Eyüp Tosun; “Bir şeyin peşine takılıyorum, sürüne sürüne geziniyorum. Sonra bir hastalığın sökülmesi gibi çıkıyor metin.”
Söyleşi: Münire Çalışkan Tuğ
Sizi, ben Öykülem ile tanıdım, ardından Kör Islık geldi. Öykülem edebiyat dünyasında sağlam bir yer edindi kendine. Kutluyorum. Kitabınızı sorularla konuşacağız zaten. Okurlarımızın sizi daha yakından tanımaları için bize kendinizden biraz söz eder misiniz? Kimdir Eyüp Tosun, edebiyat merakı nasıl başladı, neler yaptı, bundan sonra hangi hedeflere doğru yol alıyor?
Edebiyata ilgim öncelikle annem sonrasında da ilkokuldaki Türkçe öğretmenim sayesinde başladı. Okumak çok büyülü bir olaydı benim için, hâlâ öyle. Gayretim de bu yönde esasen, yani iyi bir okur olabilmek, yazı okumaktan sonra gelen bir haz benim için.
Milen Kundera, “Kimsenin söylemediğini söylemek zorunda olduğumuz için yazıyorum. Kimsenin söylemediğini söylemek, herkesin söylediğinin tersini söylemek anlamına gelir. Demek ki, yazmak tersini söylemek zevkidir” diyor. Sizin Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi öykünüz de biraz böyle. Çok yazılmayan, içine pek girilemeyen bir alan. Siz niçin yazıyorsunuz? Yazmanın yaşamınızdaki yerinedir?
Niçin yazıyorum, diye düşünmedim aslında. Sorularla başlayan her şey insanı kısıtlar. Kundera gibi benim de yazmak üstüne net bir şeyler söyleyeceğim zamanlar gelecektir belki ama şu an kesin cümleler kurmak için erken. Şöyle cevap vereyim sorunuza: Kendimi bu dünyaya hem çok bütünleşik hissediyorum hem de çokça uzağım bu dünyanın gerçeğinden. Belki de tam bu noktada devreye giriyor bende yazma meselesi. Yaşamımdaki yeri de buna benzer. Hem hiç yok gibi hem de hep var. Bazen karşımdaki kişiyi dinlemekten bile aciz bırakabiliyorken bazen de aylarca tek bir kelime dahi yazmam. Zaten yazmak meselesi benim kafamda yaşadığım bir hadise, kâğıda dökülmesi çok zaman alıyor.
Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi öykünüzde askerlik yaşamının travmalarını, üstlerin astlara karşı davranışlarını, kurum içindeki sorunlu kişileri ve bunların diğer kişilerde açtığı yaraları işlemişsiniz. Üstelik oraya gelmeden önce yaralı bir çocukluk yaşamış Adem, orada da yara almaya, hiçbir şeyin hiçbir şeyi olmaya devam ediyor. Öykünün sonunda anlıyoruz ki Adem babayı cezalandırmak için firar etmek istiyor? Bu öykü ile ilgili nasıl tepkiler aldınız? Oidupus’tan bu yana, bir insanın yaşamında baba gölgesi nerede duruyor? Kendimiz olabilmek için babayı öldürmeli (mecazen) miyiz gerçekten?
Öykü için sizin sorduğunuz pencereden geri dönüşler almadım açıkçası. Ama bu açıdan değerlendiren, eleştiren olsun isterim. Belki tartışırız da! Babayı öldürmek & yaşatmak meselesine gelince, şahsen kendi içimde bu meseleyi halledebilmiş değilim. Hafif de olsa duygusal olarak hâlâ bir kıpırtı seziyorum, öncelikle bunu tamamen ortadan kaldırıp sonrasında net bir kanıya varabilmeyi çok istiyorum.
Cemil Kavukçu derginiz Öykülem için verdiği bir röportajında “Yazarlık öğretilmez, ama yetenekliyseniz öğrenebilirsiniz. Bunun anahtarı da sizden önce yazılmış kitapların içindedir. Yazar olmak isteyenlere ilk öğretilecek şey, okumadan asla yazar olunamayacağıdır.” diyor. Siz anahtarınızı hangi kitaplar arasında buldunuz?
Çok kitap var. Birini söylesem diğerinin hatırı kalır.
Biraz da Kör Islık’ı konuşalım. Islık, öyküler boyunca farklı farklı imgeler olarak karşımıza çıkıyor ve kitapta anlamsal bir bütünlük oluşturuyor. Konuşamadıklarımız, içimize gömdüğümüz acılarımız, hatırlamaya çabaladıklarımız, bize yüklenen misyonların verdiği delirten acılar, Adem’in aylar önce teslim olmak için nizamiyeden içeri girerken kapıda bıraktığı, küçük dünyalarımız arasına sıkışmış ufacık mutluluk anları… Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi başlıklı öykü de ıslığın ağzından anlatılıyor. Yine ıslık, işitme duyusundan görme duyusuna aktarılarak güzel bir kitap adı olmuş. Kitabın adı nasıl oluştu? Islığın sizin için öneminden biraz söz eder misiniz, desem.
Kitabın ilk adı “Serbest Melankoli”ydi. Bu adı çok sevmiştim. Ama Murat Çelik hiç beğenmeyince ben de sildim gitti. Sonra iki isim daha çıktı. Onlar da olmadı. Son olarak Kör Islık doğdu ve ölmedi. Öykülere sinen ıslık bilinçli olmadı ama. Dosya olarak ortaya çıktığında okuyunca fark ettim. İsim de böylece yakışmış oldu kitaba. Islığın hayatımdaki yeri çok önemlidir. Dayılarım çok küçük yaşta öğrettiler ıslık çalmayı. İki dayım var. Hem ikisi kendi aralarında hem de birkaç arkadaşıyla bazı anlarda ıslık çalarak anlaşırlardı. Çok hoşuma giderdi bu durum. Yıllar sonra bunları hatırlayıp kitabıma isim olarak çağrışım yapacağını düşünmemiştim tabii. Başka yönlerden de ıslığın bazı anlamları var ama şimdilik bununla kalalım…
Kitabınızda göçmenler, dil sorunu, mahalle baskısı, dinsel geleneklerin kişi üzerindeki etkisi, askerlik, yaşadığı topraklardan koparılarak yersiz yurtsuz bırakılan ve geçmişin acılarını hep içinde taşıyanlar, tekrarlanan hayatlar/ birbirinin aynısı olan günler; takıntılar, mutsuzluklar, geçmişe takılıp kalmalar gibi pek çok toplumsal ve bireysel sorunu işliyorsunuz. Sizi bu temaları işlemeye iten nedir? Yazar, suskun kitlelerin konuşan dili midir? Ne dersiniz?
Yazar nedir, kimdir bunu ben bilemem ama benim gayretim; eksik, aksayan ve ukde olarak kalmış hayat yumrularını anlatabilmek. Bahsettiğiniz hiçbir temayı planlı, hesaplı seçmiyorum. Yaşarken, okurken, izlerken veya hatırlarken beni yakalayan ve yazmaya mecbur bırakan şeylerin peşinden gidiyorum.
Münir Bey, hem teknik hem de içerik olarak ilginç bir öykü. Ayrıca beni çok etkilediğini de belirtmeliyim. Birçok yolculuğa çıktım öykü boyunca. “Kuşların ıslığında teselli arasın diye onu sakalarla baş başa bırakıp çıktım dükkândan” cümlesi ile, Sait Faik’in “Hişt Hişt”, doğa insana iyi gelir diyen sesini duydum. Kurban kesimi sırasında Münir Bey’in cebinden çıkardığı makas ve tarakla Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi’sindeki dedenin kutsal saydığı geyiği vurma sahnesi canlandı gözümde. Öyküyü çok da açık etmeden şöyle sorayım:
Bize yüklenen misyonlara, dayatmalara, mahalle baskısına neden hayır diyemiyoruz? Sanat/edebiyat, istemediğimiz, yapamayacağımız, yaparsak bizi yaralayacak dayatmalara karşı durma konusunda bize yeni yollar açabilir mi?
Öncelikle çok teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. Ayrıca Cengiz Aytmatov vurgusu çok hoşuma gitti, çünkü benim yazarlarım arasında önlerdedir. Tabii açar, hem de çok fazla yollar. Sanat/edebiyat dediğimiz şey de bu yüzden var. Bazen bir gerçeği en yakınımıza bile anlatamayabiliyoruz; çünkü sözlü iletişim her zaman sağlıklı sonuçlar vermiyor. Doğal olamıyoruz her zaman, bu bile büyük mesele. Ama bir sanat/edebiyat eseriyle baş başa kalıyoruz ve iç hesaplaşmamız giriyor devreye. O yüzden kişilerden çok eserler etkiledi yüzyıllardır insanları. İnsan, sustuğu yerde yazar, yazdıkları bağırarak yankılanır.
Kısa’lar bölümündeki “Perdesiz Aile Manzaraları -2” adlı bir cümlelik çarpıcı öykünüzde “Sosyal medya bildirimleri tüm sesleri bastırıyordu.” diyorsunuz. Peki, edebiyat sosyal medyadan nasıl etkileniyor? Sanatın ve sanatçının seslerini de bastırıyor mu sosyal medya?
Hepimizin konuşması gereken bir mesele bu. Bence hem olumlu hem de olumsuz yönleri var. Ben kendi adıma hem iyi hem de kötü besleniyorum sosyal medyadan. Kimsenin sesini bastırdığı yok. Orası sanal bir dünya bunu unutmamak gerek, gerçek hayattaki gibi değiliz orada.
Kısa’lardan söz açmışken, kısa öykü türü yeni yeni rağbet gören bir kulvar. Hayatın hızı metinleri de kısaltıyor gibi. Kendini öyküdeki olay akışına bırakmaktan haz duyan bazı okurlar da kısa öyküden uzak duruyor sanki. Bana göre kısa öykü okura metin içinde daha çok alan açıyor. Okura, öykünün önünü, ardını, ara boşluklarını doldurma konusunda davetiyeler çıkarıyor. “Sen de öykünün bir parçası ol, kendi istediğin biçimde geliştir.” diyor. Siz nasıl tepkiler aldınız kısa öyküleriniz için?
Açıkçası çok da olumlu tepkiler almadım. Çoğunluk, “Kısa’lar”ı beğenmedi ya da kendi kafalarında bir yere oturtamadı. Aslında illa bir yere bağlama, anlamlandırma çabasını da çok doğru bulmuyorum. Biz de çok denenen ve başarı sağlanan bir alan değil zaten. Benim de bunlar oldu, alın size çok çok kısa öyküler ısrarım asla olmadı, olmaz. Şu var ki, bunlar bende böyle cereyan etti ve kendilerini bu şekilde tamamlattılar. Benim gözümde onlar da birer metin. Olmuştur, olmamıştır bunu bilemem.
Kitabın son öyküsü “Dünya Tutulması”nda “İp la bu, bitti işte. Kız uluorta kaldı öylece. Bense elimde bir top yün iple öylece çakıldım durduğum yere. Bu da benim dünya tutulmam oldu.” diyor anlatıcı. Bir iple düşlere dalma. Öykü yazma da öyle değil mi? Bir sözcük aklınızı çeler, onun ardına düşersiniz, günlerce sizinle gezer, bir anlamda dünyanız tutulur ve sonunda öykü ortaya çıkar. Ne dersiniz, nasıl çıkıyor bir öykü, ete kemiğe nasıl bürünüyor?
Aslında çok güzel anlatmışsınız, tam da böyle oluyor bende. Kör Islık’ta beş yılda yazılan öykü de var, beş saatte yazılan da. Bir şeyin peşine takılıyorum, sürüne sürüne geziniyorum. Sonra bir hastalığın sökülmesi gibi çıkıyor metin. Beni ikna ediyorsa kalıyor, etmiyorsa siliniyor.
Kümbül de kitaptaki güzel öykülerden biri. Galip üniversitede araştırma görevlisi olunca eski çevresinin ona yaklaşımı değişiyor. “Taşrada doktor veya akademisyen, yani afili bir meslek sahibi oldun mu yandın; artık hayatın hep misafir gibi geçecek demektir. Hep el üstündesin, hep göz önünde. Sanki herkesin elinde bir çift terlik var da seni rahat ettirmek için çabalıyorlar.” cümlelerinden hareketle sormak isterim. Bir yerlere gelince eski tutunduğumuz, kendimizi mutlu eden yerlerden kopuyor, yalnızlaşıyor muyuz? Kitabı yayımlanmadan önceki Eyüp Tosun’la kitaplı yazar Eyüp Tosun arasında, size yaklaşım konusunda, bir değişiklik gözlemlediniz mi? Yakın çevreniz, dostlarınız arasında, ellerinde hep bir terlikle karşılayanlar oldu mu sizi de?
Henüz olmadı! Şaka bir yana hep belirttiğim gibi yazmayı/yazarlığı hiçbir zaman öncelik yapmadığımdan benim için değişen hiçbir şey olmadı.
Kitabınızda, ‘aforizma’ da diyebileceğimiz felsefi ağırlığı olan pek çok cümle var. “Kesik bir dil üretti modern hayat. Dilimiz yaraymışçasına eksiltili sözcükler, insan babası ölünce ona benzemeye başlıyor. Kendimi değil sizi tekrar ediyorum.” bunlardan bazıları. Edebiyat –felsefe ilişkisi konusunda neler söylemek istersiniz?
İnanın asla bilinçli yapmadım bunları. Hatta yakın dostlarım bilir, özellikle bunları temizlemek için çok çaba sarf ettim. Aforizma ya da insanların bu yönde adlandırdığı cümleleri bile isteye kurmadım/kurmuyorum. Yeri gelmişken de birkaç şey söyleyeyim: Böyle yakıştırma yapıp acımasızca eleştirenler oldu/oluyor. Camus’yü, Tanpınar’ı veya bir ton yazarı da çöpe atmamız lazım eğer böyle sığ bakacaksak bu “aforizma” meselesine. Bence bütünsel olarak değerlendirilmeli eserler. Bir şey cımbızlayıp kitabı/yazarı harcamak benim nazarımda asla iyi bir okur melekesi değil. Edebiyat-felsefe ilişkisine gelince, ister istemez her kurguda ucundan felsefeye bulaşıyoruz. Bunları bazen fark ediyor, bazen fark edemiyoruz. Felsefe kelimesinin başlı başına anlamı bile yetiyor zaten edebiyata. Yazarlar da hep arıyor, hep bir şeylerin peşindeler…
Metruk Şifa, bir apartmanda yaşayanlar üzerinden bir Türkiye panoraması çiziyor adeta. Birbirini izleyenler, denetleyenler, takıntılı komşular, emekli olsa bile üniformasını bir mevki aracı olarak görenler, KPSS’ye hazırlananlar, yaşamak istedikleriyle yaşadıkları örtüşmeyen mutsuz insanlar, birbirinin aynısı yaşanan günler, geçmişe takılıp kalanlar vb. Geniş oylumlu bir romanı kapsayacak bir içeriği, yığıntı hissi uyandırmadan bir öyküye sığdırma ustalığını kazanmış bir yazar var karşımızda. Bu öyküden, Eyüp Tosun’un romana giden ayak seslerini duyar gibiyim. Var mı böyle bir proje? Çalışma masanızdakileri bizimle paylaşır mısınız?
Aslında “Metruk Şifa” bir romanın değil belki ama bir novellanın taslağı olarak gelişiyordu. Yapamadım. Roman yazmayı şimdilik becerebileceğimi düşünmüyorum. Novellayı da kotaramamış oldum. Şu an için masamda tek kelime dahi yok. Kitap çıktığından beri müthiş bir tıkanma içerisindeyim. Ne zaman normale dönerim bilmiyorum ama şikâyetim yok. Dosya sürecinde birkaç güzel hikâye vardı aklımda, belki onlar yine gelir bulurlar beni, bekliyorum.
Edebiyat dünyasına kattığınız, bundan sonra katacaklarınız değerler ve zaman ayırıp sorularımıza verdiğiniz yanıtlar için teşekkür ederim.
Ben size teşekkür ederim. Kitabı çok güzel okumuşsunuz. Sorularınız beni çok mutlu etti. Sağ olun, sevgiler.
Eylül 2018- 46.Sayı
Sizi, ben Öykülem ile tanıdım, ardından Kör Islık geldi. Öykülem edebiyat dünyasında sağlam bir yer edindi kendine. Kutluyorum. Kitabınızı sorularla konuşacağız zaten. Okurlarımızın sizi daha yakından tanımaları için bize kendinizden biraz söz eder misiniz? Kimdir Eyüp Tosun, edebiyat merakı nasıl başladı, neler yaptı, bundan sonra hangi hedeflere doğru yol alıyor?
Edebiyata ilgim öncelikle annem sonrasında da ilkokuldaki Türkçe öğretmenim sayesinde başladı. Okumak çok büyülü bir olaydı benim için, hâlâ öyle. Gayretim de bu yönde esasen, yani iyi bir okur olabilmek, yazı okumaktan sonra gelen bir haz benim için.
Milen Kundera, “Kimsenin söylemediğini söylemek zorunda olduğumuz için yazıyorum. Kimsenin söylemediğini söylemek, herkesin söylediğinin tersini söylemek anlamına gelir. Demek ki, yazmak tersini söylemek zevkidir” diyor. Sizin Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi öykünüz de biraz böyle. Çok yazılmayan, içine pek girilemeyen bir alan. Siz niçin yazıyorsunuz? Yazmanın yaşamınızdaki yerinedir?
Niçin yazıyorum, diye düşünmedim aslında. Sorularla başlayan her şey insanı kısıtlar. Kundera gibi benim de yazmak üstüne net bir şeyler söyleyeceğim zamanlar gelecektir belki ama şu an kesin cümleler kurmak için erken. Şöyle cevap vereyim sorunuza: Kendimi bu dünyaya hem çok bütünleşik hissediyorum hem de çokça uzağım bu dünyanın gerçeğinden. Belki de tam bu noktada devreye giriyor bende yazma meselesi. Yaşamımdaki yeri de buna benzer. Hem hiç yok gibi hem de hep var. Bazen karşımdaki kişiyi dinlemekten bile aciz bırakabiliyorken bazen de aylarca tek bir kelime dahi yazmam. Zaten yazmak meselesi benim kafamda yaşadığım bir hadise, kâğıda dökülmesi çok zaman alıyor.
Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi öykünüzde askerlik yaşamının travmalarını, üstlerin astlara karşı davranışlarını, kurum içindeki sorunlu kişileri ve bunların diğer kişilerde açtığı yaraları işlemişsiniz. Üstelik oraya gelmeden önce yaralı bir çocukluk yaşamış Adem, orada da yara almaya, hiçbir şeyin hiçbir şeyi olmaya devam ediyor. Öykünün sonunda anlıyoruz ki Adem babayı cezalandırmak için firar etmek istiyor? Bu öykü ile ilgili nasıl tepkiler aldınız? Oidupus’tan bu yana, bir insanın yaşamında baba gölgesi nerede duruyor? Kendimiz olabilmek için babayı öldürmeli (mecazen) miyiz gerçekten?
Öykü için sizin sorduğunuz pencereden geri dönüşler almadım açıkçası. Ama bu açıdan değerlendiren, eleştiren olsun isterim. Belki tartışırız da! Babayı öldürmek & yaşatmak meselesine gelince, şahsen kendi içimde bu meseleyi halledebilmiş değilim. Hafif de olsa duygusal olarak hâlâ bir kıpırtı seziyorum, öncelikle bunu tamamen ortadan kaldırıp sonrasında net bir kanıya varabilmeyi çok istiyorum.
Cemil Kavukçu derginiz Öykülem için verdiği bir röportajında “Yazarlık öğretilmez, ama yetenekliyseniz öğrenebilirsiniz. Bunun anahtarı da sizden önce yazılmış kitapların içindedir. Yazar olmak isteyenlere ilk öğretilecek şey, okumadan asla yazar olunamayacağıdır.” diyor. Siz anahtarınızı hangi kitaplar arasında buldunuz?
Çok kitap var. Birini söylesem diğerinin hatırı kalır.
Biraz da Kör Islık’ı konuşalım. Islık, öyküler boyunca farklı farklı imgeler olarak karşımıza çıkıyor ve kitapta anlamsal bir bütünlük oluşturuyor. Konuşamadıklarımız, içimize gömdüğümüz acılarımız, hatırlamaya çabaladıklarımız, bize yüklenen misyonların verdiği delirten acılar, Adem’in aylar önce teslim olmak için nizamiyeden içeri girerken kapıda bıraktığı, küçük dünyalarımız arasına sıkışmış ufacık mutluluk anları… Hiçbir Şeyin Hiçbir Şeyi başlıklı öykü de ıslığın ağzından anlatılıyor. Yine ıslık, işitme duyusundan görme duyusuna aktarılarak güzel bir kitap adı olmuş. Kitabın adı nasıl oluştu? Islığın sizin için öneminden biraz söz eder misiniz, desem.
Kitabın ilk adı “Serbest Melankoli”ydi. Bu adı çok sevmiştim. Ama Murat Çelik hiç beğenmeyince ben de sildim gitti. Sonra iki isim daha çıktı. Onlar da olmadı. Son olarak Kör Islık doğdu ve ölmedi. Öykülere sinen ıslık bilinçli olmadı ama. Dosya olarak ortaya çıktığında okuyunca fark ettim. İsim de böylece yakışmış oldu kitaba. Islığın hayatımdaki yeri çok önemlidir. Dayılarım çok küçük yaşta öğrettiler ıslık çalmayı. İki dayım var. Hem ikisi kendi aralarında hem de birkaç arkadaşıyla bazı anlarda ıslık çalarak anlaşırlardı. Çok hoşuma giderdi bu durum. Yıllar sonra bunları hatırlayıp kitabıma isim olarak çağrışım yapacağını düşünmemiştim tabii. Başka yönlerden de ıslığın bazı anlamları var ama şimdilik bununla kalalım…
Kitabınızda göçmenler, dil sorunu, mahalle baskısı, dinsel geleneklerin kişi üzerindeki etkisi, askerlik, yaşadığı topraklardan koparılarak yersiz yurtsuz bırakılan ve geçmişin acılarını hep içinde taşıyanlar, tekrarlanan hayatlar/ birbirinin aynısı olan günler; takıntılar, mutsuzluklar, geçmişe takılıp kalmalar gibi pek çok toplumsal ve bireysel sorunu işliyorsunuz. Sizi bu temaları işlemeye iten nedir? Yazar, suskun kitlelerin konuşan dili midir? Ne dersiniz?
Yazar nedir, kimdir bunu ben bilemem ama benim gayretim; eksik, aksayan ve ukde olarak kalmış hayat yumrularını anlatabilmek. Bahsettiğiniz hiçbir temayı planlı, hesaplı seçmiyorum. Yaşarken, okurken, izlerken veya hatırlarken beni yakalayan ve yazmaya mecbur bırakan şeylerin peşinden gidiyorum.
Münir Bey, hem teknik hem de içerik olarak ilginç bir öykü. Ayrıca beni çok etkilediğini de belirtmeliyim. Birçok yolculuğa çıktım öykü boyunca. “Kuşların ıslığında teselli arasın diye onu sakalarla baş başa bırakıp çıktım dükkândan” cümlesi ile, Sait Faik’in “Hişt Hişt”, doğa insana iyi gelir diyen sesini duydum. Kurban kesimi sırasında Münir Bey’in cebinden çıkardığı makas ve tarakla Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi’sindeki dedenin kutsal saydığı geyiği vurma sahnesi canlandı gözümde. Öyküyü çok da açık etmeden şöyle sorayım:
Bize yüklenen misyonlara, dayatmalara, mahalle baskısına neden hayır diyemiyoruz? Sanat/edebiyat, istemediğimiz, yapamayacağımız, yaparsak bizi yaralayacak dayatmalara karşı durma konusunda bize yeni yollar açabilir mi?
Öncelikle çok teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. Ayrıca Cengiz Aytmatov vurgusu çok hoşuma gitti, çünkü benim yazarlarım arasında önlerdedir. Tabii açar, hem de çok fazla yollar. Sanat/edebiyat dediğimiz şey de bu yüzden var. Bazen bir gerçeği en yakınımıza bile anlatamayabiliyoruz; çünkü sözlü iletişim her zaman sağlıklı sonuçlar vermiyor. Doğal olamıyoruz her zaman, bu bile büyük mesele. Ama bir sanat/edebiyat eseriyle baş başa kalıyoruz ve iç hesaplaşmamız giriyor devreye. O yüzden kişilerden çok eserler etkiledi yüzyıllardır insanları. İnsan, sustuğu yerde yazar, yazdıkları bağırarak yankılanır.
Kısa’lar bölümündeki “Perdesiz Aile Manzaraları -2” adlı bir cümlelik çarpıcı öykünüzde “Sosyal medya bildirimleri tüm sesleri bastırıyordu.” diyorsunuz. Peki, edebiyat sosyal medyadan nasıl etkileniyor? Sanatın ve sanatçının seslerini de bastırıyor mu sosyal medya?
Hepimizin konuşması gereken bir mesele bu. Bence hem olumlu hem de olumsuz yönleri var. Ben kendi adıma hem iyi hem de kötü besleniyorum sosyal medyadan. Kimsenin sesini bastırdığı yok. Orası sanal bir dünya bunu unutmamak gerek, gerçek hayattaki gibi değiliz orada.
Kısa’lardan söz açmışken, kısa öykü türü yeni yeni rağbet gören bir kulvar. Hayatın hızı metinleri de kısaltıyor gibi. Kendini öyküdeki olay akışına bırakmaktan haz duyan bazı okurlar da kısa öyküden uzak duruyor sanki. Bana göre kısa öykü okura metin içinde daha çok alan açıyor. Okura, öykünün önünü, ardını, ara boşluklarını doldurma konusunda davetiyeler çıkarıyor. “Sen de öykünün bir parçası ol, kendi istediğin biçimde geliştir.” diyor. Siz nasıl tepkiler aldınız kısa öyküleriniz için?
Açıkçası çok da olumlu tepkiler almadım. Çoğunluk, “Kısa’lar”ı beğenmedi ya da kendi kafalarında bir yere oturtamadı. Aslında illa bir yere bağlama, anlamlandırma çabasını da çok doğru bulmuyorum. Biz de çok denenen ve başarı sağlanan bir alan değil zaten. Benim de bunlar oldu, alın size çok çok kısa öyküler ısrarım asla olmadı, olmaz. Şu var ki, bunlar bende böyle cereyan etti ve kendilerini bu şekilde tamamlattılar. Benim gözümde onlar da birer metin. Olmuştur, olmamıştır bunu bilemem.
Kitabın son öyküsü “Dünya Tutulması”nda “İp la bu, bitti işte. Kız uluorta kaldı öylece. Bense elimde bir top yün iple öylece çakıldım durduğum yere. Bu da benim dünya tutulmam oldu.” diyor anlatıcı. Bir iple düşlere dalma. Öykü yazma da öyle değil mi? Bir sözcük aklınızı çeler, onun ardına düşersiniz, günlerce sizinle gezer, bir anlamda dünyanız tutulur ve sonunda öykü ortaya çıkar. Ne dersiniz, nasıl çıkıyor bir öykü, ete kemiğe nasıl bürünüyor?
Aslında çok güzel anlatmışsınız, tam da böyle oluyor bende. Kör Islık’ta beş yılda yazılan öykü de var, beş saatte yazılan da. Bir şeyin peşine takılıyorum, sürüne sürüne geziniyorum. Sonra bir hastalığın sökülmesi gibi çıkıyor metin. Beni ikna ediyorsa kalıyor, etmiyorsa siliniyor.
Kümbül de kitaptaki güzel öykülerden biri. Galip üniversitede araştırma görevlisi olunca eski çevresinin ona yaklaşımı değişiyor. “Taşrada doktor veya akademisyen, yani afili bir meslek sahibi oldun mu yandın; artık hayatın hep misafir gibi geçecek demektir. Hep el üstündesin, hep göz önünde. Sanki herkesin elinde bir çift terlik var da seni rahat ettirmek için çabalıyorlar.” cümlelerinden hareketle sormak isterim. Bir yerlere gelince eski tutunduğumuz, kendimizi mutlu eden yerlerden kopuyor, yalnızlaşıyor muyuz? Kitabı yayımlanmadan önceki Eyüp Tosun’la kitaplı yazar Eyüp Tosun arasında, size yaklaşım konusunda, bir değişiklik gözlemlediniz mi? Yakın çevreniz, dostlarınız arasında, ellerinde hep bir terlikle karşılayanlar oldu mu sizi de?
Henüz olmadı! Şaka bir yana hep belirttiğim gibi yazmayı/yazarlığı hiçbir zaman öncelik yapmadığımdan benim için değişen hiçbir şey olmadı.
Kitabınızda, ‘aforizma’ da diyebileceğimiz felsefi ağırlığı olan pek çok cümle var. “Kesik bir dil üretti modern hayat. Dilimiz yaraymışçasına eksiltili sözcükler, insan babası ölünce ona benzemeye başlıyor. Kendimi değil sizi tekrar ediyorum.” bunlardan bazıları. Edebiyat –felsefe ilişkisi konusunda neler söylemek istersiniz?
İnanın asla bilinçli yapmadım bunları. Hatta yakın dostlarım bilir, özellikle bunları temizlemek için çok çaba sarf ettim. Aforizma ya da insanların bu yönde adlandırdığı cümleleri bile isteye kurmadım/kurmuyorum. Yeri gelmişken de birkaç şey söyleyeyim: Böyle yakıştırma yapıp acımasızca eleştirenler oldu/oluyor. Camus’yü, Tanpınar’ı veya bir ton yazarı da çöpe atmamız lazım eğer böyle sığ bakacaksak bu “aforizma” meselesine. Bence bütünsel olarak değerlendirilmeli eserler. Bir şey cımbızlayıp kitabı/yazarı harcamak benim nazarımda asla iyi bir okur melekesi değil. Edebiyat-felsefe ilişkisine gelince, ister istemez her kurguda ucundan felsefeye bulaşıyoruz. Bunları bazen fark ediyor, bazen fark edemiyoruz. Felsefe kelimesinin başlı başına anlamı bile yetiyor zaten edebiyata. Yazarlar da hep arıyor, hep bir şeylerin peşindeler…
Metruk Şifa, bir apartmanda yaşayanlar üzerinden bir Türkiye panoraması çiziyor adeta. Birbirini izleyenler, denetleyenler, takıntılı komşular, emekli olsa bile üniformasını bir mevki aracı olarak görenler, KPSS’ye hazırlananlar, yaşamak istedikleriyle yaşadıkları örtüşmeyen mutsuz insanlar, birbirinin aynısı yaşanan günler, geçmişe takılıp kalanlar vb. Geniş oylumlu bir romanı kapsayacak bir içeriği, yığıntı hissi uyandırmadan bir öyküye sığdırma ustalığını kazanmış bir yazar var karşımızda. Bu öyküden, Eyüp Tosun’un romana giden ayak seslerini duyar gibiyim. Var mı böyle bir proje? Çalışma masanızdakileri bizimle paylaşır mısınız?
Aslında “Metruk Şifa” bir romanın değil belki ama bir novellanın taslağı olarak gelişiyordu. Yapamadım. Roman yazmayı şimdilik becerebileceğimi düşünmüyorum. Novellayı da kotaramamış oldum. Şu an için masamda tek kelime dahi yok. Kitap çıktığından beri müthiş bir tıkanma içerisindeyim. Ne zaman normale dönerim bilmiyorum ama şikâyetim yok. Dosya sürecinde birkaç güzel hikâye vardı aklımda, belki onlar yine gelir bulurlar beni, bekliyorum.
Edebiyat dünyasına kattığınız, bundan sonra katacaklarınız değerler ve zaman ayırıp sorularımıza verdiğiniz yanıtlar için teşekkür ederim.
Ben size teşekkür ederim. Kitabı çok güzel okumuşsunuz. Sorularınız beni çok mutlu etti. Sağ olun, sevgiler.
Eylül 2018- 46.Sayı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder