Mehmet Fırat Pürselim: Çok okuyarak, çok yazarak ama en fazla da yazdıklarımdan vazgeçerek yazmayı öğrendim.
Söyleşi:Münire Çalışkan Tuğ
Emanetimdeki
Hayatlar’ı nasıl yazacağımı bulana kadar çok kafamda gezdirdim. Aslında bir
askerlik hikâyesi anlatmak istiyordum, ülkenin her köşesinden gelmiş askerlerin
hikâyelerini anlatma arzusundaydım. Anlatım formunu bulana kadar epeyce cebelleştim.
Ki bulduktan sonra da iki sene de kaba inşaat sürdü, bir sene de ince işleriyle
uğraştım. Öykülerden oluşan bir roman ama bağlantılar için de çok uğraştım, o bağlantıların
içine nice öykü gömdüm, okur bulsun istedim. Balkonun kenarına duran kahraman
kendisine emanet edilmiş hayatları yazarak okura emaneti teslim edip,
-tasavvufta ‘emanet’ olarak nitelendirilen- canını teslim etmek niyetiyle o
balkonun kenarına neden geldiğini anlatmaya başlar. Ülkenin farklı
kesimlerinden gelen kahramanlar söz alarak hikâyelerini anlatır, kişisel
acılardan ülkenin toplumsal acıları ya da acı defteri çıkartılır. Aşk acısı,
ensest, pedofil, katliamlar, etnik/mezhepsel çatışmalar… anlatılarak ana
kahramana emanet edilir. Bir süre sonra bu emanetler kahramanı zorlamaya başlar
ve taşıyamayacak hale gelir. Yazarken çok zorlandım. Boğulduğum ve bunaldığım
anlar çok oldu. İkinci bir Acı Defteri yazamayacağımı biliyorum. Ama hep iyi ki
yazmışım diyorum. Bu roman bir yanıyla sevgili Dicle Koğacıoğlu’na yazılmış bir
mektuptu ve o da okudu bunu biliyorum.
Bilinen hikâyedir; Sait Faik yurt dışına çıkmak için pasaport
başvurusu yapar, mesleği sorulunca muharrir/yazar der ama memur bu cevaptan
tatmin olmaz, meslek hanesine ‘İŞSİZ’ kaydını düşer. Artık televizyonla
bağlantılı olmak kaydıyla para kazanmak mümkün olsa da, Sait Faik’ten bu yana
çok fazla ilerlediğimiz de söylenemez. Günümüzde de yazıyla uğraşan pek çok
kişinin para kazandığı başka işleri var. Kaleminden para kazananların da,
sadece telif eserleriyle geçinmeleri mümkün olmadığından; çeviri, atölyeler,
çeşitli mecralarda yazılan yazılar, etkinlikler gibi pek çok kalemi ceplerinde
taşımak zorunda kalmaktalar.
Eylül- Ekim- Kasım 2018 (23.Sayı)
Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri, öykülerin ilginç bir
kurgu ile birleştirildiği bir roman. Romanın,“Acı
Defteri” alt başlığına fazlasıyla uygun
bir içeriği var. Ülke olarak yaşadığımız pek çok trajediyi bilince çıkarıyor
kitap. Bu romanınızdan biraz söz eder misiniz desem?
Öykülerinizde, kadın sorunlarına duyarlılığınızı görmek bir
kadın olarak beni çok mutlu ediyor. Hayat Apartımanı’nda Ninni, Akılsız Sokrates’te Beyaz Gelinlik
özellikle bu konuyla öne çıkan öyküleriniz. Ülkemizde her gün kadınlar
öldürülüyor, olmadı taciz ve tecavüze uğruyor. Kadının nasıl yaşayacağı kendi
istemi dışında belirlenmeye çalışılıyor. Taciz ve tecavüzcüler, ölümler…
Bir
hukukçu ve yazar olarak, gerçek adaletin sağlanması, kadınların düşünsel ve
bedensel özgürlüklerine kavuşması, toplumda daha görünür olması için;
kadınlara, hukukçulara, aydın ve yazarlara; tacizci, tecavüzcü ve katillere bir
çağrı yapsanız onlara neler söylerdiniz?
Tüm kitaplarımda
kadına yönelik şiddete karşı duran öyküler yer aldı, kadına karşı şiddet son
bulana kadar da bu devam edecek. Akılsız Sokrates’le ilgili her konuşmamda,
kadına yönelik şiddetin kişisel değil toplumsal sorun olduğunu ve son bulması
gerektiğini dile getiriyorum. Bu amaçla yazılmış, çok yazarlı Ben Miyim Kurban? isimli bir kitapta da
yer aldım. Emanetimdeki Hayatlar çıktıktan sonra sevgili İsmail Kün Ağbiyle
birlikte -ki Tarsus’taki Antik Sahaf gerçek bir edebiyat adası ve İsmail Ağbi
de gerçek bir edebiyat şövalyesidir- ‘Edebiyat Toplumsal Acıların Gözyaşı
mıdır?’ adı altında bir etkinlik düzenlemiştik. Edebiyat ne işe yarar diye çok
düşünmüştüm. Biz bunları yazıyoruz ama katiller, tacizciler, can yakıcılar
bunları okuyup etkilenir mi? Tabii en başta okurlar mı? Nafile bir caba içinde
olduğumuzu düşünerek üzülmüştüm. Sonra aklıma Alcatraz Kuşçusu gelince umudu
yeşerterek yazıya inancımı pekiştirmiştim. Bir cani olarak girdiği
hapishanedeki hücresinin penceresinden içeri giren kuşlar sayesinde kuş
bilimcisi haline gelenler olduktan sonra umut hâlâ vardır. Kitapların kötülüğü
dönüştürme gücünden daha büyüğünün kötülüğü kaynağından yok etme olduğunu
düşünüyorum. Yani belki katiller, tecavüzler bu kitaplar sayesinde değişmeyecek
ama kitap okuyarak yetişenler vicdanlı bireyler olarak kötülüğü reddedecekler.
İnsanlara bir şey söylemek haddime değil ancak Mevlana’nın sözüyle, Tuncel
Kurtiz sesiyle seslenebilirim, “Ey, cennetin cehennemin elinde olduğu kişi, /
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.”
Bin Bir ( Hayat Apartımanı) başlıklı öyküde, Galata
kulesinden atlayıp, ölen karısı ile buluşmak için intihar etmeyi düşünen öykü
kişisi bana Ümit Yaşar Oğuzcan’ı; onsuz yaşayamaması ve ölümü seçmesi de Attila
İlhan’ın Ben Sana Mecburum şiirindeki hastalık derecesindeki tutkuyu ( belki de
bağımlılığı demeliyim) çağrıştırdı. Öykünün devamında ise Nazım’ın Karıma
Mektup dizeleri canlandı belleğimde.
Ne dersiniz bu öykü ilhamını Ümit Yaşar
Oğuzcan, Attila İlhan ve Nazım’dan almış olabilir mi? Yoksa bu bağlantıları ben
mi kurdum?
Ümit Yaşar, Attila
İlhan, Nazım Hikmet çok sevdiğim ve çok okuduğum şairler, üzerimde etkileri çok
olmuştur mutlaka yazdıklarıma sinmişlerdir. Ama Bin Bir için, Barselonalı şair Jordi Virallonga Bir Aşk Tefecisinin Notları isimli şiir
kitabının yerelleştirilmesi ve öyküleştirilmesi denemesi diyebilirim.
Üç Kişilik Yalnızlık (Hayat Apartımanı) başlıklı öyküde;
dede, torunun karnesini sorup cevap alamayınca başarısız olduğunu düşünerek “
Babası gibi şair mi olacak yoksa?” diyor. Şairlik neredeyse, işe yaramazlık
demek.
Toplumun bir
kesiminin sanatçıya bakışı neden bu kadar eleştirel, sanat gerçekten karın
doyurmuyor mu?
Bir de çocuklar için korku öyküleriniz var. KUMSALDA. Bu
kitabın oluşum sürecinden de söz edebilir misiniz okurlarımız için?
Kumsalda gençler
için yazılmış korku hikâyeleri hatta romanı. Ama büyüklerin okumasında da bir
sakınca yok. Çocuklar için yazdığım doğa öyküleri var; Flamingo Çocuk’un
ardından Yavru Fok NeSu da yakında çıkacak. Kızım Nehir ve yeğenim Ilgaz, bir
dönem ısrarla korku hikâyeleri yazmamı istiyordu. -Bilirsiniz çocuklukta korku
hikâyelerini hem dinlemek isteriz hem de geceleri uyuyamayız.- Ben de yazmayı denemek
istedim. Kumsalda böyle çıktı. Fakat ilk başta onlar için ağır geleceğinden
okumalarını istemedim. Çocuklar tabii ki, dinlemeyip gizlice başlasalar da
yarıda bıraktılar. 14 yaş üzeri, lise için daha uygun bir kitap. İkisi de ancak
bu yaşlarda okudu. Bana dinledikleri, okudukları korku hikâyelerini anlatmaktan
hâlâ hoşlanıyorlar ve hâlâ geceleri birazcık da olsun korkuyorlar.
Bu aralar Vapur’da avukatlık öykülerinizle yer aldığınızı
görüyorum. Bu öyküler yeni bir kitabın ayak sesleri mi? Mehmet Fırat
Pürselim’in çalışma masasında neler var?
Bu öyküleri
yazmamı senelerdir çok söyleyen oldu. Ben de birkaç deneme yapıp bir kenara
attım ve devamını getirmedim. Aslında kafamda onlarca öykü var, yazılmayı
bekleyen. Yazmak ve kitap bütünlüğünde toplamak istiyorum fakat ne zaman olur
bilmiyorum. Kısa vadede olmayacağını söyleyebilirim. Yazıp bir kenara atayım
da, kitabı sonra düşünürüm. Bir yandan da yarım kalmış ve tamamlamak istediğim
o kadar çok projem var ki… Tezgâhta bekleyen az önce bahsettiğim çocuk
kitabımız var. Masamda tamamlanmak üzere olan daha önce yazdıklarımdan farklı
bir yönde duracak olan bir öykü kitabı var. Öyküden sonra isteğim baba oğul
çatışmasını anlatan aslında bitmiş olan romanın içime sinmeyen yönlerine
yoğunlaşmak. Fakat bir bakarsınız avukat öykülerini tamamlamaya girişmişim ya
da çocuklar için kafamda kurguladığım yeni hikâyeyi anlatmışım ya da yepyeni
bir işe girişmişim… Hayat ve yazı bizi nereye götürürse artık…
Sorularımıza verdiğiniz içten yanıtlar için size teşekkür
ederim.
Ben teşekkür
ederim. Aydili Derneği’nde gerçekleştirdiğimiz saatler süren söyleşimiz gibi
uzun ama keyifli bir sohbet oldu. Umarım okurlarınız da keyif almıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder