanrı Misafiri ise, evsizleri öldüren bir katilin hikâyesi…
Bütün Kuralları Yık!’a baktığımızda, anlatımın çok iyi olduğunu görüyoruz. Sade, açık, akıcı. Dili güzel örüyorsun. Kitabın kurgusu, geçişleri, olaylar arası bağlantılar da çok sağlam. Kutlarım. Günümüzde mafya -bürokrasi ilişkisi de olsa olsa bir polisiye içinde anlatılabilir sanırım. Ayrıca kitabını kurgu bir roman gibi değil, gerçeğin ta kendisi diye okudum. Biraz söz eder misin Bütün Kuralları Yık!’tan?
Mafya bürokrasi ilişkisinden tutun da, namus cinayetlerinden pedofiliye dek pek çok konu da polisiyenin alanına girer bence. Burada bir kısıtlama olacaksa, ancak yazanın ufkundaki kısıtlamadandır.
Bütün Kuralları Yık!’a gelecek olursak; roman bir kiralık katilin kendisine tuzak kuranları yakalamaya çalışmasının anlatısı.
Kitabı okurken “ Olay nasıl sonuçlanacak?” diye merak etmedim hiç.” Yazar, başka hangi göndermeleri yapacak?” merakının ardına takıldım. Bizi olay okuyucusu olmaktan kurtaran, alt metinlere odaklayan bir kitap Bütün Kuralları Yık!. Ayrıntılar kaba olayın önüne geçiyor, dolayısıyla da ergen bir okur olmamızı önlüyor. Bu bilinçli bir tercih mi, diye sorayım.
Tabii ki de bilinçli. Zira, polisiyede de diğer türlerde de alt hikâyelerin çeşitliliği ve güçlü oluşu ana hikâyeyi besleyen bir olgu diye düşünüyorum. Şimdiye dek böyle ilerlemeye çalıştım, kalemim elverdikçe de bu yoldan devam etmeyi planlıyorum.
Romanın baş kişisi Nazım sanatla uğraşan bir adam.  Sanatın görevi insanda estetik beğeni geliştirmek, ondaki vahşi- yabanıl yanları törpüleyerek duygularını inceltmek değil midir? Oysa Nazım gözünü kırpmadan adam öldürüyor. Müziği sadece iş olarak görüyor. Sanki o, sanattan değil, öldürmekten zevk alıyor. Öldürdükçe rahatlıyor. Kan dökme bağımlısı sanki.
Josef Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı romanda  kahramanı Kurtz’u anımsattı bana. Kurtz  fildişi ticareti yapan şirketi tarafından ormanın en iç bölgesindeki şubesine gönderilir. Kahraman orada kendini yeşil, yabanıl bir yalnızlığın içinde bulur. Çevresi vahşi denebilecek insanlarla doludur. Kuntz’un görevi,  gönderildiği yerden fildişi toplayıp şirketine göndermek ve gittiği yerdeki birbirlerinin etiyle beslenen vahşi insanların yabanıl alışkanlıklarını kırıp  onların yüreklerine uygarlığın tohumlarını ekmektir. Vahşilere uygarlık taşımakla görevlendirilen Kurtz önce adam öldürmeye, sonra da bundan büyük bir zevk almaya başlar, adeta kan dökme bağımlısı olur. Öyle ki öldürdüğü kişilerin kellelerini  kestirip direklerin tepesine geçirerek evinin çevresine, yolların kıyısına diktirir bu direkleri.
Bütün Kuralları Yık!’ı okurken Nazım’ı Kurtz’a benzettim öldürme konusunda. Nazım neyin peşinde? Paranın mı, egonun mu, geçmişin hesabını görmenin mi? Onu adam öldürmeye yönlendiren temel etmen ne, diye sormadan edemedim sana Nazım’ın yaratıcısı olarak.
Katillerin içgüdüleri, insanoğlunun asırlardır çözmekte zorlandığı bir muamma. “Nazım neyin peşinde?” sorusunun tek bir cevabı yok. Temele inecek olursak yola çıkış sebebi, kendi hayatını kurtarmak. Bir süre sonra kendi hayatını kurtarmayı, bildiği tek çözüm olan cinayetle eşleştiriyor kendi aklınca.
Emin Özdemir’e göre insan duygular, düşler, düşlemler yumağıdır. Romancının görevi de bu yumağı yarattığı karakterin dünyasına dönüştürmedir. “Bir romanı, öyküyü okurken karakterin gözünden bakarız dünyaya; olayları, olguları onun algılama kalıpları içinde yaşarız. Romancıların öykücülerin yaratılarında karakteri öne çıkarmasının nedeni de budur.” der.
Biz de Bütün Kuralları Yık!’ı okurken Nazım’ın gözüyle bakıyoruz. Hatta onunla özdeşleşip galip gelmesini istiyoruz. Oysa o bir katil ve bizim, onun yaptıklarını onaylamamamız gerekir.
Sen ne dersin bu ikileme?
Bu ikilem, bana da Bütün Kuralları Yık! hakkında en çok gelen yorumlardan birisi. Bu, benim için de şu sorunun cevabı oldu: Yazarken sevdiğin bir karakteri, o karakter ne kadar kötü bir figür olsa da, okuyucu sever mi?
Sanırım bu soru, sizin sorunuzun da cevabı oldu.
Kızıl Darı Tarlaları’nın yazarı Mo Yan “ Bir yazar kendi toplumundaki haksızlıkları, çirkinlikleri ve karanlık yanları, insan doğasının kötülüklerini eleştirmelidir.” der. Bütün Kuralları Yık!’ta karşılaştığımız olaylar toplum olarak hiç de yabancı olmadığımız durumlardır. Sen de böyle bir amaçla mı yazdın kitabını?
Amaç, demeyelim de; yıllar sonra dönüp bakıldığında yazıldığı dönem için bir derdi ifade eden metinlerin kutsallığına bir saygı duruşu diyelim. Yazarın bir derdi olmalı. Bu dert de, içinde bulunduğu toplumdan çok da uzak olmamalı. Aksi taktirde, yazdığı metin okuyucuda net bir karşılık bulamaz. Bu benim kendi okuma tercihlerimi de belirleyen bir düstur olduğu için, yazarken akışı da belirliyor.
Mo Yan’ın kitabından söz etmişken, romanda köpekler insan ölülerini, insanlarsa köpekleri öldürüp yemek için saldırıyorlar birbirine. Açlık eyleme dönüşüyor yani. Eylemin temelinde ise hayatta kalabilmek var. Senin romanında da benzer bir durum söz konusu. “Hayatta kalabilmek için öldür.” Bu polisiyenin temel izleği mi?
Temeli olduğunu iddia etmek zor. Çünkü keyif için öldüren katil figürleri de var, Nazım’ın romandaki hikâyesinden önceki hayatında olduğu gibi profesyonel bir meslek olarak insan öldürmeyi tercih eden karakterler de var. Yahut tamamen intikam güdüsüyle hareket eden katiller de var…
Bu sorunun net cevabı bilinse, bence gerçek hayattaki cinayetlerin de çözümüne yaklaşılır.
Cervantes, Don Kişot’un önsözünde “ Don Kişot’un babası gibi görünsem de üvey babası sayılırım.” der. Bu sözle, eserinin başka yapıtlardan izler taşıdığını anlatmak istediğini düşünürüm ben. Yine Carlos Fauntes “Bu dünyada babasız bir kitap, öksüz bir cilt var mıdır? Başka kitapların soyundan gelmemiş bir kitap? İnsanlığın yazınsal imgeleminin o ulu soyağacının bir dalı olmayan tek bir kitap sayfası var mıdır?” diye sorar.
Genelde polisiyenin, özelde senin kitaplarının soy kütüğünde kimler var?
Polisiyenin soy kütüğünde pek çok isim var tabii ki. Edgar Allan Poe’dan, Arthur Conan Doyle’a ve Agatha Christie’ye değin pek çok usta kalemi sayabiliriz. Özele gelecek olursak, Peyami Safa’nın Server Bedi mahlasıyla yazdığı Cingöz Recai serisi, benim okuduğum ilk polisiye eserlerdendir. Güncel dönemde ise Celil Oker’i karakter, Çağatay Yaşmut’u ise mekân yaratımı konusunda büyük bir gıptayla takip ettiğimi söylemezsem çok ayıp olur.
Çok satanlar listelerine baktığımızda, okurun tensel, tinsel tutkularını kamçılayan, onlarda erotik imgeler uyandıran, okudukça uyuşturucu etkisinde bağımlılık yapan yığın romanları var. Polisiye de gördüğüm kadarıyla bağımlılık yapan bir roman türü. Onun da fanatik bir okur kitlesi var. İki roman türünü biçim, söylem, kurgu, roman kişileri, içerik ve okur kitlesi açılarından karşılaştırırsak polisiyeyi daha nitelikli kılan nedir sence?
Aslında cevap sorunun da içinde gizli bence: Yazılma amacı. Bir çamaşır suyunu koyu renkli çamaşırlar için üretmişseniz, koyu renkli çamaşırlar içindir. Eğip bükülecek pek bir şey yok.
Kuramcıları dinlediğimizde,  yazar kendi okurunu arar, diyen de var, yaratır diyen de. Senin okurla nasıl bir ilişkin var? Kim kimi yaratıyor?
Eğer okur önemli olmasaydı, yahut sorudan hareketle benim yaratabildiğim bir meta olsaydı; kitaplarımı sadece yazıcıdan çıktı alıp evde rafa koyabilirdim. Oysa, okuru aramak, esasen yazarın da değil kitabın misyonudur. Şiiri ele alalım; yazıldıktan sonra o artık şairin olmaz. Okurundur. Okur ne anlıyorsa, şiir de odur. Ötesi değil. Roman için de benzeri bir yakıştırma yapabiliriz.
 Son Gemi söyleşileri için klasikleşen bir sorumuz var. Yazarlarımızdan da okurlarına bir soru sormalarını istiyoruz. Sen okuruna ne sormak istersin?
“Çok satanlar değil de, çok satması gerekenler rafları tam olarak kaç yüzyıl sonra kıymete biner bu edebiyat ortamında?”
Hatta, “Yılın seviyesini düşürebilmek için okur bu denklemde tam olarak nereye düşmelidir?”
Zira bu iki soru birbirini beslemezse, verdikleri cevaplar da havada kalacaktır.
Bize zaman ayırdığın için teşekkür ederiz. Yolun açık olsun. Aman ha, kuralları esnetmek yok.
Ben teşekkür ederim! Fizik kurallarından hareketle, yıkılan şeylerin esnemeye pek de mecalleri kalmaz zannımca.


Şubat - 2018 (39.Sayı)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder