3 Eylül 2018 Pazartesi

HANDAN GÖKÇEK'LE SÖYLEŞİ


Handan Gökçek; “Bazen susmak için yazılır, bazen haykırmak, bazen kendine dokunmak bazen de elinin eremeyeceği yerlere uzanmak için…”



Söyleşi: Münire Çalışkan Tuğ

Bu ayki söyleşi konuğumuz Handan Gökçek. Yazma serüvenini, “Okuru rahatsız etmek için yazıyorum, soru sormak için yazıyorum, susmak için yazıyorum. Bazen kaçmak için bazen de sığınmak için yazıyorum.  Yazmak hayatla ölüm arasındaki fısıldama, bir kordon bağı, eşsiz bir titreşim. Öyle bir ritim ki hiç durmuyor.” cümleleri ile anlatan Handan Gökçek’e edebiyatımıza kattığı değer ve sorularımıza verdiği içten yanıtlar için teşekkür ederiz.
Son Gemi okurları sizi yakından tanıyor, dergimizde yayımlanan “Boş Sayfa” adlı öykünüz Antoloji-2’de de yer aldı. Eminim romanlarınızı ve öykülerinizi okuyanlar da az değildir. Yine de okurlarımızın sizi daha yakından tanıması için kendinizden söz eder misiniz? Kimdir Handan Gökçek?
Aslında en zor bahsettiğim şey “kendim” oldum her zaman. İzmir doğumluyum ama kendimi bütün şehirlere, köylere, yeryüzündeki her toprak parçasına ait hissediyorum. İlkokul yıllarından beri kitap hayatımda hep oldu. Süreyya Evren’in dediği gibi “Öyle güzel bir şey ki okumak, yazmamak mümkün değil”. İlk başlarda ben de birçok insan gibi şiir yazıyordum. Bir gün sevgili Dinçer Sezgin’e yazdığım şiirleri okuttum. Bana şunu söyledi “Sen şiir değil, öykü yazıyorsun. Öyküyü dene.” Bu cümle benim hayatımda çok şeyin değişmesine sebep oldu aslında. Önce öyküye, oradan romana, tiyatro oyununa, çocuk edebiyatına, senaryoya… Sanırım yazı ile alakalı her tür benim için gidilmesi gereken bir ada ve yaşanması gereken bir macera…
Yazmak bir parça zorunluluk benim için, bazen durup sorarım kendime “Neden yazıyorum?” bunun “Çünkü…” diye başlayan birçok cevabı var aslında. Okuru rahatsız etmek için yazıyorum, soru sormak için yazıyorum, susmak için yazıyorum. Sartre’nin dediği gibi “Kendimle karşılaşmak, kendi öznelliğime dokunmak için yazıyorum çünkü yarattığım nesne elimin eremeyeceği yerde.” Bazen kaçmak için bazen de sığınmak için yazıyorum.  Yazmak hayatla ölüm arasındaki fısıldama, bir kordon bağı, eşsiz bir titreşim. Öyle bir ritim ki hiç durmuyor. Yeni bir metin yazmaya başladığımda hep o son noktayı koyduğumda hissedeceğim eşsiz tatmini düşünüyorum. Sanırım ben biraz da o son noktanın bağımlısıyım. İçimdeki yalnız sokaklarda dolaşmak, hiç tanımadığım başka bir ‘ben’le karşılaşmak, kalemimi farklı bir boyuta taşıyor sanki. Yazmak yalnız kendimi değil, yaşamı, dünyayı, duyguları yeniden keşfetmek benim için. Her metinde bambaşka bir dünyanın içinde buluyorum kendimi. Gördüklerim, duyduklarım, hissettiklerim, bildiklerim hepsi bir araya geliyor ve yeni karakterler yeni dünyalar yaratıyor. Ve ben o dünyanın içinden geçiyorum, geçerken de gördüklerimi yazıyorum.

Eserlerinizi severek, beğenerek okudum. Sizin yazın dünyanızla bugüne kadar tanışmamış olanlar için eserlerinizden biraz söz etmenizi istesem…
Çok teşekkür ederim. Öykü ile başladım yazmaya. “Düş Hırsızı” ve “Sır Dökümü” adlı iki öykü kitabından sonra “Ah Mana Mu” adlı romanım geldi. Geçtiğimiz günlerde “Katre” adlı bir öykü kitabım daha yayımlandı. Öykülerde daha çok bireyin içsel sorunları, toplumdan bireye yansıyan meseleler üzerinde duruyorum. “Ah Mana Mu,” 1924 Nüfus mübadelesi üzerine çalıştığım ve aynı zamanda büyükannemin hikayesi olan bir roman. “Elenika”, “Sır Dökümü” adlı öykü kitabımda üç sayfalık kısa bir metindi. Onu yazdıktan sonra Elenika’nın ruh halinden çıkamadım. Sanırım beş yıl kadar büyüttüm içimde. O aklımdayken “Ah Mana Mu” yayımlandı, bir çocuk kitabı yazdım, bir oyunum sahnelendi, ama Elenika bırakmadı peşimi… Sonunda onu bir roman olarak çalışmaya başladım. 6-7 Eylül olayları dönemi ve bir kantocunun yaşam hikâyesi. “Ve Yokmuş” ise bir görüntünün romanı. Ne zaman lüks bir otelin önünden geçsem kapıda duran, kurşun askerlere benzeyen adam dikkatimi çekerdi. Yanı başında dönen bir kapı, önünde hızla akan bir dünya ve bütün bu hareketin tam ortasında duran bir adam… O adamın hayatına girmek istedim. Kahramanım Bilgin, istediği gibi başlamayan hayatını, istediği kahramanlarla ve hikâyelerle sürdürüyor. 12 Eylül darbesinin iç dünyasında yarattığı yıkım, Bilgin’in yaşamını şekillendiriyor. Mesai saatleri lüks bir otelin döner kapısı önünde geçen Bilgin, gözleri önünden akan dünyayı hayallerinde dönüştürüyor. “Piri Reis” ve Charlie” on iki yaş üstü kurgusal biyografik iki roman. “Minik Yağmur Damlasının Maceraları” ve “Gökyüzü Perileri Yeryüzü Çocukları” yedi yaş üstü iki çocuk kitabı…
               
“Ah Mana Mu” sizin de belirttiğiniz gibi bir mübadele romanı, biraz da aile tarihi deyip daha fazla ayrıntı için sözü tekrar size bıraksam…
Dünyada bugüne kadar karşılaşılmamış bir uygulamayla iki toplum birbirinden ayrılıyor, insanlar nesiller boyu yaşadığı topraklardan koparılıyor, aileler parçalanıyor… Ve adına mübadele denen olgu başlıyor. Bu süreç ve sonuçları hem Yunan devletinden göç eden Türkler için hem de Türkiye’den göç eden Yunanlar için travmatik bir kırılma noktasıdır. Benim hem anne tarafım hem de baba tarafım bu göçü yaşadı ve bu acılı göçün izleri hala sürüyor. Babaannemin hikâyesinden yola çıkarak kaleme aldığım bu romanda, yol, din, anne, mübadele metaforları üzerinden çalıştım. Benim için bu roman beş yıl süren güzel bir yol ve ağır bir yüktü. İki yıl yalnızca araştırma yaptım. 1919 ve 1924 yıllarında Yunanistan ve Türkiye’nin ekonomik siyası yapısı, mimarisi, bitki örtüsü, geçim kaynakları. Sonra Lozan Barış Antlaşması süreci, maddeleri, mübadelenin uygulama şekli üzerine çeşitli sempozyum dosyaları ve araştırma kitapları okudum. Romanı yazma süreci boyunca da mübadelenin Türk ve Yunan edebiyatına nasıl yansıdığına dair kitapları ve o dönemi anlatan her iki ülke yazarlarına ait ürünleri inceledim.
Fransız düşünür Jules Soury’yi (Jul Sori) bir gün yolda görmüşler. Karşılaştıklarına “Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım. Bana masal verin, bana masal verin, masalsız yaşayamıyorum.” diyormuş. Çıldırdığını düşünmüşler onu görenler. Kim bilir belki de kendine yeni bir masal bulduğunda çıldırmaktan kurtulmuştur.
Siz roman ve öykülerinizde insanın içine bıçak gibi işleyen gerçekleri, kendi bakışınızla yeniden kurgulayarak anlattınız.  Masallarını, ninnilerini yitiren, geçmişinden koparılan, onlara yeni yaşamlar dayatılan insanlar kendilerine yeni masallar bulabildiler mi, yoksa hep ayrıksı mı kaldılar? Örneğin mübadiller gittikleri ya da geldikleri yere kök salabildiler mi?
Birinci kuşak mübadiller için belki bu çok zor oldu ama şu an ben üçüncü kuşak bir mübadil olarak yaşadığım toprağa kök salmış hissediyorum. Benim vatanım Türkiye ve ülkemi yaşadığı tüm zorluklara, acılara, haksızlıklara rağmen seviyorum. Bu topraklarda doğan herkes kendini kendi hikâyesinin içinde buluyor çünkü. Bir gün buralardan sökülüp başka topraklara gitmek zorunda kalırsak bu bizim için elbette çok zor, hatta “ölüm gibi” bir şey olacak ama çocuklarım, onların çocukları, onların da çocukları yeni topraklardaki yeni yeni hikâyeler içinde bulacaklardır kendilerini. Dünya dediğimiz yer milyonlarca küçük hikâyenin bir araya geldiği kocaman bir romandan başka nedir ki? Yeni hikayeler hep olacak…
Romanı okuyalı neredeyse üç yıl oldu. Yakın çevremdeki pek çok kişiye, özellikle de mübadillere önerdim, okuttum. Romandaki bir sahne gözümün önünden gitmiyor. Annenin, gemiden inerken çocuklarını kaybetmemek için kendine iple bağladığı bölüm bir fotoğraf karesi gibi çakılı kaldı hafızamda. Siz anlatılarınızda beş duyunun işlevini çok iyi yansıtıyorsunuz. Neden önemlidir anlatıda beş duyu?
Yazar birbirine hem çok benzeyen hem de birbirinden farklı iki gerçeklik içinde yaşar. Yaşamsal gerçeklik her zaman kurgusal gerçekliği besler. Bizler yaşamsal gerçeklik içinde beş duyumuzla algılıyoruz dünyayı ve zihnimiz bütün algıladıklarımızı kaydediyor buna da deneyim, hatıra, anı diyoruz. Dolayısıyla roman kahramanlarımız da kurguladığımız dünyanın kuralları içinde beş duyuları ile “var” olacaklardır. Hikâyeyi gerçek bir zemine oturtmak ve okuru kurguladığınız gerçekliğe ikna etmek için beş duyu kullanımı bence en önemli unsurlardan biridir.

“Sır Dökümü” adlı kitabınızda üç sayfalık bir öykü iken peşinizi bir türlü bırakmayan ve sonradan kendini roman olarak yazdıran “Elenika”. Ülkemizde yaşanan, aslında çok da işlenmeyen, hafızalardan silinmeyen bir tarihsel süreci, 6-7 Eylül olaylarını temel alan ama hep tetikte olduğumuz anların tercümanı Elenika. Söz yine sizde.
“Elenika”, 1955 yılıyla günümüz arasında köprü kurmuş bir yapıt. Yaşadığımız günleri daha iyi anlayabilmek, etnik farklılıklara, çatışmalara daha yansız bakabilmek için bu tür bağlantılara gereksinimimiz var. Unuttuğumuz, belleklerimizin bir köşesine ittiğimiz utanılası zaman dilimlerinin gün yüzüne çıkmasına da…
Bir zamanlar birlikte yaşadığımız insanlar şimdi neredeler?
Hangi milliyetçi (!) vatansever ruhla kovaladık onları, direnip de kalanların hayatlarını nasıl altüst ettik?
Gidenlerin bıraktığı boşluğu nasıl doldurduk ya da dolduramadık?
Yeri geldiğinde övündüğümüz o mozaiğin un ufak edilmiş parçaları nerelerde gömülü?
Bu düşünceler, bu sorular Elenika’yı yazmamdaki en büyük sebeplerden biri. Ayrıca kaybolmaya yüz tutmuş bir müzik türü olan “kanto”nun ve dönemin kantocularının hikâyesi olarak da bakılabilir bu romana.
                               
Üçüncü romanınız “Ve Yokmuş” yine bir tarihsel dönemi anlatıyor. 70’li yıllar, 12 Eylül Askeri Darbesi ve 90’lar. Kitaplarınızda bu tarihsel dönemleri konu olarak seçmenizin özel bir nedeni var mı? Yazar olarak tarihe tanıklık etmek, yaşananları bilince çıkarmak mı istiyorsunuz?
“Ve Yokmuş”ta, günümüzün nevrotik, tedirgin insanını Bilgin karakteri üzerinden anlatmaya çalıştım. Bilgin’in çocukluğu 12 Eylül dönemine rastlar ve yaşamının bir bölümü bir hücrede geçer. Sonrası asosyal bir adamın var olma çabası…
Doğmak tesadüflere bağlıdır, başkalarının koyduğu bir isim altında yaşam sürer. Yazmak kendini kanıtladığı anda önce haritadaki sınırlar silinir, sonra diller ve en son dinler. Geriye kalana bakılır; “insan” O insanın gözlerinden görülür dünya, aşk, savaş, barış, ayrılık ve insani olan her duygu… Bazen susmak için yazılır, bazen haykırmak, bazen kendine dokunmak bazen de elinin eremeyeceği yerlere uzanmak… Arka sokaklar keşfedilir, içsel sokaklar. Yük ve yoldur yazmak…. Çoğu zaman bir metnin sonuna koyulan o son noktanın hazzıdır. Dolayısıyla bir mesaj vermek için yazmıyorum, her şeyden önce kendim için yazıyorum, kendimle konuşuyorum…
Yazar olarak elbette bir parça tarihe tanıklık etmek ve gelecek kuşaklara yaşananları aktarmak ve bir kişinin dahi olsa bakış açısına bir katkıda bulunmak da güzel bir duygu benim için…
Kızıl Darı Tarlaları’nın yazarı Mo Yan “Bir yazar kendi toplumundaki haksızlıkları, çirkinlikleri ve karanlık yanları, insan doğasının kötülüklerini eleştirmelidir.” der. Siz de böyle bir amaçla mı yazıyorsunuz?
Yaşadığımız ülkenin topraklarına, yaşadığımız dünyanın geçmişine dönüp bakmak önemli bir tavır. Benim için belki tam olarak eleştirmek değil de hatırlatmak diyebiliriz. Santayana’nın dediği gibi “Geçmişini unutanlar, onu bir daha yaşamak zorunda kalabilirler.”
               
Öykülerinize gelince, “Katre”de ağırlıklı olarak kadın öykülerine yer veriyorsunuz. Sevgisizlik, yalnızlaşma, aile içi ve dışı fiziksel ve ruhsal şiddet, baskı, çocukluk travmaları, öteki olma durumu gibi, kadınların çok yakından tanık oldukları, yaşadıkları sorunlar. Nasıl dönütler aldınız bu kitabınızla ilgili. Sevdi mi kadınlar Katre’yi?
Henüz çok yeni olmasına rağmen güzel dönütler alıyorum. Söylemeye korktuğumuz, paylaşmaya çekindiğimiz, dillendirmekten rahatsızlık duyacağımız birçok durumun öyküleri var çünkü bu kitapta…
Katre’de ve romanlarınızda kadın sorunlarına olan duyarlılığınızın öne çıktığını görüyorum. Benim de çok işlediğim konudur kadın sorunları. Ülkemizde her gün kadınlar öldürülüyor, olmadı taciz ve tecavüze uğruyor. Kadının nasıl yaşayacağı kendi istemi dışında belirlenmeye çalışılıyor. Taciz ve tecavüzcüler ya aklanıyor ya da failler küçük cezalarla yakayı kurtarıyorlar. 
Bir yazar olarak, gerçek adaletin sağlanması, kadınların düşünsel ve bedensel özgürlüklerine kavuşması, toplumda daha görünür olması için; kadınlara, hukukçulara, aydın ve yazarlara, bir de tacizci, tecavüzcü ve katillere bir çağrı yapsanız onlara neler söylerdiniz?
Yazdığım her kitabın alt metninde bu anlamda birçok çağrı yaptığımı düşünüyorum…
Bir de “Yakın’dan Geçen Mülteci Öyküler” var. Kolektif bir çalışma, siz de bu kitabın derleyenisiniz. Yine yakıcı ve güncel bir sorun ele alınıyor kitapta. Kitabın arka kapağından “İsteyen istediğini söyleyebilir, misafirperverlik yapımızda yok denebilir;
Herkesi birden ağırlayamayız denebilir; ülkelerinde kalsınlar denebilir; ülkeleri için savaşsınlar denebilir; hastalık taşıyorlar denebilir; ekmeğimizi çalıyorlar denebilir… Hiçbir söz bu itirazları haklı çıkarmıyor çünkü cenazelerimizin farkı yok birbirinden. Yenilmezliğimizle, adaletimizle, kibrimizle ve olmayan tarihi belleğimizle o kadar güçlüyüz ki ölüm kimseyi ayırt etmeden kapılarımızı çalıyor, sefalet ve savaş hiç ummadığımız yerde bizi bekliyor.” cümlelerini okuyoruz. Bu çalışmanızdan biraz söz etmenizi istesek sizden. Proje nasıl başladı, ne amaçlandı, istenen amaca ne kadar ulaşıldı?
Beş yıldır Yakın Kitabevi ile birlikte yürüttüğümüz bir edebiyat atölyesi var. Edebiyat dünyasına yeni adım atmış arkadaşlarımızla dedik ki birlikte ortak bir kitap hazırlayalım ve bir kavramdan yola çıkarak çalışalım. Mülteci kavramı insanlık tarihi ile yaşıt olmasından ve aynı zamanda çok güncel olmasından dolayı da bu kavram üzerinde çalışmaya karar verdik.
Yayınevimin de desteği ile bir buçuk yıllık çalışma sonucu ortaya güzel bir dosya çıkardık. Aldığımız dönütler çok güzeldi, her ne kadar çok büyük amaçlar ya da bir şeyleri değiştirmek gibi misyonlar yüklemesek de sesimizi duyurabildiğimizi düşünüyorum.
Beş yıldır Yakın Kitabevi ile birlikte yürüttüğünüz bir edebiyat atölyesi olduğunu söylediniz. Bu cümleniz bana, yazar ve eleştirmen Ferudun Andaç’ın “Öykü Yazmak Hikâye Anlatmak” adlı eserindeki “Yıllardır dil/edebiyat, söz, yaratıcılık, edebi türler/metinler, sanat kuramları üzerine dersler veren, seminerler hazırlayan biri olarak yazmanın öğrenilebilir/öğretilebilirliğinden söz ederim. Ve yine bu derslerimde yaratıcılığın asla öğretilemeyeceğinin altını çizerim.” sözlerini anımsattı. Sizin deneyiminiz nedir? Yazarlık öğrenilebilir/öğretilebilir bir şey midir? Yetenek bunun neresindedir?
Bir kurmaca metin yazmak için elbette çeşitli insani yeti ve bilgilere ihtiyaç duyarız. Yetiler doğuştan vardır, sonradan biraz daha parlatılarak ortaya çıkartabiliriz. Neden bir resim kursu ya da gitar kursu değil de bir yazma atölyesine ihtiyaç duyuyoruz. Demek ki bu alana ilgi var, ilginin olduğu yerde de yetenekten söz edebiliriz. İlgi yoksa bilgi de olamaz, yeti de. İnsan ancak merak ettiği kadarını öğrenebilir.
Yazmak diğer dil becerilerine göre zor ve karmaşık bir süreçtir. Hiç bitmeyen bir öğrenme durumudur da diyebiliriz. Ve mutlaka yazdığınız her metin söyleyecek sözlerinizin olduğunu gösterir. Andre Gide şöyle der ”Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.”
Yaratıcı yazma atölyelerine devam eden kişiler zaten yazmaya karşı ilgi duyan ve yazan kişiler, bunu biraz daha geliştirmek, yazdıklarını paylaşmak için bir araya gelmek istiyorlar. Bu tür atölyelerde en önemli şey önce iyi bir okur olmak elbette…
Yazma atölyelerine bir grup çalışması olarak da bakabiliriz, her şeyden önce bu çalışmalar okurun edebiyat ile olan aktif ilişkisini güçlendirir. Popüler kültürün dayattığı en çok okunanlar listesi dışında edebiyat tarihine geçmiş kitaplar hakkında referans alınır. Yine de unutulmamalı ki yazmak çeşitli kurslar, atölyelerden önce kitaplardan öğrenilir bu da çok okumakla mümkündür.
Arjantinli yazar Julio Cortazar, öykü ile romanı karşılaştırırken “Etkileyici bir metin ile okur arasında yaşanan savaşımı roman hep sayıyla kazanır; oysa öykü bu sonucu nakavtla almak zorundadır.” der.
Bu, öykünün daha zor yazılan bir tür olduğunu mu gösterir? Siz roman ile öykü arasındaki ayrımı okurdaki etki ve oluşum süreçleri açısından nasıl değerlendirirsiniz? 
Öykü benim için kısa, vurucu, irkilten bir çığlık gibi olmalı. Çığlık uzarsa nağmeye dönüşür etkisi kaybolur. Roman ise neden sonuç ilişkileri üzerinden nağmeli bir ezgi gibidir… Her iki türün de kendine göre zorlukları/kolaylıkları var bana göre. Yazmak son derece kişisel bir eylemdir. Bu her yazar için değişir. Yazmanın çıkış noktası “mesele”dir. Anlatmak istediğiniz bir şey vardır, söylemek istediğiniz bir söz. Bu bazen öykü olarak düşer içinize bazen de roman. Ben yazıya her zaman uzun bir yolculuk olarak bakıyorum. Bu yolculuklarda durup dinlendiğim duraklardır türler. Aynı zamanda birbirini besler, birbirinden etkilenir. Örneğin senaryo çalışmak, diyaloglarımı güçlendirdi, şiir ile uğraşmak kelime tasarrufunu öğretti. Günümüz edebiyatında da artık türlerin belli kalıpları, beli tanımları yok gibi, şiir öyküye, öykü, romana geçiş yapabiliyor.
Bir öykü atmosferini kurmakla, bir roman atmosferini kurmak hem birbirine çok yakın hem de bir o kadar uzak. Öyküde bir anın fotoğrafını sözcüklerle çekerken, romanda uzun soluklu anların, yaşantıların akışına bırakıyorsunuz kendinizi. Yazınsal türlerin hepsi, sözcüklerle görüntüyü okurun zihnine geçiriyor.
Son yıllarda öykü atağa mı geçti? Her gün gazetelerin kültür sayfalarında, dergilerde bir yazarın bir öykü kitabı yayımlandığını okuyoruz. Yeni çıkanlara yetişemez olduk. “Ben hiç öykü okumazdım, ama şimdi dönüp dönüp öykü okuyorum.” diyenler var çevremizde. Romanın tahtı sarsılıyor mu?
Son Gemi okurları için “2018’in mutlaka okunması gerekleri listesini” yapmanızı istesek bu listede hangi isimler yer alır?
Bizim toplumumuz roman okumayı daha çok seviyor sanırım. Yazma eylemi olarak öykü atağa geçti evet ama okur olarak düşündüğümde hala bu alışkanlığın edinilemediğini görüyorum ben. Oysa çok güçlü kalemleri olan öykü yazarlarımız var. Özellikle son dönem öykücülerimizden birkaç isim vermek gerekirse:
Mine Söğüt – Deli Kadın Hikayeleri
Pelin Buzluk – Deli Bal
Birgül Oğuz- Hah
Polat Özlüoğlu – Hevesi Kirpiğinde
Bade Osma Erbayav – Tatavla’da Bir Delirme Vakası
Roman Olarak birkaç isim de vermek isterim yine son dönem çıkan kitaplardan
Raşel Meseri – Köpek Balıklarının Kayıp Şarkıları
Tekgül Arı – Nişa Kaybolmaya Hazır Değilim
Kemal Varol – Hav ( ve bütün romanları)
Altay Öktem – Thomas Düşerken
Çalışma masanızda neler var, diye sorsam. Önümüzdeki zamanlarda biz okurlar hangi tarihsel dönemleri, kimleri, hangi yaşamları okuyacağız?
Masamda oldukça uzun soluklu bir çalışma gerektiren distopik bir roman var. Üç tarihsel romandan sonra zamanı ve tarihi tamamen ortadan kaldıracağım. Bu çalışma ne zaman biter, ne zaman yayınlanır ya da yayınlanır mı henüz ben de bilmiyorum. Ama benim için büyük bir macera olacağı kesin…
Verdiğiniz yanıtlar için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz.
                                                                  45. Sayı (Ağustos 2018)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder