24 Eylül 2018 Pazartesi

POLAT ÖZLÜOĞLU İLE SÖYLEŞİ


POLAT ÖZLÜOĞLU “Ben içimde biriktirdiğim çocukları öykülerle azat ediyorum”



Söyleşi: MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ



  Öykülerinde Cumartesi Anneleri’nden Kahramanmaraş olaylarına, Gezi direnişinden bombalanan, boşaltılan köylerde yaşanan acılara, ensest mağduru çocuklardan sermaye yapılan çocuklara, Somadaki maden kazasından eşcinsel bireylerin yaşadığı travmalara, ölümlere, 10 Ekim Ankara patlamasından yaşadığı topraklardan savaş nedeniyle göç edip kendine daha güvenli yaşam alanları bulmaya çalışırken dedesi yaşındaki bir adamın bilmem kaçıncı karısı olarak gözünü açan, hatta açamayan çocuklara kadar geniş bir yelpaze izleyen ve ille de yolu çocukluğa çıkan öykülerin yazarı Polat Özlüoğlu ile söyleştik. Onun öykülerinde işlenen konularla birlikte özgün bir dil de öne çıkıyor. Kurulan imgeler eşyanın ruhunun kurguya eklenmesini sağlıyor, bu da öykülerde yeni katmanlar, anlam derinlikleri oluşturuyor.
Biz sizi Kasım 2015’te yayımlanan GÜNLERDEN KIRMIZI ile tanıdık.  Tam söyleşiye başlayacaktık ki ayağının tozuyla ikinci kitabınız HEVESİ KİRPİĞİNDE çıkageldi, hoş geldi. SonGemi okurları için kendinizi biraz tanıtır mısınız? Kimdir Polat Özlüoğlu?
İzmir’ de ikamet eden, seyahat etmeyi, kitap okumayı ve yazmayı çok seven biriyim kısaca. Gazetecilik mezunuyum. Ama mesleğimi hiç icra edemedim. Farklı iş kollarında çalıştım.  Lakin bir şekilde yazmak ve okumak hep hayatımda yer aldı. Aslında öyküye âşık ve yazmadan duramayanlardanım.
Bildiğim kadarıyla bankacısınız. Sayılar, rakamlar, faiz hesapları… Bunlardan kaçıp edebiyata mı sığındınız? Sait Faik Abasıyanık “Yazmasam deli olacaktım.” der bir yazısında, yazmanın insan üzerindeki sağaltıcı etkisini buluruz bu sözde.  Siz neden yazıyorsunuz?
Neden yazıyorum, diye ara ara düşündüğüm oluyor. Bir insan neden öykü yazar, hele öyküler bu kadar acıyı, şiddeti, kaybı, yokluğu, kurbanları, faili meçhulleri, isyanı dillendirmeye çalışıyorsa? İşte bu yüzden yazıyorum. Ben bu coğrafyada yaşayan bizleri yazıyorum. Bizim dertlerimizi, bizim acılarımızı, bizim kayıplarımızı yazıyorum. Bir nevi gönül borcumu ödemeye çalışıyorum ismini bildiğimiz ya da bilmediğimiz insanlara, kahramanlara, kayıplara, ölülere. ‘Vefa’ bir semt adı değil benim için.
GÜNLERDEN KIRMIZI’yı okurken yer yer soluksuz kalmıştım, yüreğim kanamıştı. Ardından Hevesi Kirpiğinde geldi. Adıyla rahatladım önce, bu sefer umut bekledim, ama yine acılar örülmüştü öykülerde.  Hemen hemen her öyküden sonra kendimi sokaklara atmak, rahatlamak istedim. Hangi Kevser’i ( HEVESİ KİRPİĞİNDE) okuduğumda kapılar kâbusum oldu. Toplumunun acılarına ayna tutup onu bilince çıkarmak bir mücadele biçimi mi sizin için? Sanat acılardan mı besleniyor, bu konuları seçmenizin nedenlerini bizimle paylaşır mısınız?
Keşke mutlu öyküler, umutla biten hikâyeler anlatabilsem sizlere. Keşke dudaklarınızda bir tebessüm bırakabilsem ama olmuyor. Kalemimden deftere akan mürekkep hep kırmızıya çalıyor, hep acıya boyuyor, hep kedere duruyor kelimeler bu ara. Beş yıldan fazla bir süredir düzenli olarak yazıyorum ama bu öykülerin neredeyse tamamı hüzün ve ölüme adanmıştır. Toplum olarak içinden geçtiğimiz bu karanlık zamanlarda, maruz kaldığımız acı, haksızlık ve yoksunluk, gözlerimizin önünde cereyan eden bu ölümler, hepimizin içine çöreklenen bu korku öykülerde dile geliyor. Özellikle bir konu seçip de yazmaya oturmuyorum defterimin başına, kendiliğinden oluşan bir şey. Kafamda günlerce dönüp dolaştırıp kurgulamıyorum hiçbir öyküyü. Oturunca yazan birisiyim, bir şekilde yazıyorum kalemi elime alınca. Ama düşününce evet, sanat ve edebiyat bana göre çektiğimiz acılardan, yaşadığımız zorluklardan, içine düştüğümüz açmazlardan, içimizde büyüyen umut kırıntılarından besleniyor. Bir öykücü olarak gördüğüm, duyduğum, şahit olduğum, hissettiğim kederi, ıssızlığı, ıstırabı, yokluğu, toplum olarak yaşadığımız travmayı öykülüyorum.  Unutmayalım istiyorum. Unutulmasın bunca yaşanan acı, dünya ağrısı denen şeyi bazılarımız değil hepimiz bilelim istiyorum.

GÜNLERDEN KIRMIZI, kitapta yer alan öykülerden birinin adı değil. Bana Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı eserini anımsattı. Yine her iki kitapta da gördüğüm,  masalsı anlatım (GÜNLERDEN KIRMIZI- Varla Yok), masalın içine yerleştirilen gerçeklik
 ( HEVESİ KİRPİĞNDE– Bin Başlı Canavar), olayların bir tül perdenin ardından puslu görünümü, zaman kullanımları (yüz yıllar önce gittiği bir cumanın tozlu ertesi, Kaç yüz yıl oldu ipeksi bir halının üstünde ayak parmaklarım kaybolmayalı? vb.) ile büyülü gerçekçiliğe yaklaşıyor öyküler. Sizin için “kırmızı” neyin sembolü, büyülü gerçekçi öyküler diyebilir miyiz öykülerinize?
Kırmızı bu toprakların simgesi benim için. Tarihin her döneminde kırmızıya çalan bir coğrafyanın çocukları olarak büyüdük. Her çağda kızıla boyandı bu dağlar, ovalar, denizler. Büyülü gerçekçi okumaktan ve yazmaktan keyif alıyorum. Gerçekleri masallaştırmayı seviyorum. Bir nevi çocuklara değil de büyüklere hitap eden masallar bunlar.  Ama hepsi yaşanmış olaylara dayanıyor, hepsi gerçek. Benim, senin ya da başkalarının yaşamamış olması hiç yaşamayacağımız anlamına gelmez ya da hissedemeyeceğimiz anlamına gelmez.
GÜNLERDEN KIRMIZI’da temel izlek çocukluktu. Bu izlek, HEVESİ KİRPİĞİNDE’de  sürüyor. Büyüklerin dünyasında tutunmaya çalışan, tutunamayan, düşen, yaralanan, kanayan, erken büyüyen çocuklarla yürüyoruz öyküler boyunca.  Neden çocuklar ve çocukluk?
Bu memlekette çocuk olmak hep zordu, hala da öyle. İlk ölen hep çocuklar oluyor, sizin de söylediğiniz gibi ilk düşen, ilk kanayan, ilk yaralanan hep onlar. Çocukluk izleği benim üzerine çokça kafa yorduğum, araştırdığım ve düşündüğüm bir izlek. Hepimiz çocuk olduk, bazılarımız mutlu çocuklardık, bazılarımız mutsuz, bazılarımız gülen, bazılarımız kederle bakan çocuklardık, bazılarımız yokluk içinde büyüdük, bazılarımız hiç büyüyemeden gömüldük. Yani sonuçta yetişkin hayatımıza yön veren en önemli şey çocukluğumuz oldu her zaman. Nasıl bir çocuktuk, nasıl bir hayat kurduk? İçimizdeki çocukları öldürdük mü yoksa onlar da bizimle birlikte büyüdü mü? Ben içimde biriktirdiğim çocukları öykülerle azat ediyorum, sayfalarda, defterlerde bazen de kitaplarımda o çocukları yaşatıyorum. Çocuk olmak güzel şey diyebilmeliyiz.
“Küskün kitap, içi şişmiş defter, hem kel hem fodul kalem, gözleri bağlı duvarlar, komada uyuklayan bilinçsiz sokaklar, mırıl mırıl mırıldanan odalar” gibi kişileştirmelerle, nesnelerin de olay kahramanı gibi anlatıldığını görüyoruz. Bazı öykülerde bu anlatımı çok daha ileri düzeyde kullanıyorsunuz. Denizkızı başlıklı öyküde( GÜNLERDEN KIRMIZI) kalem çok canlı bir olay kişisi benim için. Sözcüklere nesnenin ruhunun yüklenmesi bir öyküyü hangi açılardan besler?
Ben eşyaların da bir belleği, bir ruhu olduğuna inananlardanım. Öyle olmasa zaten yazamazdım. Her nesnenin, bir kalem, bir tarak, bir kapı, kim bilir bir bardağın bir tarihi var ve insanlık tarihi kadar eski onlarınki de kendi yaşam döngülerinde. Düşünsenize bir evde ortalama kaç aile yaşar, yüz yıllık ya da elli yıllık eski bir evde kaç çocuk koşmuş, kaç yemek pişmiş, kaç ölüm kaç cenaze yaşanmıştır? O duvarlar, kapılar, pencereler kaç kavuşmaya şahitlik etmiş, kaç ayrılığa tanık olmuşlardır? Bir aynaya kaç kişi bakmıştır ve o ayna kaç yüzü biriktirmiştir, saklamış, sırlamıştır içinde? Düşündükçe, aklıma geldikçe yazasım, dillendiresim geliyor. Düşsel bir anlatım olarak bakılabilir bir nesnenin ruhundan ya da belleğinden beslenen öykülere; ama benim öykülerime gerçeklik katıyor konuşan, kederlenen, içlenen, uyuklayan eşyalar.  Üzerlerinde nasıl bir yük var düşünsenize.
 Kurgu ve anlatım olarak sert öyküler yazıyorsunuz. Okurken bulunduğumuz yere mıhlanıp kalıyoruz. Hareket etsek yakalanacağımızdan, öldürüleceğimizden, ya da üstümüze bombaların yağacağından korkuyoruz. Her gün erkenden, meydana gelip güvercin yemi satarak yaşamını sürdürmeye çalışan Cemal Usta’nın ve kafasına isabet eden bir kurşunla ölen Yusuf’un anlatıldığı Kırmızı Ayakkabı başlıklı öyküde gözleri az gören Cemal Usta “Görmeye değer ne kalmıştı ki zaten bu kocamış dünyada.” diyor. Kendimizi Cemal Usta’nın yerine koyup sorduğumuzda görmeye değer bir şey kalmadı mı dünyada? Nasıl başa çıkarız kötülüklerle? Umut öykülerine de ihtiyacımız yok mu?
Görmeye değer çok şey var. Benim hala umudum var. Kaybetmedim, kaybetmeyelim de. Ama yazarken öyle bir yükün altındayız ki, onca insan ölüyor, onca bomba patlıyor ve her şey salt rakamlarla anlatılıyor, her ölen bir sayıdan ibaret, kırk kişi, yüz kişi, üç kişi ölmüş diye haber geçiyor medyada. Rakamlar ne kadar yüksekse o kadar haber değeri yüksek oluyor. Oysa o haberdeki her rakam bir insan, daha dün, daha bir saat önce kanlı canlı bir insandı, oysa şimdi bir sayıdan ibaret. Ben öykülerimde o rakamların sen ben gibi insanlar olduğunu hatırlatmaya, anlatmaya çalışıyorum. Unutmayalım istiyorum. Tarihin tozlu sayfalarında kaybolmasınlar. Umudum var. Umutlu olmasam zaten yazamazdım, yaşayamazdım hatta.
 Ya aşk, bu kadar acının içinde aşk nerede duruyor yaşamımızda. Her gün en az bir kadın,  bir sevdiği tarafından öldürülüyor. Öldüresiye seviyoruz yani(!) HEVESİ KİRPİĞNDE kitabınızdaki “Ah Sen” başlıklı öykünün sonunda anlatıcı “Aşktan katil olmak da neymiş bu zamanda!” diyor. Bu zamanlar, aşka inancın yitirildiği, yaşamın zorluklarının aşka galebe çaldığı zamanlar mı? Mutlu aşkı anlatan öyküler var mı masanızda?
Aşk her zaman var. Aşkı anlattığım öyküler de var ama mutlu aşkı yazmak inanın çok zor. Mutsuz, yıkan, yakan, acıtan aşkı anlatmak, kaleme almak beni daha çok cezbediyor, daha çok çekiyor. Ayrıca ne yalan söyleyeyim daha kolayıma geliyor. Aşktan ölmek de öldürmek de olmasın isterdim ama maalesef gazetelerin artık sadece üçüncü sayfalarında değil her sayfasında sözde aşk cinayetleri var. Ve mağdur olan hep kadınlar. Bir kadının töre, namus, kıskançlık ve aşk yüzünden şiddete maruz kaldığı, öldürüldüğü, dövüldüğü, yakıldığı, kırıldığı bir dünya istemiyorum. Aklım dimağım almıyor böyle bir aşkı. Zaten ona aşk da demiyorum. Zavallılık bence. Eril dil, eril öykülerden kaçınıyorum her zaman. Kahramanları kadın olan öykülerim daha çoktur bu yüzden. Ayrıca aşk olmasa bu dünyada neden yaşıyoruz ki?
Öykülerde kahramanların çoğu dünyaya tutunamayıp erkenden ölüyor. Vuruluyor, intihar ediyor, bıçaklanarak öldürülüyor vb. Bazı öyküleri ölü kahramanlar anlatıyor, hiç ölmemiş gibi, aramızda yaşıyor gibi, sokağa çıksak karşılaşacakmışız gibi. Dolayısıyla da ölüm başka bir boyuta evrilme sanki. Öykü kurgusu içinde ölümüne engel olamadığınız kahramanlarınızı böylece ölümden kurtarır gibisiniz. Ne dersiniz?
Hepimiz ölüyoruz, en çok da çocuklar. Ölümün bin türlüsünü görüyoruz bu çağda, erken ölüm, zamansız ölüm, pisi pisine ölüm, açlıktan ölüm, sırasız ölüm bu zamanların, bu toprakların değişmez bir yazgısı olmuştur her zaman; ama buna kader deyip kestirip atamaz, üzerini örtemeyiz. Ölü kahramanların anlattığı öyküleri yazmak onların yarım kalan hikâyelerini bir nevi tamamlamak gibi geliyor bana. Onlara gönül borcumu ödüyorum böylece. Hayatı ıskalamadıklarını, unutulmayacaklarını, hikâyelerinin devam ettiğini, hatırlanacaklarını, sayfalarda yaşayacaklarını, ölümü yendiklerini düşünüyorum böylece.
Öykü kişilerinizin iç dünyalarına çok iyi girebildiğinizi gördüm her iki kitabınızda da. Farklı kesimlerden insanları sanki kendinizi anlatır gibi en ince ayrıntısına inerek anlatıp onların duygu ve düşüncelerini çok iyi geçirebiliyorsunuz okura. Bunu nasıl yapıyorsunuz? Öykü kahramanlarınızla nasıl bir ilişkiniz var?
Bana okuyucularımdan en sık yöneltilen soru ‘’Nerelisiniz?’’ Dersimli misiniz? Maraşlı mı? Güneydoğulu mu? Ankaralı mı? Hayır, İzmirliyim diyorum. İzmir’de doğdum büyüdüm. Bir Dersim hikâyesi, doğuda geçen bir öykü, bir mülteciyi anlatmak için illa oralı olmak gerekmiyor. Ben bir öyküyü yazarken o kahramanın yerine, yanına, yöresine, kıyısına, köşesine kendimi koyuyorum. O çocukla birlikte divanın altına saklanıp bekliyorum Maraş’taki bir evin odasında ya da Ankara’da garın önünde paramparça dağılan o gencecik kızın elini tutuyorum.  Öykü yazarken yazının, kelimelerin, kahramanın inisiyatifinde o kurgunun içine tamamen kendimi bırakıyorum. Sokak sokak, oda oda, hücre hücre, kapı kapı dolanıp duruyorum öykünün içinde. Çoğu zaman acı veriyor ‘’Sen Yoktun’’ öyküsünde olduğu gibi. Ölüm orucuna karnındaki bebeği ile yatan işkence mağduru bir kadın mahkûmu yazmak ve yanındaki yatağa uzanıp onu hayal etmek, onu düşünmek cidden çok zor ve acı verici bir deneyimdi yazarken. Ama bunlar yaşanmış hikâyeler, hepsi gerçek, bir sürü kadın var tanıdığımız, tanımadığımız bunları yaşayan. Hele artık iki yüzüncü günü aşan Nuriye ve Semih’ e milyonlarca göz böyle kayıtsız kalırken…
Söyleşilerde genellikle yazara “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusu yöneltilir. Ben de bir öykünün kurgusundan yazımına kadar olan süreci bizimle paylaşır mısınız, diye sormaya hazırlandığım anda HEVESİ KİRPİĞNDE’de yer alan “Boş Sayfa” başlıklı öykünüz bu sorumu boşa düşürdü. Kurgulama ve öyküye dönüşme çok iyi işlenmiş o öyküde. Yine de öykünün süreçleri ile ilgili söylemek istedikleriniz var mı? Öykü akla nasıl düşer, nasıl gelişir ve yazılır?
O öykü tam da öykü heveslisi olan, öykü yazmayı deneyen okurlara bir selam niteliğindeydi. Öykünün akla düşmesi bir isim, bir eşya, bir ses, bir resim ya da bir kelime ile olabilir. Her yazarın bir çalışma tarzı var. Ben kafamda bir kurgu oluşturmadan, uzun uzun ne yazacağım diye düşünmeden, bir anahtar kelime, nesne ya da karakterle yola çıkıyorum ve defterimin başına oturup yazıyorum. Yazmaya başladığımda zaten öykü akmaya başlıyor. Kahraman, olay örgüsü, kurgu yazarken ilerliyor. Ve bir öyküyü bitirmeden de o defterin başından kalkmıyorum. Asıl iş ise öykü bittikten sonra başlıyor benim yazın sürecimde. Öykü yazıldıktan sonra günler, geceler boyu o öyküyle, kahramanlarla, mekânla, zamanla hemhal olup, onlarla yatıp kalkıyorum. Bütün iş öyküyü yazdıktan sonra başlıyor yani, düzeltmeler ve işçilik.
   Son yıllarda öykü yazarlığı büyük bir ivme kazandı sanki. Çok sayıda öykü kitabı yayımlanıyor her yıl. Bu bir tehlike aynı zamanda öykü için. Nitelik sorunu çıkabilir ortaya. Siz öykü yazma hevesi olanlara ve okurlara neler önerirsiniz?
Yazmak bir disiplin işidir. Bunu kazanmadan ben yazıyorum diyemezsiniz. Dememelisiniz bence. Çünkü yazdıkça öğreniyoruz, yazdıkça gelişiyoruz ve ilerliyoruz. Ama sadece yazarak da iş bitmiyor. Okumak gerekiyor. Sular seller gibi okumak. Durmadan, yorulmadan iştahla okumak. Nitelikli okumalar yapmak. Sizi geliştirecek, yazın sürecinize katkı sağlayacak kitapları okumak. Okurlara naçizane tavsiyem ise kıyıda köşede kalmış yazarlara, kitaplara, küçük yayınevlerine de bir şans versinler. İnanın çok güzel kitaplar, çok güzel öyküler var.
   Biz hep yazarlara sorular soruyoruz. Son iki sayıdır yazarlardan da okurlara soru sormalarını istiyoruz. Siz de okurlarınıza bir soru sorsanız bu soru ne olurdu?

En son ne zaman bir öykü okuyup da kendinizi öyküdeki o karakterin yerine koydunuz?
          Bize zaman ayırdığınız ve öykü dünyanızı bizimle paylaştığınız için size teşekkür ederiz.     Kitaplarınızın yolu açık, okuru bol olsun.
 Ben size çok teşekkür ederim, bu güzel sorular ve söyleşi için.
                               
                                                               EKİM 2017   (35.SAYI)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder