Mehmet Fırat Pürselim: Çok okuyarak, çok yazarak ama en fazla da yazdıklarımdan vazgeçerek yazmayı öğrendim.
Söyleşi:Münire Çalışkan Tuğ
*Siz hiç Balık Atlası incelediniz
mi? Yaşamını çöpten kazanan dostlarınız oldu mu, sofrasını size teklifsiz açan,
ama çok ısrar etmenize rağmen özel yaşamının
gizlerini açmayı en onulmaz zamanınıza bırakan?
* Ya, karşı masada, kestiğinizi sandığınız kız, bir
yerlerden tanıdık çıkıp size " Aşk olsun Ahmet Amca" derse,
* Siz hiç intihar etmiş bir şairin başka bir yazarın
ruhunda yaşamasına ve kendini orada da
öldürmesine tanık oldunuz mu? Üstelik
"Bir gün fırsat bulduğumda, boğulan bir adamın izlenimlerini yazacağım
kesinlikle." dediği halde.
* Sevdiği adamı terk edip başkasıyla evlenen eski sevgili
" Benden artık sana zarar gelmez. Ölüyorum! " dediğinde, "Öyle
sesli güldüm ki ... Bir aptal bile bunun ağlamak olduğunu anlardı." dan
daha güzel bir cümle olabilir mi?
*Yaşadığı travmalarla hemen büyümek zorunda olan çocuklar
içinizi acıttı mı?
* Beyaz gelinlikle barış yolculuğuna çıkan Pippa'yla,
Mahmutgillerin Gelini Leyla, Şoroloların Gelini Ahmet neden hep aynı sonu
yaşıyorlar?
* (Ç)alınan pahalı armağanlar yılların yıprattığı
duyguları onarabilir mi?
* Kimi zaman gerçekle rüya iç içe geçer, hangisinde
olduğunuzu bilemezsiniz. Rüya sandığımız ölümcül bir gerçektir aslında, siz de
böyle durunlar yaşamadınız mı?
* Postmodern bir savunma sonrası avukatınız sadece
davanızı değil, yaşamınızı da alıp üzerine giyinirse, karınızı öpme hakkına da
sahip olmaz mı?
* Bulduğumuz anda kaybettiğimiz, hayatımızda bir kara
lekeden başka bir sey olmayan yakınlarınız oldu mu?
* " Martı kaşlı çocuğu, Kartal deyip avladınız. Oysa
o, anasının kuzusuydu. Biz kuşlardan helâllik alırız, siz cebinde misketleriyle
çocuğumuzu geri verin." diyerek bitiriyor öykülerini yazar Mehmet Fırat
Pürselim . Martı kaşlı çocuk ve arkadaşları için helâllik istiyor, veriyor
musunuz?
Yukarıdaki değiniler Mehmet Fırat
Pürselim’in Akılsız Sokrates adlı kitabından yararlanılarak
hazırlanmıştır. "Güzel kitaplar
okumak istiyorum, hem beni sarsıp kendime getirsin, diyorsanız Mehmet Fırat Pürselim kitapları
iyi bir seçim. Biz de bu sayımızda okurlarımız için Mehmet Fırat Pürselim ile
söyleştik.
Biz sizi, Akılsız Sokrates’in yayımlanması, okur ve dergi çevrelerinin
sizden sık sık söz etmesiyle tanıdık. Sonra söyleşi için derneğimize davet
ettik. Bizi kırmayıp geldiniz, üyelerimizle keyifli bir söyleşi
gerçekleştirdik. Bu söyleşi sırasında diğer kitaplarınızla da tanıştık. Şimdi
de dergimizin okurları sizi daha yakından tanısın istiyoruz.
Bize kendinizden söz eder misiniz? Kimdir Mehmet Fırat Pürselim? Yazma serüveniniz nasıl başladı, gelişti?
Öncelikle teşekkür ederim. İzmit’te derneğinizde çok
keyifli ve uzuuun bir sohbet gerçekleştirmiştik. Tüm arkadaşlara selam ve
sevgilerimi gönderiyorum. Aynaya baktığımda; sabahın ilk saatlerinde yazan,
gündüzleri adliyelerde koşturan ya da bürosunda dilekçelerle boğuşan, akşamları
arkadaşlarıyla sohbet eden, film izleyen ya da kitap okuyan hayatı genel olarak
bu döngü içinde süren, uzak ve uzun yolculuklara çıkmanın hayalini kuran birini
görüyorum. Hukuk Fakültesindeyken, sıkıcı dersleri dinlemeyip sıra altlarında
sürekli edebiyat kitapları okuyordum. Kafamda da öyküler biriktiriyordum, ‘On
Hikâye On Ölüm’ diye. Defterler dolusu yazıyordum. Dergilere ve yarışmalara
gönderiyordum, hiçbir yerde başarılı olamıyordum. Yazıya küsüyordum ama küslük
en fazla birkaç gün sürüyordu. Yeni bir öykü ya da projenin iştahıyla kalemi
elime alıyordum. Çok okuyarak, çok yazarak ama en fazla da yazdıklarımdan
vazgeçerek yazmayı öğrendim. Sonrasında da dergiler, ödüller, kitaplar geldi.
Kitaplarınızı okuduğumda, bütün eserlerinizde toplumsal sorunları
işlediğinize tanık oldum. Başarıya ulaşmak için gece gündüz çalışan, ulaşınca
da bunu hazmedemeyen ve gülünç ve zor durumlara düşen kişiler (Akılsız Sokrates),
çöp toplayıcılarının cömert dünyası (Balık Atlası), intihar etmiş bir yazarın
başka birisinin iç dünyasında yaşaması ve kendini orada da öldürmesi (Okaliptus
Ruhu), yaşadığımız travmalarla hemen
büyümek zorunda kalışımız (Artık Büyüdüm), işlediği cinayetin etkisinden
kurtulamayanlar (Güvercin), Barış Gelini Pippa’nın birçok ülkeyi geçtiği halde
bizim ülkemizde tecavüze uğrayıp öldürülmesi, bekâretin her şeyin üstünde
sayıldığı bir toplumda kadınlara yaşatılan travmalar, töre cinayetleri,
gerçekle iç içe geçen rüyanın ayırdına varamadan yaşayanlar, geleneksel yapının
zorlamasıyla çocuklarımıza, torunlarımıza gösteremediğimiz sevgimiz, toplumda
sanatın ve sanatçının onaylanmaması, işsizlik, 6-7 Eylül olayları, kadın
sünneti, recm cezaları, maden kazaları, kanser ve daha pek çok sorun.
Bu konuları
işleyerek topluma bir ayna tutmak mı istiyorsunuz, sanatın ve sanatçının görevi
bizi bize anlatıp sarsmak, toplumsal bilinci diri tutmak mıdır?
Hiçbir zaman görev bilinciyle yazmadım. Kendime
misyonlar ya da vasıflar da yüklemiyorum. Bahsettikleriniz benim içimi acıtan,
ilgimi çeken, aklımı kurcalayan, gönlümü çelen… kişiler, olaylar, konular… Ben
yazmak istediklerimi, içimdeki huzursuz cini harekete geçirenleri yazıyorum.
Edebiyat amaçtır ama bunu yaparken parmağıyla işaret etmeden topluma ya da
insanlara da bir şeyler gösteriyorsa -ki bence yazının genel anlamda bir derdi
olmalıdır- o yazar ne güzel yazardır. Ben de güzel yazar olmaya çalışıyorum.
Raymond E.
Feist, “Okuyucunun
dikkatini çekmek için, okuyucuya, ilginç bir karakterin başına bir bela açarak
o beladan nasıl kurtulacağını vermek yeterlidir.”diyor. Okuyucunun dikkatini
çekmek bu kadar kolay mı gerçekten?
Okurlarınızdan nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?
Sinemada ya da edebiyatta ya da müzikte belli kalıplar
vardır ve bunları kullanırsanız, dikkat çekersiniz. Bunlar ezberlenmiş
formüllerdir. Gülme efekti bize gülmemiz gerektiği, el çırpıldığında eşlik
etmenin zorunlu olduğu, yavaşlayan müzikle göz pınarlarımızın nemleneceği
öğretilmiştir. Amaç çok satmak, gişe başarısı ya da bilgisayardan indirilen bir
çıstakın üzerine her seferinde benzer basit sözler yazmaksa, evet dikkat çekmek
bu kadar basittir. Popüler işlerle kısa vadede başarı elde edersiniz ama uzun
vadede kimse sizi hatırlamaz. Beni herkes hatırlasın diye bir derdim yok ama
yapabildiğimin en iyisi yapmak gibi bir derdim var. Bunun karşılığını da kısa
vadede alamasanız bile inanın uzun vadede kazanan samimi olan, gönül verilen,
candan can katılan işler oluyor. Geri dönüşler benim için çok kıymetli ama
özel. Birileri bir şey söylüyor ve gününüzü güzelleştiriyor. Bunu gerçekten hak
ettim mi, diye düşünüyorsunuz. Var olsunlar…
Öykülerinizin birçok yarışmada ödüle değer görüldüğünü, ilk kitabınız Hayat
Apartmanı’nın 2012 Naim Tirali ödülünü aldığını biliyorum. Akılsız Sokrates, 2017’de Türkan
Saylan Öykü Ödülü, 2018’de Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü aldı. Öncelikle sizi
kutluyorum. Ödüllerin yazar üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?
Teşekkür ederim. Naim Tirali, Türkan Saylan, Orhan
Kemal her biri çok kıymetli insanlar, ruhları şad olsun ve dileğim isimlerine
layık olmak. Kitabı görünür kılması bir yana, o kıymetli insanlarla birlikte
anılmak en büyük ödül bence. Ama yazarı motive eden bir yanı olduğunu da gizleyemem.
İlk dönemlerde en sıkıntılı zamanlarımda değer bulunduğum ödüller sayesinde
edebiyattan kopmadım ve yazmaya devam ettim. Hiç unutmuyorum. Dosyam bir
yayınevinde kabul gördükten sonra senelerdir ha bu gün ha yarın denilerek
bekletiliyordu. Edebiyattan tamamen kopmuştum, iki seneden fazla zamandır elime
kalem almamıştım. Beni tekrar yazıyla buluşturacak bir kıvılcım arıyordum ama
bir türlü çakmıyordu. Eskişehir’de bir yarışmanın ilanını gördüm, elimdeki
öykülerden birini gönderdim. Orada kazandığım mansiyondan sonra tekrar ayağa
kalkıp denemek için kendimde güç buldum. Dosyamı o yayınevinden çektim ve
kalemi öpüp başımın üzerine koydum. Verilen her ödül, yazara teslim edilen ucu
sivri bir kalemle bomboş bir defterdir, sen yaz diyen adeta.
Öykü severler ve yazar
adayları için soruyorum. Bir öyküde kurgu,
gözlem ve araştırma nasıl birleşiyor? Hayat Apartımanı’ndaki “Şaheserim”
başlıklı öykünüzde saatçi dükkânını anlatırken verdiğiniz ayrıntılar iyi bir
araştırma ve gözlem yaptığınızı düşündürdü bana. Merak ettim, böyle bir dükkân
var mı, gidip yerinde gördünüz mü? Hepsi kurgu demeyin sakın, inanamam.
😊 Kemal Tahir, Amerika’ya ayak
basmadan New York’ta geçen Mayk Hammer polisiyeleri yazmış, ben bir saatçi
dükkânı yazmışım çok mu? Farklı dükkânlardan parçalar alıp birleştirerek yazdım
orayı. Yazar adayları için söyleyecek olursam, zaten kurgu böyle bir şeydir:
Bir şeyi doğrudan aktarmak değil, başka başka kişi, olay, mekân vs.yi hamur
gibi yoğurarak istediğiniz şekilde biçimlendirerek okura anlatmak. Hayat
Apartımanı’ndan sonra zaman zaman apartman fotoğrafları gönderenler oldu burası
mı diye, soranlar. Okurun hayalinde temelini atıp, kabasını tamamlayıp,
kafasının içine yerleştirip, kahramanlarıyla birlikte yaşadığı her apartman aslında
Hayat Apartımanı. Öte yandan bir iki sene önce Taraklı’da gezerken bir
‘saatcı’ya rastladım ve işte Şaheserim’deki dükkân bu dedim, kendi kendime.
Öyküleriniz birçok
dergide yayımlanmış ve yayımlanmaya devam ediyor. Bizler de derneğimizin
Yaratıcı Yazarlık Atölyesi olarak birçok dergiye yazı gönderiyoruz.
Yayımlandığında motivasyonumuz artıyor. Bazı dergiler ise geri bildirimde bile
bulunmuyor. O zaman da beğenilmediği hissine kapılıyoruz. Edebiyat dergileri
yazar adaylarının okuludur, diye bilinir. Bir ülkede iyi yazarlar yetişmesinde
dergilerin yeri nedir sizce?
Eskiden ülkemizde yazarlık atölyeleri yoktu ve yazarlar
dergilerden yetişirdi. Dergiye bir yazı gönderildiği zaman okunacağını ve
olumlu ya da olumsuz da olsa mutlaka dönüş yapılacağını bilirdiniz. Editörün
olumlamaları ya da uyarıları doğrultusunda kendinizi geliştirirdiniz. Uzun
zamandır böyle bir iklim yok, maalesef. Çünkü neredeyse her derginin kendi
atölyesi var. Günümüzde bilgiye ulaşmak çok kolay olsa da doğru bilgiye ulaşmak
eskisinden de zor. Bu yüzden bilgilerini kendilerine -atölyelerine- saklıyor
olabilirler. -Kaldı ki çoğu ulusal derginin kapısı herkese açık gözükmesine
rağmen ağırlıklı olarak kendi mutfaklarında pişen ürünleri servis ediyorlar.- Bunun
yanı sıra artık çok fazla kişinin yazmasının ve dergilere gelen yazılara
editörlerin cevap vermelerinin sayısal olarak hayli zor olmasının da etkisi
var. Bir diğer sebep de yazarların tutumundan kaynaklanıyor. İlk öyküsünü yazan
kişi kendini Sait Faik’le bir hatta daha üstün görüyor. En ufak bir eleştiriyi
bile şahsına yapılmış saldırı olarak görüp misliyle karşılık veriyor. Böyle bir
iklimde sağlıklı geri dönüş beklemek maalesef mümkün değil. Benim de öykü
editörlüğü yaptığım dönemler oldu. Her öyküyle ilgili not alsam da, bunları on
– on beş yıl önce yazarlarıyla paylaşabildiğim halde yakın dönemde paylaşmak
istemedim.
Dergileri uzun bir süredir genç yazar arkadaşlarımıza
bıraktım, sadece öykü isteyen dergilere -ayrım yapmadan elimdeki ürün
ölçüsünde- gönderiyorum. Yarışmalarda da aynı şekilde davranıyorum; kitap
bütünlüğündeki yarışmalar dışındakilerin yazar yetiştirmeye vesile olması
gerektiğini düşündüğümden ilk kitabımdan bu yana hiçbirine katılmıyorum.
Dergilerin nitelikli ürünler yayınlamanın, tartışmalarla/anketlerle
edebiyata yön vermenin, eleştirilerle nitelikli edebiyata katkı sunmanın, dosyalarla
bilgilendirmenin, yazarların yaşam öyküleriyle/hatıralarıyla onları daha
yakından tanımamızı sağlamanın… yanı sıra iyi yazar yetiştirmeye de katkı
sunması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu arada yazarların da dergide yazılarını
yayınlatmanın mı, yoksa gelişimlerine katkı sunulmasının mı peşinde olduklarına
karar vererek dergileri takip etmelerini öneririm. Gönderilen ürünleri doğru
dürüst bir elekten geçirmeden yayınlayan dergiler, kısa vadede mutluluk verse
de uzun vadede mutsuzluk getirecektir.
Son yıllarda öykü atağa mı geçti? Her gün gazetelerin kültür sayfalarından,
sosyal medyadan, edebiyat dergilerinden birçok yazarın bir öykü kitabı
yayımlandığını okuyoruz. Bu kitapların yazarlarıyla söyleşiler yapılıyor. “Ben hiç öykü okumazdım, ama şimdi dönüp
dönüp öykü okuyorum.” diyenler var çevremizde.
Romanın tahtı sarsılıyor mu? Dergimiz
okurları için 2018 öykü atlasını çıkarmanızı istesek bu atlasta hangi
yönleriyle, hangi isimler ve eserler yer alır? (Öykü atlası tamlamasını sizin
“Balık Atlası” öykünüzden esinlenerek oluşturduğumu itiraf edeyim.)
Roman ve öykü arasında bir rekabet olduğunu düşünmüyorum, birinin
yükselmesi diğerini de olumlu yönde tetikler. Öykü eskiye göre görece daha çok
konuşulsa da roman her zaman en popüler tür olmaya devam edecektir. Fakat
özellikle genç yazarların öyküye taze kan pompaladığı muhakkak. Yakın zamanda
Mahur Beste dergisinde 2000’li yıllar Türk Öykücülüğü dosyasına hayli kapsamlı
cevaplar verdim. Edebiyat Ortamı Dergisi’nin 2018 Öykü Yıllığı’nda 2017’nin
öykü atlasını kendime göre çıkartmaya çalıştım. Dilerseniz bu soruya
cevaplarımı oralardan alıntılayım:
“Çok
fazla yazılıyor; bu günümüzdeki öykünün en güzel yanı ve en büyük problemi.
Nicelikte sorun olmasa da nitelikte problem yaşamaktayız. Günümüzde yazarlarla
birlikte konuların ve anlatımın da çeşitlenmiş olması sevindiricidir.
Heveslilerin bir süre sonra çekileceğini ve gerçekten aşk duyanların devam
edeceğini düşünüyorum. Onun için yazılan kötü eserlere üzülmek yerine
okuduğumuz iyileri için mutlu ve umutlu olmalıyız.”
Oysa
Rüyaydı, Merve Koçak Kurt / Israrı Kanadında, Figen Alkaç / Orada Bir Yerde,
Engin Türkgeldi / Gece, Kediler ve Sessizlik, Semrin Şahin / Maveraünnehir
Nereye Dökülür?, Engin Barış Kalkan / Belki
Bu Defa, Belki Şimdi, Alois Hotschnig / Yolun Gölgesi, Behçet Çelik…
William Faulkner,“Mazeret üretmeyin, eğer yazar kötü şeyler yaşıyorsa bunu yazmalı diye düşünüyorum.
İnsanlardan şöyle şeyler duyuyorum: ‘Evli ve çocuklu olmasaydım, yazar
olabilirdim’ ya da ‘Bunu yapmayı durdurabilseydim, yazar olabilirdim.’ Buna
inanmıyorum. Bence yazacaksanız yazacaksınızdır. Hiçbir şey size engel olamaz.”
diyor.
Yazma
konusunda sizi engelleyen durumlar var mı? Bunları nasıl aşıyorsunuz?
Yazdıklarınız içinde tepkiyle karşılanan, keşke bunu yazmasaydım dediğiniz
öyküler oldu mu?
Her insanın hayatında onu engelleyen ya da besleyen durumlar
var. Bunlardan yakınarak yazıyı ertelemek yerine yazmak istiyorsanız hemen
şimdi diyerek kâğıda ve kaleme sarılmalısınız. Virginia Woolf’tan sebeple
insanlar yazmak için kendilerine ait bir odalarının olmasını bekliyorlar. Oysa
odaya gerek yok, kendine ait bir masa da yeter. Hatta o masa size ait olmasa da
olur. Salondaki yemek masası, kütüphanedeki okuma masası ya da bir çay bahçesindeki
üzeri delik muşambalı masa da yeter. Siz yeter ki yazmak isteyin.
Pek çok yazar gibi benim de günümü dolduran bir işim
-avukatlık- var, ayrıca ailem ve sosyal hayatım var. Hiçbirini engel olarak
görmüyorum kazancım olarak bakıyorum. Para kazandığım bir işim olmasaydı, belki
daha aceleci davranacaktım, ekonomik kaygılarla daha fazla ama içime sinmeyen kitaplar
yayımlayacaktım. İnsanın ailesi ve dostları yoksa en güzel kitapları yazsa ne
olur? Sevincini, derdini, kederini, hayallerini kimseyle paylaşamadıktan sonra…
Sadece yazamazsınız, önce yaşamanız gerekir. İnsanlarla
tanışmadan, hayatı tanımadan deniz gören bir balkonda yazmaya oturursanız,
sahiciliği yakalayamazsınız. Bu yüzden ne yaşıyorsam önce yaşamaya bakıyorum. Eğer
bu öykü bana yazılmışsa elbet bir gün yazarım, diye düşünüyorum.
Tüm bunların yanında yazmaya nasıl vakit bulduğumu soruyorsanız…
-Ki siz biliyorsunuz.- Sabahları erken kalkıyorum, 5 - 6 gibi evde kimse
uyanmadan salondaki yemek masasında birkaç saat çalışabiliyorum. (Tıpkı
sorularınıza cevap verirken yaptığım gibi. 😊)
Öyle çok büyük tepkiler almadım, elbette tepki aldıklarım da oldu
ama keşke yazmasaydım dediğim olmadı. Daha doğrusu yayımlanan öykülerimin
içinde olmadı, çünkü ince eleyip sık dokuduktan sonra yapabildiğimin en iyisini
ve en doğrusunu yaptığımı düşündükten sonra yazdıklarımı okurla
paylaşıyorum.
Hayat Apartımanı’nın ilk öyküsü, “
Şaheserim”de bir saatçi çırağı, ustasından dinlediği bir hikâyedeki
gerçekleşemeyen bir düşü devralır ve onun peşine düşer. Bütün ömrünü ona adar,
bu yolda gözlerini kaybeder. İşi çırağına bırakıp evine kapanır, şaheserini
gerçekleştirmek için çalışır. Bu arada şaheserini göremeden görme yetisini
tamamen kaybetmiştir. Eserini bitirip elleriyle yokladığında mükemmeli
yakalayamadığını anlar.
Ne dersiniz sanatta mükemmeliyete ulaşmak
mümkün müdür?
Kestirmeden söyleyeyim, mümkün değil. Bu gün Dostoyevski’yi
getirin eline bir eline Suç ve Ceza’yı diğerine silgi ve kalem verin, pek çok
ekleme ve çıkartma yapacaktır. O yüzden amaç mükemmelliğe ulaşmak değil de
yapabildiğinin en iyisini yapmak olmalı ve her yeni eserinde ezberlenmiş doğru
formülleri tekrar etmek yerine kendini aşmaya çalışmak daha iyisini yapmaya
çalışmak olmalı diye düşünüyorum. Denerken yanılabilirsiniz -Hindistan diye
yola çıkıp Karayip kıyılarına çıkabilirsiniz-, çok kötü eserler de ortaya çıkartabilirsiniz
-gemiyle okyanusa açılıp geri dönemeyen nice kaşif olmuştur- ama denemezseniz
Amerika’yı keşfedemezsiniz.
Üç Kişilik Sessizlik ( Hayat Apartımanı) öyküsünde
dedeyle torun karşılaştırmalı olarak anlatılıyor. Her ikisi de hem sert, hem
eğlenceli. Öykünün devamında deniz kadınla özdeşleşiyor. Onun sakin ve fırtınalı
halleri ile kadınların duygularındaki dalgalanmalar verilmek isteniyor(?)
Buradan da anneye geçiliyor. Yani imgelerden bolca yararlanılıyor.
Sanatta neden
imgeler kullanırız? Bunun esere katkısı, okura etkisi nedir?
Hayatı doğrudan
yaşarız ve yaşarken imgeye ihtiyaç duymayız ama onu, olayı, orayı, o anı vs.
birine anlatırken hatta kendimize hatırlatırken dahi imge olmadan tahayyülün
gerekleşmesi mümkün olmaz. Okura anlatılanın, duygunun geçmesi için imgelerden
faydalanırız.
- Bir kadına âşık
oldum! (Okura duygunuzu geçirmeniz mümkün değil.)
- Deniz gibi bir
kadına âşık oldum. (Okurun zihninde kâh fırtınalı kâh durgun, deniz gibi mavi
gözlü kumsalı gibi sarı saçlı, deniz gibi bilinmez derinine daldıkça şaşırtan vs.
vs. bir kadına âşık olunduğu duygusu uyanır.)
- Akdeniz gibi bir
kadına âşık oldum. / Karadeniz gibi bir kadına âşık oldum. (İlkinde okurun
zihninde sıcak ikincisinde soğuk bir kadın canlanır.)
- Adrasan gibi bir
kadına âşık oldum. / Haliç gibi bir kadına âşık oldum. (Okur olarak aklınızda
iki farklı kadın canlanıyor değil mi?)
Devamı daha sonra yayımlanacaktır.
Bu söyleşi Aydili Sanat Dergisi’nin
23. Sayısında yayımlanmıştır.