Edebiyatla Trajedinin Acılarla Örülmüş Yolculuğu
MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ
Edebiyat ve trajedi. Trajik olanın edebiyatta yer alması ve
edebiyatın trajik olandan beslenmesi bin yıllardır devam ediyor, edecek de.
Yazılı metin olarak modern tiyatro Eski Yunan’da trajedilerle başlar. Klasik trajedi
için, Eski Yunan insanının, bir yandan kahramanlık çağından kalma değerler,
diğer yandan varlığını iyiden iyiye hissettiren şehir devletinin yeni değerleri
arasında bocalamasının ürünüdür, demek olasıdır. Toplumdaki değişen değerleri
ve bu değişimin bireylerde yarattığı etkiyi izleyen Sophokles, Aiskhylos,
Euripides, Asistophanes gibi, dönemin büyük trajedi yazarları, bireyin yaşadığı
bocalamayı, geçmişin görkemli kahramanlıkları ile içinde bulunulan dönemin
koşulları arasında sıkışıp kalmanın neden olduğu çatışmayı ve bu çatışmadan
doğan trajik sonuçları anlatmışlardır eserlerinde. Günümüzde klasik trajediler
yazılmıyor artık, ama ilk yazılanlar da aradan geçen onca zamana rağmen
oynanmaya, seyirciden ilgi görmeye devam ediyor.
Trajik Öge Çatışmadan Doğar
Klasik trajedilerin
özelliklerini ve amacını irdelediğimizde bireyin bağımsız hareket edebilmesini
önleyen bir yanının olduğunu görmek olasıdır. Trajediler izletilip korkutulan,
dehşete düşürülen, sürekli kendini
sorgulaması ve arınması beklenen bireye, oyun aracılığı ile, doğrunun ne olduğu
dikte edilir. Bireyin kendi doğruları, yargıları ve yaşam felsefesi yok
sayılır. Ondan, toplumun yüce çıkarları için kendini yok etmesi, yaşamını ve çabasını
toplumuna adaması beklenir. Dolayısıyla
yol haritası egemen anlayış, üst akıl tarafından, devletin ve milletin
çıkarları için dizayn edilen seyirciden duygularını, hayallerini, bireysel
taleplerini, ruhunun istek ve arzularını bastırması beklenir. Bastırılan bu
talepler nereye kadar kontrol altında tutulabilecektir, tutmalı mıdır? Böyle
baktığımızda klasik trajedilerin mesajını seyircinin özgürlüğüne bir saldırı
olarak görmemiz mümkündür. Bu da yeni bir trajik ögenin, bir çatışmanın
doğmasına yol açacaktır.
Hayatta ve edebiyat
eserlerinde trajik öge, çatışmadan doğar. Bu çatışma; bireyin kendisiyle,
çevresiyle, toplumla, sistemle ya da tam tersine çevrenin, toplumun ve sistemin
birey ile uyumsuzluğundan kaynaklanır. Çatışma unsuru kabul noktasını aştığı
anda trajik öge yavaş yavaş belirmeye, sonraki aşamalara hazırlanmaya başlar.
Çatışma noktasına gelen bireyin, toplumun, sistemin endişesi artar. Kendini
tehlikede gören, var olan durumundan daha kötü duruma geçeceğini anlayan birey
ya da onu yöneten sistem kendini koruma, elindekileri yitirme telaşına düşer ve
savaşı başlatır. Kazanır ya da kaybeder.
Bu çatışma sonrasında iki taraftan biri trajik durumu yaşayacak, diğeri
kısmen de olsa kazanacaktır. Toplumun sanatçıları tarafından dikkatle izlenen
bu çatışma yorumlanır, yeniden kurgulanır, eklememeler ve çıkarmalarla yeniden
üretilir ve edebiyat ya da başka bir sanat eseri olarak ölümsüzleşir, edebiyat
ve trajedi birbirini besleyerek yoluna devam eder.
Yazarın İç Dünyasındaki Çatışmasından Doğan Trajik Öge: İntihar
Sadece
anlatı konusu olmakla kalmıyor edebiyat ve trajedi ilişkisi, yazarların yaşamlarına
son verme biçimiyle de karşımıza çıkıyor. Bir yazar için yazmanın, kendisi ve toplumuyla bir hesaplaşma biçimi
olduğunu düşündüğümüzde bu hesaplaşmadan doğan çatışmanın aşılamadığı
noktalarda başka bir trajik durumun da ortaya çıktığını görüyoruz: İntihar.
Bilinç akışı tekniğini ustaca kullanarak
edebiyata sunduğu özgün katkıların yanı sıra eleştirmen kimliğiyle de tanınan üretken
ve yenilikçi yazar Virgina Woolf, II. Dünya
Savaşı’nın yarattığı kaygı, yılgınlık, üretkenlik yoksunluğu gibi nedenlerle
ruhsal bunalıma girer. Kendisiyle olan bu çatışmasını aşamamış olmalı ki 28
Mart 1941’de ceplerini taşlarla doldurarak Ouse nehrine atlayıp intihar eder.
Eşine bıraktığı intihar mektubunda, içindeki çatışmanın nasıl da trajik bir ögeye
dönüştüğünü görmemiz mümkün. “Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu
hissediyorum. O korkunç günleri yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben
bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden
yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum.”
Günümüzde kitapları elden ele dolaşan, okuyanın mutlak
bir başkasına önerdiği Stefan Zweig, hümanist yanı ve savaş karşıtı
düşünceleriyle II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da adından çokça söz ettirmiş
bir yazardır. Yahudi kimliği ve düşünceleri nedeniyle 1930’lu yılların ikinci
yarısından itibaren Nazi rejiminin hedefi haline gelmiş, başka bir ülkeye
yerleşse de II. Dünya Savaşı’nın yarattığı umutsuzluk ortamından etkilenerek,
karısı Lotte ile birlikte intihar ederek hayatına son vermiştir. İçindeki
çatışma onu intihara sürüklemiş, ünlü yazar o trajik sonu yaşamıştır.
Tüm
zamanların en çok okunan romancısı kabul edilen Jack London’un Martin Eden adlı
eseri belki de dünya edebiyatının en bilinen potkal (yardım isteme mesajı,
duyuru) örneğidir. Bu otobiyografik eserinde intiharını adım adım ören yazar, günlük yaşamında bir alkol bağımlısıdır ve
istediği zaman içkiyi bırakabileceğini düşünür. Hatta bu konuda iddialara
girmekten de geri durmaz. Fakat sonradan bırakmak istediğinde başaramadığını
görür, dehşete düşer. Kendisiyle yaşadığı bu çatışmayı aşamaması kendi trajik
sonunu hazırlar. İntihar.
11 Şubat 1963'te, evlerinin ikinci katındaki odalarında uyumakta olan
çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odanın kapısını kapatır,
içeri gaz sızmayacak biçimde kapıyı bantlar. Alt kata iner, gazı açar, kafasını
fırının içine sokarak intihar eder. Sırça Fanus adlı yarı otobiyografik
eserinin satır aralarında onu intihara götüren trajik ögeleri bulmak mümkündür.
Bu yönüyle Sırça Fanus da Martin Eden gibi yaşanacakları önceden haber veren
bir potkal niteliği taşır.
Amerikalı şair ve yazar Sylvia Plath Otel
odasında kendini asarak öldüren Sergei Yesenin’in, intiharından bir gün önce
bileklerini kesip kendi kanıyla Mayakovsky’ye yazdığı veda mektubundan trajik
bir iç çatışmayla bu eylemi gerçekleştirdiğini görmemiz mümkün.
““Hoşça kal dostum, hoşça kal. Aşkım, kalbimdesin. Ayrılmamız
da bir kader. Çok geçmeden bir araya gelecek olmamız da. Hoşça kal:
el sıkışmaya gücüm yok. Üzülmek, kaş çatmak yok. Şu anda ölmek yeni
bir şey değil. Çünkü yaşamak da yeni değil.”
Bizim edebiyatımızın
en trajik intiharlarından biri 1852-1887 yılları arasında yaşayan Beşir Fuat’ın
intiharıdır. Sinir hastası olan annesinin kaderini paylaşmak istemeyen Beşir Fuat,
bileklerini keserek intihar etmekle kalmamış, ölümü sırasında hissetiklerini
yazmıştır.
Daha
pek çok yazar kendisiyle ve çevresiyle yaşadığı çatışmaları aşamadığı, bir çıkış
yolu bulamadığı için trajik bir biçimde yaşamlarına son vermişlerdir. Merak
edenler için birkaçını yazalım:
Sergei Yesenin gibi, cesedinin yanında bulunan
şiirde sevdiklerine seslenen Viladimir Mayakovski, II. Dünya
Savaşı sırasında Nazi karşıtı mücadeleye katılıp esir düşen Auschwitz Toplama
Kampı’nda yaşadığı tutsaklık günlerinin ve orada gördüklerinin etkisinden
kurtulamayan, en son, Tanrı inancını da kaybettikten sonra 68 yaşında evinin merdiven boşluğuna kendini
bırakarak intihar eden Primo Levi, yaşamı boyunca depresyondan
kurtulamayan Ernest Heminway; Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı romanında “Bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir
yüksekliğin en ucundayım. İnemiyorum. Yaşayamıyorum. Ölemiyorum.” diyen Tezer Özlü, 30
yaşında intihar eden Silvia Plath’ın yolundan giderek 29 yaşında intihar eden Nilgün
Marmara, 22 yaşındayken, Kadıköy Ümit Oteli’ndeki odasından atlayarak
yaşamına son veren Kaan
İnce, Ağır Roman’ın yazarı Metin Kaçan, Kör Baykuş adlı kitabın yazarı Sadık Hidayet…
Klasikleşmiş Bazı Eserlerden Trajik Sahneler
Dünya
edebiyatının büyük ustaları insanlığın yaşadığı büyük acıları, trajedileri
eserleri aracılığı ile bize ulaştırmışlardır. O eserleri okurken, edebi
gerçeklikle gündelik gerçekliğin hep yan yana yürüdüğünü, gündelik gerçekliğin
edebi gerçekliğe zemin hazırladığını görüyoruz.
John Steinbeck, Gazap Üzümleri’nde
1929 Ekonomik Bunalımı sonucu genç-yaşlı, kadın- erkek, binlerce emekçinin
verimli topraklara doğru çıktıkları göçü ve o yolculukta yaşandıkları acıları
anlatır. Romanda, çocuğu ölü doğan kadının açlıktan ölmek üzere olan bir adamı
emzirme sahnesi acının, açlığın günlük gerçeklikten edebi gerçekliğe
yansımasının bir sonucu değil de nedir?
ÇharlesDickens’ın İki Şehrin Hikâyesi adlı romanının
bir bölümünde trajik öğe, kitabı okuyan herkesin kanını donduracak biçimde
gözler önüne serilir. Zafer sarhoşluğu
içindeki ihtilalciler, bir yandan içki içerken bir yandan da daha düne kadar
yan yana mücadele ettikleri arkadaşlarının başlarını giyotinle koparıp hala
kanları damlayan bu başları saçlarından tutup havaya kaldırır ve kahkaha atarlar.
Fransız İhtilali’ni araştırdığımızda gerçeğin, romanda anlatılandan daha trajik
olduğunu görürüz.
Anatole Farance, Fransız İhtilali’ni
konu aldığı romanları Tanrılar Susamışlardı ve İhtilalin Çocukları’nda klasik
trajedilere taş çıkartacak ağırlıkta ve dayanılmaz sahneler çizer okur için. Eğer
hafızam beni hangi eser olduğu konusunda yanıltmıyorsa, İhtilalin Çocukları
adlı eserin bir sahnesini sizinle paylaşmak isterim.
Sistemin
güçlüleri tarafından tutuklanmış, karanlık bir yere üst üste tıkılmış
kişilerden biri olan roman kahramanı, bir gün işkenceye çekilecekse buna
müsaade etmeden kendi canına kendisi kıyacaktır. Bunun için de yanında küçük
bir siyanür şişesi taşır. Yanındakiler birer ikişer işkenceye götürülürken
sıranın kendisine yaklaştığını anlayınca koynunda sakladığı siyanür şişesini
çıkarır, ancak o kargaşada şişeyi elinden düşürür. Roman kahramanı kendisini
öldürecek zehri ararken ben bir okur olarak kahramanla özdeşleştiğimi, onu
öldürecek şişeyi bulmasını istediğimi fark ettim ve ürperdim. Romanı okuyalı
otuz yılı aşkın bir süre olmasına rağmen bu trajik sahneyi anımsadığımda hep
içim titrer.
İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan
romanlarda da edebiyat ve trajedinin yan yana, birbirini besleyerek, yürüdüğünü
görürüz. Aslan Asker Şvayk, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor,
Herkes Tek Başına Ölür ve daha pek çok yapıt,
insanlık tarihinin bu en kanlı trajedisini bizlere ulaştırmaya ve
bilincimizi taze tutmaya devam ediyor. Bu eserler arasında, en az bilindiğini
düşündüğüm Herkes Tek Başına Ölür, Hans
Fallada tarafından, 1940-1942 yılları arasında Alman polisinin
sürdürdüğü yasa dısı çalışmaların dosyalarından yapılan araştırmalardan
yararlanarak yazılmıştır. Hans Fallada, İnsanların yaşadığı acılara ışık tutarak,
benzer acıların daha sonraki dönemlerde yaşanmaması için belki de bizi savaşın
yarattığı trajedilere karşı uyarmak istemişti romanıyla.
Oğulları
Otto’yu savaşta kaybeden karı-koca Quangel çifti, zor koşullar altında,
canlarından olma pahasına, halkı savaşın sonuçlarına karşı uyarmak amaçlı
olarak gece sabaha kadar yazdıkları mektupları sabahları gizlice değişik
yerlere bırakıp halka ulaşmasını sağlamaya çalışırken korkunç sonun kendilerini
bir gün bulacağını bilseler de inandıkları uğruna her şeyi göze alıyorlar. Bir
roman olduğunu bildiğim halde kitabı okurken,
Quangel çiftinin bıraktıkları mektupların bulunduğu yerler polis şefinin
odasındaki haritada işaretlendikçe “Yakalanacaklar!” diye duyduğum korku ve
endişe eminim ki Antik Yunan’da trajedi izleyen seyirciden daha az değildi.
Dünya Acılı Olduğu İçin Yazılır
Günümüz Türkiye’sinde
pek çok yazar, üstünde yaşadığı topraklarda yaşanan acıları, satır satır
anlatıyor eserlerinde. Onlar;
gördükleri, yaşadıkları ve izledikleri acılara kayıtsız kalamıyor, kalmıyor; belki
de yaşananların tanığı olmayı, bu tanıklığı gelecek kuşaklara edebiyat
aracılığı ile ulaştırmayı, insanın acılarına dil olmayı bir görev sayıp trajik
olayları eserlerinin konusu yapıyorlar. Son dönemlerde okuduğum bazı yazarların
eserlerini anmak isterim burada. Mine Söğüt’ün bütün roman ve öyküleri, Mehmet
Fırat Pürselim’in Hayat Apartımanı, Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri,
Akılsız Sokrates, Polat
Özlüoğlu’nun Günlerden Kırmızı ve Hevesi
Kirpiğinde adlı öykü kitapları, Gamze Arslan’ın Çerçialan’ı, Eylem Ata Güleç’in
Boşlukta Büyüyen’i, Belma Fırat’ın Kuyuda’sı, Melike Uzun’un Kürar’ı…
Bu
yapıtlardan bazılarını okurken tıkandım, nefessiz kaldım, direncim yetmedi bir
okur olarak olay kahramanının yaşadığı büyük acıları kaldırmaya. Kimi
metinlerin yazarını arayıp okuru bu kadar soluksuz bırakmaya hakkı olmadığını
söyledim. “Siz de biliyorsunuz, herkesin gözü önünde gerçekleşti bu
anlattıklarım, üstelik ben onları yumuşattım, defalarca üzerinden geçtim.” dedi.
Haklıydı, pek çoğu film gibi izletilmişti bize televizyon ekranlarından ya da
nenelerimiz gizli gizli ağlamaya devam etmişlerdi, masal süsü vererek
torunlarına anlattıkları acılarıyla.
“Her sanatçı çağının
tanığıdır.” sözünden hareket ettiğimizde, Anna Karanina’nın, Madam Bovari’nin,
Suç ve Ceza’nın, Savaş ve Barış’ın; İnce Memed’in, Kuyucaklı Yusuf’un ve daha
pek çok eserin sadece birer roman olduğunu, anlatılanların, yazarlarının hayal
gücünün sınırsızlığı içinde kurgulandığını, gerçek yaşamda karşılıklarının
olmadığını kim iddia edebilir? Okudukça
hem o kahramanların trajedilerini, hem kendi trajedimizi bulmaz mıyız satır
aralarında? Bazılarını defalarca okuyuşumuzu neyle açıklarız, ya da okurken
gözyaşları içinde kalışımızı?
Bir dönem, seyirciyi arındırıp olumsuzluklardan
uzaklaştırmak amacıyla yazılan trajediler dönemin gerçekliğinden hareketle bir amaç
için kurgulanmış ve sergilenmişti. Aradan geçen onca zamana rağmen
arınmadığımızı, olumsuzlukların artarak devam ettiğini görüyoruz. Toplumların
tüm kurumlarının ve bireylerinin sorumluluğudur yaşamdaki trajedileri azaltmak
ve insanın mutluluğuna giden yolları arayıp bulmak. Bu bağlamda yazarlar da -belki
de insanlığın acılarını azaltmak amacıyla- gördükleri, yaşadıkları, acısını
içlerinde duydukları olayları konu alan romanlar, öyküler, tiyatrolar yazıyor. Böylece
trajedinin edebiyatla, edebiyatın trajedi ile olan yolculuğu devam ediyor.
Son söz Tezer Özlü’nün: “…Neden yazılır? Dünya acılı
olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır.
Ocak- Şubat- Mart 2018 (12. sayı)