29 Eylül 2018 Cumartesi

EDEBİYATLA TRAJEDİNİN ACILARLA ÖRÜLMÜŞ YOLCULUĞU



                       Edebiyatla Trajedinin Acılarla Örülmüş Yolculuğu

                                                                                    MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ


      Edebiyat ve trajedi.  Trajik olanın edebiyatta yer alması ve edebiyatın trajik olandan beslenmesi bin yıllardır devam ediyor, edecek de. Yazılı metin olarak modern tiyatro Eski Yunan’da trajedilerle başlar. Klasik trajedi için, Eski Yunan insanının, bir yandan kahramanlık çağından kalma değerler, diğer yandan varlığını iyiden iyiye hissettiren şehir devletinin yeni değerleri arasında bocalamasının ürünüdür, demek olasıdır. Toplumdaki değişen değerleri ve bu değişimin bireylerde yarattığı etkiyi izleyen Sophokles, Aiskhylos, Euripides, Asistophanes gibi, dönemin büyük trajedi yazarları, bireyin yaşadığı bocalamayı, geçmişin görkemli kahramanlıkları ile içinde bulunulan dönemin koşulları arasında sıkışıp kalmanın neden olduğu çatışmayı ve bu çatışmadan doğan trajik sonuçları anlatmışlardır eserlerinde. Günümüzde klasik trajediler yazılmıyor artık, ama ilk yazılanlar da aradan geçen onca zamana rağmen oynanmaya, seyirciden ilgi görmeye devam ediyor.
    
Klasik trajedilerde amaç, seyirciyi korkutarak kötülüklerden, olumsuzluklardan arındırmaktır. Sergilenen oyunu izleyen seyirci, oyundaki üst düzey kahramanın- tanrı, yarı tanrı, kral, kraliçe vb.- başından geçenleri izleyince korku ve dehşete kapılır. Bir devletin yöneticisi, bir kral, bilerek - isteyerek işlemediği, neredeyse kaderinin sonucu olan bir suçtan bu denli ağır cezalara çarptırılırsa oyunu izleyen seyircinin hiç kurtuluşu olmayacaktır. O halde erdemli olmalı, duygularına yenik düşmemeli ve akılcılıktan ayrılmamalıdır. Oyunu izlerken kahramanın yaşadığı acıyı tüm hücrelerinde duyumsaması bir derstir seyirci için. Sahnede gösterilmeyen ama sahne arkasında gerçekleştirilen ölüm, öldürme, iğne ile gözünü oyma gibi durumlarda kahramanın yaşadığı acıdan yansıyan sesler dayanılacak gibi değildir. Bu seslerin dinletildiği seyirci de yoğun bir arınma duygusu yaşayacak ve kendini kötülüklerden uzak tutmak için canla başla mücadele edecektir.

    Trajik Öge Çatışmadan Doğar
   Klasik trajedilerin özelliklerini ve amacını irdelediğimizde bireyin bağımsız hareket edebilmesini önleyen bir yanının olduğunu görmek olasıdır. Trajediler izletilip korkutulan, dehşete düşürülen,  sürekli kendini sorgulaması ve arınması beklenen bireye, oyun aracılığı ile, doğrunun ne olduğu dikte edilir. Bireyin kendi doğruları, yargıları ve yaşam felsefesi yok sayılır. Ondan, toplumun yüce çıkarları için kendini yok etmesi, yaşamını ve çabasını toplumuna adaması beklenir.  Dolayısıyla yol haritası egemen anlayış, üst akıl tarafından, devletin ve milletin çıkarları için dizayn edilen seyirciden duygularını, hayallerini, bireysel taleplerini, ruhunun istek ve arzularını bastırması beklenir. Bastırılan bu talepler nereye kadar kontrol altında tutulabilecektir, tutmalı mıdır? Böyle baktığımızda klasik trajedilerin mesajını seyircinin özgürlüğüne bir saldırı olarak görmemiz mümkündür. Bu da yeni bir trajik ögenin, bir çatışmanın doğmasına yol açacaktır.

  Hayatta ve edebiyat eserlerinde trajik öge, çatışmadan doğar. Bu çatışma; bireyin kendisiyle, çevresiyle, toplumla, sistemle ya da tam tersine çevrenin, toplumun ve sistemin birey ile uyumsuzluğundan kaynaklanır. Çatışma unsuru kabul noktasını aştığı anda trajik öge yavaş yavaş belirmeye, sonraki aşamalara hazırlanmaya başlar. Çatışma noktasına gelen bireyin, toplumun, sistemin endişesi artar. Kendini tehlikede gören, var olan durumundan daha kötü duruma geçeceğini anlayan birey ya da onu yöneten sistem kendini koruma, elindekileri yitirme telaşına düşer ve savaşı başlatır. Kazanır ya da kaybeder.  Bu çatışma sonrasında iki taraftan biri trajik durumu yaşayacak, diğeri kısmen de olsa kazanacaktır. Toplumun sanatçıları tarafından dikkatle izlenen bu çatışma yorumlanır, yeniden kurgulanır, eklememeler ve çıkarmalarla yeniden üretilir ve edebiyat ya da başka bir sanat eseri olarak ölümsüzleşir, edebiyat ve trajedi birbirini besleyerek yoluna devam eder.

    Yazarın İç Dünyasındaki Çatışmasından Doğan Trajik Öge: İntihar
  Sadece anlatı konusu olmakla kalmıyor edebiyat ve trajedi ilişkisi, yazarların yaşamlarına son verme biçimiyle de karşımıza çıkıyor. Bir yazar için yazmanın,  kendisi ve toplumuyla bir hesaplaşma biçimi olduğunu düşündüğümüzde bu hesaplaşmadan doğan çatışmanın aşılamadığı noktalarda başka bir trajik durumun da ortaya çıktığını görüyoruz: İntihar.
   Bilinç akışı tekniğini ustaca kullanarak edebiyata sunduğu özgün katkıların yanı sıra eleştirmen kimliğiyle de tanınan üretken ve yenilikçi yazar Virgina Woolf,  II. Dünya Savaşı’nın yarattığı kaygı, yılgınlık, üretkenlik yoksunluğu gibi nedenlerle ruhsal bunalıma girer. Kendisiyle olan bu çatışmasını aşamamış olmalı ki 28 Mart 1941’de ceplerini taşlarla doldurarak Ouse nehrine atlayıp intihar eder. Eşine bıraktığı intihar mektubunda, içindeki çatışmanın nasıl da trajik bir ögeye dönüştüğünü görmemiz mümkün. “Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç günleri yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum.” 

 Günümüzde kitapları elden ele dolaşan, okuyanın mutlak bir başkasına önerdiği Stefan Zweig, hümanist yanı ve savaş karşıtı düşünceleriyle II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da adından çokça söz ettirmiş bir yazardır. Yahudi kimliği ve düşünceleri nedeniyle 1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren Nazi rejiminin hedefi haline gelmiş, başka bir ülkeye yerleşse de II. Dünya Savaşı’nın yarattığı umutsuzluk ortamından etkilenerek, karısı Lotte ile birlikte intihar ederek hayatına son vermiştir. İçindeki çatışma onu intihara sürüklemiş, ünlü yazar o trajik sonu yaşamıştır.

Tüm zamanların en çok okunan romancısı kabul edilen Jack London’un Martin Eden adlı eseri belki de dünya edebiyatının en bilinen potkal (yardım isteme mesajı, duyuru) örneğidir. Bu otobiyografik eserinde intiharını adım adım ören yazar, günlük yaşamında bir alkol bağımlısıdır ve istediği zaman içkiyi bırakabileceğini düşünür. Hatta bu konuda iddialara girmekten de geri durmaz. Fakat sonradan bırakmak istediğinde başaramadığını görür, dehşete düşer. Kendisiyle yaşadığı bu çatışmayı aşamaması kendi trajik sonunu hazırlar. İntihar.

  11 Şubat 1963'te, evlerinin ikinci katındaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odanın kapısını kapatır, içeri gaz sızmayacak biçimde kapıyı bantlar. Alt kata iner, gazı açar, kafasını fırının içine sokarak intihar eder. Sırça Fanus adlı yarı otobiyografik eserinin satır aralarında onu intihara götüren trajik ögeleri bulmak mümkündür. Bu yönüyle Sırça Fanus da Martin Eden gibi yaşanacakları önceden haber veren bir potkal niteliği taşır.
Amerikalı şair ve yazar Sylvia Plath Otel odasında kendini asarak öldüren Sergei Yesenin’in, intiharından bir gün önce bileklerini kesip kendi kanıyla Mayakovsky’ye yazdığı veda mektubundan trajik bir iç çatışmayla bu eylemi gerçekleştirdiğini görmemiz mümkün.
“Hoşça kal dostum, hoşça kal. Aşkım, kalbimdesin. Ayrılmamız da bir kader. Çok geçmeden bir araya gelecek olmamız da. Hoşça kal: el sıkışmaya gücüm yok. Üzülmek, kaş çatmak yok. Şu anda ölmek yeni bir şey değil. Çünkü yaşamak da yeni değil.”

  Bizim edebiyatımızın en trajik intiharlarından biri 1852-1887 yılları arasında yaşayan Beşir Fuat’ın intiharıdır. Sinir hastası olan annesinin kaderini paylaşmak istemeyen Beşir Fuat, bileklerini keserek intihar etmekle kalmamış, ölümü sırasında hissetiklerini yazmıştır.
Daha pek çok yazar kendisiyle ve çevresiyle yaşadığı çatışmaları aşamadığı, bir çıkış yolu bulamadığı için trajik bir biçimde yaşamlarına son vermişlerdir. Merak edenler için birkaçını yazalım:
Sergei Yesenin gibi, cesedinin yanında bulunan şiirde sevdiklerine seslenen Viladimir Mayakovski,  II. Dünya Savaşı sırasında Nazi karşıtı mücadeleye katılıp esir düşen Auschwitz Toplama Kampı’nda yaşadığı tutsaklık günlerinin ve orada gördüklerinin etkisinden kurtulamayan, en son, Tanrı inancını da kaybettikten sonra  68 yaşında evinin merdiven boşluğuna kendini bırakarak intihar eden Primo Levi, yaşamı boyunca depresyondan kurtulamayan Ernest HeminwayYaşamın Ucuna Yolculuk adlı romanında  “Bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. İnemiyorum. Yaşayamıyorum. Ölemiyorum.” diyen  Tezer Özlü,  30 yaşında intihar eden Silvia Plath’ın yolundan giderek 29 yaşında intihar eden  Nilgün Marmara,  22 yaşındayken, Kadıköy Ümit Oteli’ndeki odasından atlayarak yaşamına son veren Kaan İnce, Ağır Roman’ın yazarı Metin Kaçan, Kör Baykuş adlı kitabın yazarı  Sadık Hidayet

   Klasikleşmiş Bazı Eserlerden Trajik Sahneler
Dünya edebiyatının büyük ustaları insanlığın yaşadığı büyük acıları, trajedileri eserleri aracılığı ile bize ulaştırmışlardır. O eserleri okurken, edebi gerçeklikle gündelik gerçekliğin hep yan yana yürüdüğünü, gündelik gerçekliğin edebi gerçekliğe zemin hazırladığını görüyoruz. 
  
John Steinbeck, Gazap Üzümleri’nde 1929 Ekonomik Bunalımı sonucu genç-yaşlı, kadın- erkek, binlerce emekçinin verimli topraklara doğru çıktıkları göçü ve o yolculukta yaşandıkları acıları anlatır. Romanda, çocuğu ölü doğan kadının açlıktan ölmek üzere olan bir adamı emzirme sahnesi acının, açlığın günlük gerçeklikten edebi gerçekliğe yansımasının bir sonucu değil de nedir?




  ÇharlesDickens’ın İki Şehrin Hikâyesi adlı romanının bir bölümünde trajik öğe, kitabı okuyan herkesin kanını donduracak biçimde gözler önüne serilir.  Zafer sarhoşluğu içindeki ihtilalciler, bir yandan içki içerken bir yandan da daha düne kadar yan yana mücadele ettikleri arkadaşlarının başlarını giyotinle koparıp hala kanları damlayan bu başları saçlarından tutup havaya kaldırır ve kahkaha atarlar. Fransız İhtilali’ni araştırdığımızda gerçeğin, romanda anlatılandan daha trajik olduğunu görürüz.





    Anatole Farance, Fransız İhtilali’ni konu aldığı romanları Tanrılar Susamışlardı ve İhtilalin Çocukları’nda klasik trajedilere taş çıkartacak ağırlıkta ve dayanılmaz sahneler çizer okur için. Eğer hafızam beni hangi eser olduğu konusunda yanıltmıyorsa, İhtilalin Çocukları adlı eserin bir sahnesini sizinle paylaşmak isterim.


Sistemin güçlüleri tarafından tutuklanmış, karanlık bir yere üst üste tıkılmış kişilerden biri olan roman kahramanı, bir gün işkenceye çekilecekse buna müsaade etmeden kendi canına kendisi kıyacaktır. Bunun için de yanında küçük bir siyanür şişesi taşır. Yanındakiler birer ikişer işkenceye götürülürken sıranın kendisine yaklaştığını anlayınca koynunda sakladığı siyanür şişesini çıkarır, ancak o kargaşada şişeyi elinden düşürür. Roman kahramanı kendisini öldürecek zehri ararken ben bir okur olarak kahramanla özdeşleştiğimi, onu öldürecek şişeyi bulmasını istediğimi fark ettim ve ürperdim. Romanı okuyalı otuz yılı aşkın bir süre olmasına rağmen bu trajik sahneyi anımsadığımda hep içim titrer.

   İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan romanlarda da edebiyat ve trajedinin yan yana, birbirini besleyerek, yürüdüğünü görürüz. Aslan Asker Şvayk, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok,  Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Herkes Tek Başına Ölür ve daha pek çok yapıt,  insanlık tarihinin bu en kanlı trajedisini bizlere ulaştırmaya ve bilincimizi taze tutmaya devam ediyor. Bu eserler arasında, en az bilindiğini düşündüğüm Herkes Tek Başına Ölür,  Hans Fallada tarafından,  1940-1942 yılları arasında Alman polisinin sürdürdüğü yasa dısı çalışmaların dosyalarından yapılan araştırmalardan yararlanarak yazılmıştır. Hans Fallada, İnsanların yaşadığı acılara ışık tutarak, benzer acıların daha sonraki dönemlerde yaşanmaması için belki de bizi savaşın yarattığı trajedilere karşı uyarmak istemişti romanıyla. 
   Oğulları Otto’yu savaşta kaybeden karı-koca Quangel çifti, zor koşullar altında, canlarından olma pahasına, halkı savaşın sonuçlarına karşı uyarmak amaçlı olarak gece sabaha kadar yazdıkları mektupları sabahları gizlice değişik yerlere bırakıp halka ulaşmasını sağlamaya çalışırken korkunç sonun kendilerini bir gün bulacağını bilseler de inandıkları uğruna her şeyi göze alıyorlar. Bir roman olduğunu bildiğim halde kitabı okurken,  Quangel çiftinin bıraktıkları mektupların bulunduğu yerler polis şefinin odasındaki haritada işaretlendikçe “Yakalanacaklar!” diye duyduğum korku ve endişe eminim ki Antik Yunan’da trajedi izleyen seyirciden daha az değildi.

   Dünya Acılı Olduğu İçin Yazılır
 Günümüz Türkiye’sinde pek çok yazar, üstünde yaşadığı topraklarda yaşanan acıları, satır satır anlatıyor eserlerinde.  Onlar; gördükleri, yaşadıkları ve izledikleri acılara kayıtsız kalamıyor, kalmıyor; belki de yaşananların tanığı olmayı, bu tanıklığı gelecek kuşaklara edebiyat aracılığı ile ulaştırmayı, insanın acılarına dil olmayı bir görev sayıp trajik olayları eserlerinin konusu yapıyorlar. Son dönemlerde okuduğum bazı yazarların eserlerini anmak isterim burada. Mine Söğüt’ün bütün roman ve öyküleri, Mehmet Fırat Pürselim’in Hayat Apartımanı, Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri, Akılsız Sokrates,  Polat Özlüoğlu’nun  Günlerden Kırmızı ve Hevesi Kirpiğinde adlı öykü kitapları, Gamze Arslan’ın Çerçialan’ı, Eylem Ata Güleç’in Boşlukta Büyüyen’i, Belma Fırat’ın Kuyuda’sı, Melike Uzun’un Kürar’ı…
    Bu yapıtlardan bazılarını okurken tıkandım, nefessiz kaldım, direncim yetmedi bir okur olarak olay kahramanının yaşadığı büyük acıları kaldırmaya. Kimi metinlerin yazarını arayıp okuru bu kadar soluksuz bırakmaya hakkı olmadığını söyledim. “Siz de biliyorsunuz, herkesin gözü önünde gerçekleşti bu anlattıklarım, üstelik ben onları yumuşattım, defalarca üzerinden geçtim.” dedi. Haklıydı, pek çoğu film gibi izletilmişti bize televizyon ekranlarından ya da nenelerimiz gizli gizli ağlamaya devam etmişlerdi, masal süsü vererek torunlarına anlattıkları acılarıyla.
   “Her sanatçı çağının tanığıdır.” sözünden hareket ettiğimizde, Anna Karanina’nın, Madam Bovari’nin, Suç ve Ceza’nın, Savaş ve Barış’ın; İnce Memed’in, Kuyucaklı Yusuf’un ve daha pek çok eserin sadece birer roman olduğunu, anlatılanların, yazarlarının hayal gücünün sınırsızlığı içinde kurgulandığını, gerçek yaşamda karşılıklarının olmadığını kim iddia edebilir?  Okudukça hem o kahramanların trajedilerini, hem kendi trajedimizi bulmaz mıyız satır aralarında? Bazılarını defalarca okuyuşumuzu neyle açıklarız, ya da okurken gözyaşları içinde kalışımızı?

     Bir dönem, seyirciyi arındırıp olumsuzluklardan uzaklaştırmak amacıyla yazılan trajediler dönemin gerçekliğinden hareketle bir amaç için kurgulanmış ve sergilenmişti.  Aradan geçen onca zamana rağmen arınmadığımızı, olumsuzlukların artarak devam ettiğini görüyoruz. Toplumların tüm kurumlarının ve bireylerinin sorumluluğudur yaşamdaki trajedileri azaltmak ve insanın mutluluğuna giden yolları arayıp bulmak. Bu bağlamda yazarlar da -belki de insanlığın acılarını azaltmak amacıyla- gördükleri, yaşadıkları, acısını içlerinde duydukları olayları konu alan romanlar, öyküler, tiyatrolar yazıyor. Böylece trajedinin edebiyatla, edebiyatın trajedi ile olan yolculuğu devam ediyor.

Son söz Tezer Özlü’nün: “…Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. 

Ocak- Şubat- Mart 2018 (12. sayı)







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder