21 Ekim 2016 Cuma

YILDIZLARA YOLCU ETTİKLERİMİZ


          Yıldızlara Yolcu Ettiklerimiz
                                                 Münire Çalışkan Tuğ
     Barışa Çağrı

   7 Ekim Çarşamba. Yoğun bir iş günü. Akşam katılacağım toplantının ve 20 yıl önce birlikte çalıştığım arkadaşım Elif Çuhadar’la buluşmanın heyecanı içindeyim.  Yılların biriktirdiği özlemin sona ereceğini düşündüğüm için hiç yorgunluk hissetmiyorum. Elif, benim de 93’ten beri içinde bulunduğum, önce üyesi olarak, sonra da değişik yönetim organlarında görev aldığım EĞİTİM- SEN’in  Genel Eğitim Sekreterliğini yapıyor. Kocaeli’ne 10 Ekim’de Ankara’da yapılacak olan Barış Mitingi’ne çağrı amaçlı gelmiş.

    Kastamonu Cide’de Elif’le birlikte çalıştığımız Dilber’e, Elif’in Kocaeli’nde olduğunu ve akşam Eğitim Sen Kocaeli Şubesinde toplantı yapılacağını haber veriyorum. Biliyorum ki Dilber de çok özlemiştir ortak arkadaşımızı. Dersten çıkar çıkmaz bulduğum ilk araca atlayıp soluğu şubede alıyorum. Elif sendikada bizi bekliyor. Yılların özlemiyle sarmaş dolaş oluyoruz. Ondaki hüzün ve üzüntü hali şaşırtıyor beni. Biz bir masanın etrafına oturmadan eşim arıyor ve o hiç duymak istemediğim haberi veriyor: “Sennur Sezer ölmüş.”   Ben “Olamaz!” diye çığlık atıyorum. Barışa çağrı için gelen, yıllardır görmediğim ve çok özlediğim arkadaşımla daha özlem gidermeye başlamadan yanıyor içim. Bir barış neferini kaybetmenin acısıyla sarsılıyorum. İşte o zaman Elif’in hüzünlü görünümü anlam kazanıyor. Yoğun iş temposuna yetişmeye çalışırken, gün içinde duymadığım, hiçbir zaman duymak istemeyeceğim acı haber içimi kanatıyor. İşçi ve kadın mücadelesinde hep en önde yürüyen, sadece benim değil, herkesin Sennur Abla’sı  olan bu yiğit ve üretken kadının ölümünü kabullenemiyorum. Gözlerimden yaşlar sızıyor, yüreğim kor ateşlere yanıyor. Şimdi barış mitingine katılmak, Sennur Sezer’in anısına saygı duymakla eş anlamlı olarak daha bir önem kazanıyor.

    Toplantıda barış mitinginin önemi, alınan önlemler, dikkat edilmesi gerekenler, olası provokasyonlar ayrıntılı alarak konuşuluyor. Geniş bir katılım sağlanmasının önemine değiniliyor. İki buçuk saat süren toplantının sonunda sendikadan çıktığımızda yağmur yağıyor. Yağmura hazırlıksız yakalanıp ıslanıyorum. Eve gelinceye kadar da epeyce üşüyorum. “Ne olursa olsun hasta olmamalı, bu mitinge katılmalıyım.” diye düşünürken ertesi gün ateşleniyorum. Perşembe gününü zor bitiriyorum. Eve geldiğimde ateşim iyice artıyor. Dolayısıyla mitinge gidemiyorum.

      9 Ekim Cuma akşamı ve gecesi benim için oldukça zor geçiyor, bir yandan da Barış Mitingine gidememenin üzüntüsü içime dert oluyor. Geceyi uykusuz geçiriyorum. Sabaha karşı dalmışım, eşim sabah erken uyandırmıyor beni, saat 10.10’de uyandığımda hemen televizyonun kumandasına gidiyor elim. “Bakalım kaç bomba patlamış?” deyiveriyorum bilinçsizce. Televizyonu açınca karşılaştığım görüntüler korkunç. Bir süre kilitlenip kalıyorum ekran karşısında. Bir korku filmi yayımlanıyor sanki. İlk aklıma gelen Fevzi Ayber oluyor. Hemen arıyorum. Sesini duymak, sağ olduğunu anlamam demek. “Çok kötü” diyor, sesi titriyor. Ben onun sesinin titrediğini hiç duymadım. Vahşetin boyutlarını onun sesinden tahmin etmem olası. Sonra aklıma gelen herkesi arıyorum. Kimi ağlıyor telefonda, kimine ulaşamıyorum.

   Görüntüler tekrar tekrar yayımlanıyor televizyon kanallarında. Gençler “Bu meydan kanlı meydan” diyerek halay çekiyor. Birden alevler yükseliyor, ardından çığlıklar… “Bakalım kaç bomba patlamış” dediğim için kendimi suçlu hissetme duygum gençlerin söylediği şarkı ile ortaklaşıyor. “ Onlar da biliyorlar mıydı başlarına gelecekleri?   O şarkıyı onun için mi söylüyorlardı?” diyorum içimden.

   Sonra bizim telefonlarımız çalmaya başlıyor. Yurdun değişik yerlerinden arkadaşlarımız, bizim de Ankara’da olduğumuzu düşünerek, bizden haber almak için arıyorlar. Birbirimizin sesini duymak yetiyor ama sevinemiyoruz hayatta kaldığımıza. Parçalanan canlarımız, barışı bombalayanların yarattığı vahşet  sözün bittiği yer. Bir saat içinde birer birer sosyal medyaya düşüyor yitirdiklerimiz. Önce Şebnem, ardından Ali Deniz.   Sonra ardı arkası gelmiyor yitirdiğimiz barış güvercinlerimiz.

            “ Ah Sennur Abla" diyorum "Sen gittin, oğulların kızların da gitti."

   Şimdi 10 Ekim'de yıldızlara yolcu ettiğimiz dostlarımızın mücadele gücünü de kattık mücadelemize. Bundan gayrı onlar için de alanlardayız, onların yerine de barış istiyoruz.


                                                  Ütopya Yayınevi-Ekim 2016

  

ÇİNGENE

                                                                Çingene

Mevsimsiz bir göç başladı
 sonrasız zamanlara
yollar kanadı  ayaklarıma
neşemi ödünç aldı
ağıtlarla  sulanan  dağ çiçekleri
o çiçekler ki
saçımda taç giysimde desen

çingeneyim ben
bilirim acının da
sevincin de her türünü
demiri büker de bileklerim
körüğü çeker de
tutunamaz yüreğim hiçbir yere
dünya evim
gökyüzü yorganım
ondandır obamın her yaz
 başka başka yerlerde konaklayışı.

bir çingeneyim ben
kültür elçisi
türküler taşırım
                      oyunlar
                              sevinçler
dünyanın dört bir yanına
rotasızdır yolculuğum
mevsimlerim her dem yaz

bir çingeneyim ben
erik çiçekleri oynaşır giysilerimde
danslarım kırlangıç uçuşu
hayaller süzerim 
yıldızlı gecelerde yakamozlardan

heybemi ay ışığıyla doldurup
karanlıklara üflerim avuç avuç
bulutlara kurdum salıncağımı
keyfimce salınır
dans ederim
  
çingeneyim ben
 fal bakar umut dağıtırım
falda neler görürüm
onu yalnız ben bilirim.

                      Münire Çalışkan Tuğ
                     18.11. 2015 Kartepe


Aydili Sanat Dergisi
Haziran 2016-18.Sayı

20 Ekim 2016 Perşembe

TOL - MURAT UYURKULAK- İNCELEME/TANITIM



              BİR UZUN YOLCULUK VE İNTİKAM ROMANI  TOL’DE YÜZ YILLIK                  İNSANLIK VE TOPLUM PANORAMASI
                                                                                                           Münire Çalışkan Tuğ

     TOL, İstanbul’dan Diyarbakır’a yapılan bir tren yolculuğun öyküsü.  Bir yol öyküsü gibi görünse de aslında bu yolculuk, baskıcı iktidar karşısında yeni bir dünya düşü kuranların, hem geçmişten geleceğe, hem de  kendi içlerine  yaptıkları bir yolculuktur.
    
     Geçmişte devrimci mücadele yürütmüş, şimdi içkiye sığınan bir şairle bu yolculukta ona yol arkadaşlığı eden,  şairin anlattığı küçük hikâyelerle babasını tanımaya çalışan ve çalıştığı dergiden işini iyi yapmasına rağmen muhalif fikirleri nedeniyle kovulan bir editörün ve onun gibi olan diğer “ötekilerin” öyküsüdür TOL.
      
    Yapılan yolculukta, zaman zaman babanın hikâyesi gencin hikâyesine, gencin hikâyesi de şairin hikâyesine karışıyor; okur, hikâyenin kime ait olduğunu anlamakta güçlük çekiyor. Onların kimliğinde, 1900’lerden 2000’lere, ancak küçük farklarla birbirinden ayrılan bir sürecin karmaşasıdır aslında bize sunulan.
  
     Bir yolculukta, iki insanın hayata ilişkin deneyimlerinin dünden bugüne aktarılması, devreden mücadele süreçleri, dünyayı anlama ve değiştirme çabaları, bir anlamda bunun da uzun süren  bir yolculuk olması, bu yolculuğu kesintiye uğratanlardan intikam alma çabası, bu çaba sırasında yaşanan acılarla baş başa kalınan süreçler…ve daha birçoğu işleniyor, insanı bütün olumlu ve olumsuz yanlarıyla ortaya koymaya çalışan TOL’de.

    Seçilen dil de romanın dokusuna uygun olarak biçimleniyor bu  anlatıda. Konu kaybedenlerin mücadelesi olunca dil de sertleşiyor o ölçüde, kaybetmenin acısı, yenilmişliğin hırsı acımasızlığın diline dönüşüyor. Mücadele ile parçalanamayan kötü gerçeklik, dille sarsılamaya ve parçalanmaya çalışılıyor. Dolayısıyla da kötü, kaba, müstehcen bir dil egemen oluveriyor anlatıya ve sarsmaya başlıyor. Murat Uyurkulak, erotizmin ve pornografinin  yıkıcı  ve parçalayıcı dilini,  sıradanlığa düşmeden, konunun bir parçası olarak kullanıyor ve  güzel bir ihtimal olan devrime giden yolda  okuru sarsmaya devam ediyor.

   Dil evrenini ustaca kuran yazarın roman boyunca altını çizeceğimiz, kullandığı bir imgeyle birçok duruma ve olaya kapılar aralayacağımız cümleleri okurken, anlatılmak istenenleri kaçırmamak için hep dikkatli ve uyanık olmamız gerekiyor. Alışılmışın dışında, ondan çok farklı olarak kurulan imgeler dünyası sizi roman boyunca buna zorluyor. Aşağıda seçilenler bunlardan bazıları:
    Varlığından bile emin olunmayan bir şehre yapılan yolculuktaki ruh halini, “ Nihayet ruhumun fermuarını çekebilecektim.” (s.15),  başarılı çalışmalarına rağmen, bölücü, mimli, terörist olabileceğinden korktuğu çalışanını işten atan patronu eleştirirken,  “Vicdanı beline kaymış editörüm.” (s.15), bir rüyadan uyandığında, akşam birlikte uyudukları kadının gittiğini gören adamın duygularını “ Gitmiş. Bıraktığı yarıktan düşler akıyor, kâbuslar fırlıyor, metaforlar pırtlıyor.”  (s.139), ağlayanları “Ağladıkça içlerinden kara ırmaklar gibi ağular aktı.” (s 95), bir kadını betimlerken “Karşısında duranın içine doru yavaşça süzülen bir atomlar toplamı, sürekli dağılan ve yeniden toparlanan, sürekli dağıtan ve yeniden toparlatan… Duygunun ve zekanın en has birleşimi, bakışı dik,sesi tok, öfkesi kıyıcı üstelik…” (s.90), “Gözleri yüzünün yarısıydı ve içlerinde balıklar yüzüyordu.” S.(74), yeni bir ilişkiyi anlatırken “ Yeşil gözlü, esmer bir kızın ağzına değiyorum birkaç aydır.” (s.60)…ve daha nice ilginç söylem.

  “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” diye başlayan romanda Türkiye’nin toplumsal ve siyasal süreçlerine ilişkin birçok değini de yer alıyor. Bu değiniler okuru 1900’lerin başından 2000’lere yapılan bir yolculuğa çıkarıyor. Okurun bu yolculuktan alacağı keyif ya da öğrenecekleri, ülkesinin tarihi ve toplumsal yapısı ile ilgili bildikleriyle sınırlı kalır ya da zenginleşir. Roman, okuyucusunu içinde yaşadığı toplumun geçirdiği sosyal ve siyasi çalkantıları, ülke tarihindeki kanlı olayları, bu olaylara karşı gösterilen tavırlarla da sorguluyor ve sarsıyor. TOL bize, “Geçmişin mücadele ve kıyımlar tarihini, insan ilişkilerini, ne kadar bilir ve sorgularsanız benden alacağınız da o ölçüdedir.” diye fısıldıyor olaylar arasına yayılan değinilerle. İşte bunlardan birkaçı:
Suç işleyenleri, adam öldürenleri, bombaları patlatanları yurt dışına kaçıranlara “vatansever” payesi verilmesi,
Ülkenin doğusunda 30 yıldır yaşananlara ithafen “Kulak koleksiyonunu getirdin mi?” diye sorulması
Köşe başlarında öldürülen bilim insanları, siyasetçiler,
Eğitimde 12 Eylülle birlikte değişen müfredat programları,
Devrim düşünün ezilmesiyle mücadele içindeki insanların bazılarının savrulması, kimisi delirirken kimisinin karşı devrim saflarında yer alması,
Gazetelerin gerçekleri örtmek için sansasyonlar peşinde koşması, insani olanı değil, bomba etkisi yaratacak olanı kovalamaları; gazetelerin, medya patronlarının elinde, alınıp satılabilen en kıymetli ideolojik aygıtlar haline dönüşmesi.
Mübadele sonrası yaşanan sıkıntılar, malların varlığını kanıtlayan belgelerin çalınması
Ortama ve yönetime göre parti değiştiren vekiller,
Fuhuş, oğlancılık, baskı, zorlama, yok sayma, işkence, hukuksuz işten atmalar ve daha niceleri.

     Murat Uyurkulak bu ilk romanında birçok görüntüyü de satır aralarında ustaca işleyerek bizim hafızamıza kazımayı başarıyor. Örneğin roman kişilerinden Oğuz’un bir bacağının diğerine göre kısa olması, bu bacakla ilgili olarak anlatılan ve içimize taş gibi oturan tuvalet kapısının arkasındaki yosunlu tuğla, fındık farelerini leblebi gibi yutup sonra onları capcanlı geri çıkaran Ada, şairin bir marketin raflarını andıran ceplerinde her şeyi bulmanızın mümkün olduğu ceketi…   Bunlar benim seçtiklerim, siz daha pek çoğunu bulacaksınız romanda.
   Romandan ilginç ve övülmeye değer bulduğum bir örnek daha verip ondan yapılan alıntılarla bitirmek istiyorum.
       Doğrudan yazmadığı  tarihi  “Bir, bir, sıfır, dokuz, bir ,dokuz, sekiz ,sıfır”  olarak olay kişisine söyleten Murat Uyurkulak (s.187) -  12 Eylül’ün toplum ve birey hayatında yarattığı etkiyi de direkt anlatmak  yerine, kelimeleri ve cümleleri parçalayarak vermeyi yeğliyor. (s.191) O parçalanmışlıkta, işkenceyi, tecavüzleri, kurşuna dizmeleri, kan kusanları görüyoruz; insanların, bedensel, duygusal ve düşünsel bütünlüklerinin nasıl bozulduğunu, bu bozulmanın   onlara verdiği acıyı   okuyoruz.
 “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” diye başlayan roman, bu ihtimalin hala var olduğu  düşüncesini romanın sonunda “Huzurla kapattım gözlerimi, derin bir nefes çektim. Bir ihtimal olduğunda   devrim ne kadar da güzel, diye düşündüm. Uzaklarda bir yerlerde ard arda silahlar patladı. İstasyonun kapısından esmer mi esmer bir çocuk bağırarak fırladı dışarı:
 Ma ne durisız! Topal Efe Gabar’dan inmiş Amed’e giriy laa”  ifadeleri ile canlı ve diri tutuyor.

  Denebilir ki TOL, öfkenin, intikamın, yolculukların, yalnızlığın, savrulmanın, inancın, acının, aşkın, ihanetin,  mücadelenin, sadakatin, çatışmanın romanıdır, ülkenin yüz yıllık panoramasıdır.

   Aşağıda; T, O ve L bölümlerinden oluşan romanın, her bölümünden yapılan birer alıntıya yer verilmiştir.  
  
   “Çözüldün ve utancından ölecek haldesin. Adın, ancak dünyanın yarısı havaya uçarsa temizlenir diye düşünüyorsun. Zaten durmadan bunu planlıyorsun.  Birbirinden nafile intikam planlarıyla oyalanıyorsan. Kafana kurşunu sıkana kadar da bundan başka bir şey yapacağın yok. Geçen sene aldığın o allahlık kırıkkale tutukluk yapmazsa tabii.” ( TOL-Murat Uyurkulak, Bölüm:T )

“ Yoksulduk. Pasteldi. Aksi mümkün değildi.
İlk evimizin, hayır, ilk izbemizin duvarlarını kiremit rengine boyamamın Esmer’de doğurduğu öfke, belki zor çocukluğunu geçirdiği, evlerinin   her biri kiremit damlı, ak duvarlı Ege kasabasının  ona erken bir fahişe umursamazlığı katamamasından kaynaklanmıştı, bilemiyorum, nereden bileyim, konuşmuyordu hiç.
    Belki ilk kez bir babaya, bir abiye, bir başka tanıdık pezevenge açılmış iki sıska bacağın defalarca tekmelediği oda duvarlarının kiremit rengi olup olmadığını da sormuyorum hiç.böyle it gibi soru olur mu hiç? ( TOL-Murat Uyurkulak, Bölüm: O)

"Ülkeyse,  üç vakte kadar bırakıp gideceğini bilmeden şeker bir delikanlıya abayı yakan ve bir yığın git gelle karar bozduğu anda dokunulup okşanılmadan kalan bir bakire misali,  önce bunalıma girdi, bir müddet sustu, Sonra gözü sokaktan geçen ite uğursuza takılmaya başladı, kendini bir iki öptürdü, sonra üzerine bir hafiflik geldi, dillendi de dillendi,  sonra da her şeyi unuttu, kötü yola düşüp bir fahişe kadar özgür oldu, özgürlüğünü de istibdatla pekiştirdi.”  ( TOL- Murat Uyurkulak, bölüm:L)

               

aydili 
                  sanat dergisi
     Haziran 2016-18.sayı


12 Ağustos 2016 Cuma

CAN YÜCEL'E MEKTUP



           Sevgili Can Baba,
            12 ve 17 Ağustos 1999’da  iki büyük deprem yaşadık. 12 Ağustos’ta içimize saldığın acının yüreğimizdeki enkazını kaldıramadan, 17 Ağustos’ta  Marmara yerle bir oldu. Sarsıldık, bir daha da toparlanamadık. O günden beri, en büyük hayalim, Datça’ya gelip senin yaşadığın, havasını içine çektiğin ,suyunu içtiğin ve en önemlisi de toprağına karıştığın yerleri gezmek, senden izler bulmaktı. Sonunda gerçekleşiyor hayalim.
    Sabahın erken saatinde, Marmaris’ten Datça’ya doğru yola çıktığımda tüm benliğim seninle doluydu. Senin şiirlerin, gürül gürül sesin kulağımda çınlayıp durdu yol boyunca. Geçtiğimiz her koyda, durup baktığımız her yerde senden bir parça bulmak istiyordum. Sanki Datça, Datça olmaktan çıkmış, Can Yücel olmuştu. Can Evi’ne ulaşmak, sevgiliye kavuşmak kadar heyecan vericiydi. İşte sana geliyorum Can Baba, coğrafya bilgini Strabon'un  "Tanrı, çok sevdiği kulunun uzun ömürlü olmasını isterse, Datça'ya gönderir ' sözünün büyüsünü senin özlemine ekleyerek.  Sanki sana kavuşunca gençliğimin uçarı günlerine, üniversite yıllarıma geri döneceğim.
   Seni ilk tanıdığımda üniversite öğrencisiydim. Fuardaki imza gününün sonunda yoksul öğrenci evimizde ağırlamıştık seni. Nasıl da heyecanlıydık. Türkiye’nin en ünlü şairlerinden biri evimize gelmişti. Beraber şarap içip, edebiyat üzerine konuşmuş, şiirler okumuştuk. İşte o gürül gürül sesin, o günden beri silinmedi kulaklarımdan. Ertesi gün okula gittiğimizde havamıza diyecek yoktu. “Dün gece Can Yücel’le…” diye başlayan cümleler kuruyorduk, fırsatını bulduğumuz her ortamda.
    Datça’nın  girişinde arabamızı durdurup mezarını soruyoruz.  Uzaktan bakınca diğerlerinden  farklı bir mezar görebileceğimizi düşünürken,  kırılmış mermer parçalarıyla karşılaşıyoruz. Mezarını,  ayak ucundaki  “ Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi.” cümlesi ve altındaki Can Yücel imzasından tanıyoruz. Üzülüyoruz, ölünün  de  mezarında rahat bırakılmadığı bir düşmanlığı anlayamıyor belleğimiz.
     Mezarına eğilip söyleşmeye başlıyorum seninle. Almanya’da yaşayan arkadaşım Şükran’ın selamını ve özlemini fısıldıyorum kulağına. Sen bana şiirler okuyorsun.  Bir taraftan da “dapduru” kalkmanı bekliyorum. Kalkmıyorsun.
  Beni kuzum Datça’ya gömün/ Geçin Ankara’yı İstanbul’u!
Oralar ağzına kadar dolu/ Alabildiğine de pahalı
Örneğin Zincirlikuyu’da / Bir mezar 750 milyona,
Burası nispeten ucuzluk/ Ortada kalma tehlikesi de yok
Hayır dua da istemez
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
diyen dizelerine sarılıp Can Evi’ne doğru yola koyuluyoruz. Taş evler, begonvillerle süslenen  sokaklar, güler yüzlü insanlar, mis gibi kekik kokusu, muhteşem bir doğa,..  Derken, Can Yücel  Sokak’ta buluyoruz kendimizi. İçimiz ısınıyor. Sokak levhasının hemen yanında o çok sevdiğim dizelerin:
En uzak mesafe
ne Afrika’dır,
Ne Çin,
Ne Hindistan
Ne seyyareler
Ne yıldızlar geceleri ışıldayan.
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir,
Birbirini anlamayan.
 Sokak boyunca ilerliyoruz. Daracık sokağın duvarlarına asılmış kağıtlarda sana olan özlemini yazmış sevenlerin.
“Deniz içiyor, rüzgar yiyorum, bir de seni özlüyorum Can Baba”
“Üç yaşımdayım, ve seni tanıyorum.”
“Bana bir varmış de. Bir varmış bir yokmuş deme,  içime dokunuyor.”
   Bu özlem ve sevgi dolu mesajları okuya okuya Can Evi’ne geliyoruz. Kapı kapalı. İçeride hafif bir müzik çalıyor. İçerdesin de bize kapıyı açmıyorsun hissine kapılıp  biraz alınıyorum. Komşularına soruyoruz.” Güler Yücel yaşlandığı için ziyaretçi alamıyor.” diyorlar. Evin kapısında asılı yazıları okuyor, fotoğraflar çekiyoruz, Kafamı soktuğum bahçe çitinin ardında  mermer kaide üstündeki yazıyı fotoğraflıyorum.
Yaşamayı yaşamak istiyorum, demiştim.
Neylersin ki, bu damda bu dem
Ayaklarımla uyaklarımda zincir,
Böyle topal koşmalarla geçiyor günlerim.
Oysa- medhetmek gibi olmasın kendimi ama-
Yaşamım benim en güzel şiirim.
                                       Can Yücel
Başka bir mermerin yanına toprak bir küp konmuş, karanlık ağzı da mermere çevrilmiş. Üzerinde yine senin dizelerin:
İçimdeki karanlığı patlatacağım
Ve beynimin en ölümcül yaşlarıyla
      Ağlaya ağlaya
Yepyeni bir insan
      Pırıl pırıl bir can
         Bitecek toprağa.
                           Can Yücel
  Sonradan öğreniyorum ki bu mermer kaideler, mezarına yapılan saldırıdan kurtarılan parçalarmış. İçim bir kez daha acıyor; birbirini anlamayan iki kafa arasındaki mesafeyi  ölçmeye  çalışıyor, beceremiyorum.
  Can Evi’nden ayrılırken ben de, bir kağıda senin dizelerini yazıp sokağın bir duvarına yapıştırıyorum.
“Her yürek sevebilseydi eğer ayrılık hiç olmazdı. 
Her seven yürekli olsaydı zaten 'aşk' bu kadar basit olmazdı !”
  Sonra  durup el sallıyorum. Hoşça kal Can Baba. Mekanın Datça olsun. Dostluğun ve kardeşliğin sofrasında, sanatın aydınlığında, yaşanası bir dünya için “ şerefe.”
  Dipnot: Dapduru: Ansızın. ( Can Yücel - Düş Bozumu )
                                                                                                                         Münire Çalışkan TUĞ
                                                                                                                                22.05.2014







11 Ağustos 2016 Perşembe

YEŞİL ELMA BUĞUSU

      


                                                  Yeşil Elma Buğusu


Sensizlik bir akrep gibi kemiriyor içimi 
hain tuzaklarda vurulup düşüyorum
gecenin karanlık koynuna
uykularım kan kusuyor.

                   oysa ben senin dallarında
                    düğüm düğüm elmalar büyütmek isterdim
                    yeşil buğuna sarınıp
                    sarp yamaçlarına tutunuşu ondan köklerimin.

çölde bir kaktüs gibiyim
 “Diren”iyorum da susuzluğa yakıcı sıcağa
dayanamıyorum sensizliğe
     buruk günbatımlarında güneşler doğurup
     sana türküler büyütüyorum
beyaz güllerin sadakatine sığınarak
çiyler biriktiriyorum
ıssızlığımın beter gecelerinde
seni beyaz tomurcuklarından doyasıya öpmek için.

                                                                          Münire Çalışkan Tuğ







1 Ağustos 2016 Pazartesi

ÖZGÜRLÜK





ÖZGÜRLÜK
Günün erken  saatlerinden birinde
Yüklen sırtına umutlarını,
Kadıköy  iskelesindeki banklardan birine otur
Yüzünü dön denize
Bir sigara yak
Dumanıyla savrulsun kederlerin
Bırak rüzgar dağıtsın saçlarını


Bir simit al küçük satıcıdan
Umuda bir lira katkı sun
Sonra gir kentin içine
Adımların karışsın kalabalığa
Unut yalnızlığını

Telefonuna bakma hiç
Ulaşamasın bugün kimse sana
Sen İstanbul ol,
İstanbul seninle özgür.

                                   17.10.2014  İST

        



29 Temmuz 2016 Cuma

MAVİ




                                                                        MAVİ

yağmur yüklü bulutlarla ağırlaşan
bıçak sırtı bir maviydi gece
yıldırımlar yardı karanlığı
ellerim geceye yük

mavi düşler sızarken gözlerinden yüreğime
gençliğimdi dalgalanan denizlerce
gündönümü gözlerini uzat bana
dalgalarına gömüldüm

bir yanım zemheri ayazı şimdi
bir yanım çöl sıcağı
umutlarını yitirmiş bir ressamın
yarım bıraktığı resim gibiyim
dağınık
düzensiz
renkleri parçalanmış
karanlık bir odada
ışıktan renkten fırçadan yoksun

gel boya beni maviye

                               29.7.2016  Kartepe



2 Temmuz 2016 Cumartesi

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


                                                                                                   Münire Çalışkan Tuğ                                            yüreğimdeki çığlığın                                                                                                                                                                                                                                                                          dudağımdaki mührüdür                                                     
suskunluğum.
                                          
                              İNCİR ÇEKİRDEĞİ 

-Dolaptaki incirler nereye gitti?
- Geçen gün misafire çıkarmıştım sonunu. Alırız markete gidince.
- Neden söylemiyorsun, ‘alırmışız markete gidince.’ , zamanında söyleseydin,  alırdım ben.  Sen zaten neyi zamanında söyledin ki?  Elimi attığımda bulsaydım bir şeyi de.
   Susmak bilmiyordu adam. Alt tarafı incir bitmişti evde. Ne vardı bu kadar uzatacak. Gittikçe yükseldi ses. Bağıran, azarlayan, kabına sığmayan ses.  Karşısındakinin sesini, önce kısan, sonra yavaş yavaş duyulmaz eden ses. Kadına zaman içinde sözcüklerini yutturan, yuttururken boğazında düğümlendiren ses.

                Yıllardır yuttuğu sözcüklerle  içinde  taş yığınları oluşturmuştu  kadın.

     Ne zaman kendini savunmaya kalksa,  adamın kocaman açılan gözleri bulutlanırdı. Kapkara bulutlar, yeryüzünü yutacakmış gibi alçalan, korku salan bulutlar. Şimşekler çaktıran, yıldırımlarla her yana ateşler saçan;  seller oluşturup, felaketler yaratan bulutlar.  Köprüler, evler yıkan, ağaçlar deviren, açılan ağızlara dolup çığlıkları boğan selleri ortalığa salan bulutlar.
   Yine susmuyordu işte. Felakete gebeydi her yer ve kadın. Dalga dalga yayıldı ses. Duvarları yıktı, kapıları kırdı. Üst katlara, alt katlara, başka kulaklara ulaştı. Ulaştığı her yerde, kulak kesilip nefessiz dinleyen heykeller yarattı.
    Bulutlanan gözlerin felaketine neden olan incir çekirdekleri her yana saçıldı. Adam, ha babam onların  içini  doldurmaya çalışıyordu. Duvarları yumrukladı, televizyonun kumandasını parçaladı, sehpaları, koltukları tekmeledi. Kırdı, döktü. Kırılan her parça  gözyaşı seline kapılıp yuvarlana yuvarlana  gitti. Kadının, bin bir umutla hazırladığı, düşlerini özenle yerleştirip kilitlediği çeyiz sandığı duvarlara, kapılara çarpıp parçalandı. İçindeki beyazlar, allar, morlar, yeşiller,  kendilerini sürükleyen suyun içinde, birbirine sarılmış döne döne uzaklaşıyordu.
     Gençliğinin heyecanını, kahkahasını  yitirdi kadın.  Gözünün yaşı dudağının boyasına bulandı.  Elbisesindeki çiçek, mutfak takımlarının papatyası, yatak odasının kanaviçeleri soldu.

                 Gökkuşağını yitirdi kadın.

    Annesinin düğün hediyesi olarak aldığı   vazonun parçalandığını görünce, ne zamandır önüne eğdiği başını kaldırdı, yorgun sözcükler dile geldi, içinde biriktirdiği çığlığı boşalttı kadın.
   Kara bulutlar çekildi, gökyüzü aydınlandı, güneş ışıdı. Baharda toprağı iterek filizlenen bir tohum gibi kıpırdadı. Dal dal çoğaldı, büyüdü, eve sığamadı. Pencereler açıldı, duvarlar yıkıldı, çantasını alıp çıktı kadın, kapıyı gürültüyle kapattı.
     Kapının önünde derin bir nefes aldı. Ciğerlerinin önce dolduğunu, sonra yandığını hissetti. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Baharın top top bulutları, ışıl ışıl salınıyordu.  Bulutların altında hızla ilerledi.
                    Yitirdiği baharını arıyordu kadın.


Temmuz 2016

                                                                                                                                                         

30 Haziran 2016 Perşembe

güvercin telaşı/iki kadın

                           

      güvercin telaşı/ iki kadın
                                       
                                                                              Hocam Gönül Balkır'a
                     
dalgalı denizde bir sandal
battı batacak
rüzgar artırdıkça hızını
büyüyor dalgalar

bir kadın
son gücüyle
asılıyor küreklere
içi kara geceden  kara
tam da tükenmişken gücü
umut tükenmişken
daha da koyulaşırken 
içindeki karanlık
rüzgara ve dalgalara karışırken çığlıklar
avını beklerken derinlerde 
köpekbalıkları
bir el uzandı karşı sahilden

gel dedi korkma
kapılma umutsuzluğa
asıl küreklere
bırakma

beyaz güvercin telaşıyla
uzandı soluğu karşı kıyıya
sandaldaki kadının

onardılar yıpranmışlıklarını
kabuk bağladı yaraları zamanla
 tazelendi nefesleri

mavi yolculuklarında
uçurtmalar gibi yükseliyorlar şimdi
rüzgara karşı
rengarenk tüyler bırakıyorlar geriye
gökkuşağının altından geçerken
izlerini sürmek isteyenler için
                  
                                                                                   Münire Çalışkan Tuğ


                               Mart 2016/ 17.sayı

29 Haziran 2016 Çarşamba

bekle beni




bekle beni

bekle beni sevgili
tacize tecavüze uğrayıp
 kollarım kesilerek
öldürülmezsem

patlayan bombalarla
bedenim parçalanmazsa

özgürlük mücadelesinde
zindanlara kapatılmaz
bodrumlara doldurulup
yakılmazsam

dilimi tutsaklıktan kurtarıp
kendimi anlatabilirsem
tüm dostlarıma

ayaklarımdaki prangaları kırıp
koşabilirsem
birleştirebilirsem adımlarımı
başka adımlarla

sesimi katabilirsem sesine
çığlığımızı yükseltebilirsek 
birlikte

bekle
 mutlak geleceğim.

29.06.2016


5 Haziran 2016 Pazar

HAMAYLI



                                        HAMAYLI
                                                               Münire Çalışkan Tuğ

       Kimi yaşananlar bizi dilsiz bırakır hayat boyu, tüm sırlarımızı yanımıza alıp arkamızda soru işaretleri bırakarak sessizce gideriz bu dünyadan.
    Anneannem de öyle yaptı, tüm sırlarını tabuta yükleyip aramızdan ayrıldı, ardında küçük sızıntılar bırakarak.
   Annem telefon edip onun çok hasta olduğunu, hemen gelmem gerektiğini söylediğinde içime tarifsiz bir hüzün çöktü. Sesini hiç duymadığım; ama dudaklarının kıpırtısından kendi kendisiyle sürekli konuştuğunu düşündüğüm anneannemin, bize açmadığı sırlarıyla birlikte toprağa gömülecek olmasının acısı çöktü içime.
   Salonda pencere kenarına yerleştirilen koltukta sabahtan akşama kadar, sessiz bir yığın gibi oturan bu kadın, sürekli örgü örer, bir yandan da durmadan dudaklarını kıpırdatırdı. Kimle konuşurdu, ne anlatırdı, bizle niçin konuşmazdı, o şişlerle örgü mü, yoksa bir acıyı mı örerdi? Konuşsaydı ne söylerdi, acaba dudakları var da dili mi yoktu?
    Öne arkaya sallana sallana örgü örüşü, koltukla bütünleşmiş hali bana hareketli bir heykeli düşündürmüştü hep. Bıkmaz, yorulmaz, sabahtan akşamlara kadar, zorunlu gereksinimleri hariç, yerinden hiç kalkmazdı.  Ara sıra sağ eliyle, boynunda asılı duran, Amerikan bezinin balmumu ile kaplanmasıyla yapılmış, içinde ne olduğunu bilmediğimiz, avuç içi büyüklüğünde, üçgen biçimli hamaylısını yoklar; onu önce aşağıya, sonra soldan sağa çeker, kıpır kıpır dudaklarıyla örgüsüne dönerdi. Evin her yanı onun ördüğü örtülerle kaplanmıştı, koltukların üzerleri, perdeler, sehpalar… Koltuklara otururken, perdelere dokundukça içimiz ürperirdi.
   Koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde küçük bir radyosu vardı. Sabahları saat 10’u 10 geçe ve öğleden sonraları 16.20 de yavaşça radyonun düğmesine uzanır  “Arkası Yarın” dinlerdi.  Onu dinlerken gözlerini karşı duvara sabitler, dudaklarının kıpırtısı durur; heykel, hareketsiz görünümüne kavuşurdu.
     Boynuna sarılmama, dokunup kaçmalarıma, onunla oynamak, şakalaşmak istemelerime hiç tepki vermezdi. Zamanla diğer aile bireyleri gibi ben de onu uzaktan izlemeye alışmış, yaşamıyla ilgili olarak, annemden ve komşu kadınlardan duyduğumla yetinmeye başlamıştım.
     Anlatılanlara göre zengin bir ailenin yanında besleme olarak kalmaya başladığında annem bir yaşındaymış. Gündüz evin işlerini görür, gece de annemle birlikte, tavan arasında, kendilerine ayrılan odada yatarlarmış. Örgü örmeye ve Arkası Yarın dinlemeye o evde başlamış. Dedem de o ailenin bahçıvanlığını yapan, ilk eşini yitirmiş,  yoksul ve kimsesiz bir adammış. Dedemle evlendirilip evin bahçesindeki müştemilata yerleştirilmişler.
   Dedem:
“Benimle de hiç konuşmadı, hep kendisiyle konuştu,  ben onun sesini hiç duymadım.” derdi sorduğumda.
Annem:
“ Annemle biz bakışarak anlaştık kendimi bildim bileli, sessizliğin derin diliyle konuştuk, sadece bir gün, ağıt gibi bir türküyü mırıldanırken duydum sesini. Bir daha da hiç açmadı ağzını.” demişti.
   Anneannem konuşmadığı gibi, hiç gülmedi, ağlamadı. Tek kişilik dünyasında hep içine aktı durgun bir nehir gibi. O nehrin suyunda neler taşıdı, hangi acılar nehirle sürüklenip içinde birikti, bilemedik.
     Çok hasta olduğunu duyup geldiğimde yatağına boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Gözlerini sımsıkı yummuştu. Dudakları ara sıra kıpırdıyor mu, yoksa bana mı öyle geldi, anlayamadım. Komşularımızdan birkaç kadın da gelmiş, ortak bir sessizliğe gömülmüşlerdi hep birlikte. En yaşlı komşumuz Neriman teyze fısır fısır kuran okuyordu ona duyurmamaya çalışarak.
     Yanına yaklaştım, elini tuttum; vücut sıcaklığını hissetmesem, yerinden sökülüp yatağın üzerine devrilmiş yaşlı bir kadın heykeli diye düşünürdüm. Yüzüne baktım.  Gördüğüm, bir yüz değil de suyu çekilen bir gölün, sıcaktan kavrulan çamurlarının parçalara ayrılmış görüntüsüydü sanki. Derinleşen çizgilerde saklanan gizleri görmek istercesine eğildim, öpmek istedim, öpemedim, geri çekildim. “ Gidiyor.” dedim, kendi kendime. ” Bizden sakladığı her şeyi alıp gidiyor.”
    Birden inanılmaz bir şey oldu. Yüzündeki çizgiler gerildi, kurumuş gölün parçaları hareketlendi. Anneannem neşeli bir sesle gülmeye başladı. Gözleri hala kapalıydı. Ellerini kaldırmaya, birilerine ulaşmak istercesine uzatmaya çalıştı. Dudakları aralandı, önce hırıltılı sesler çıkardı. Ardından hiçbirimizin anlamadığı bir dilde, ilk defa duyduğum neşeli bir sesle konuşmaya başladı:
 “ Pari yegar mama, pari yegar hayrık,  yes lav  em, kezi gı sirem Dikran.”*  Kolunun son gücüyle boynundaki hamaylıyı yokladı, aşağıya ve soldan sağa doğru çekti. Konuşması yavaş yavaş duyulmaz oldu, dudaklardaki kıpırtı bitti, yüzünde mutlu bir gülümseme ile derin bir sessizliğe gömüldü. Odaya yayılan sessizlik,  anneannem konuşurken ağlamaya başlayan Neriman teyzenin hıçkırıklarıyla bölündü. Anneannemin ölümüne mi üzülmüştü, onun söylediklerini mi anlamıştı, yoksa yaklaştığını düşündüğü ölümüne mi ağlıyordu, anlayamadık.
    Cenaze işlemleri bitince inançlar gereği, hamaylının toprağa gömülmesi gerekirdi. Bunu ben üstlenmiştim. Onu, bahçemizin en uzak köşesine açtığım çukura gömmek üzereyken dayanılmaz bir istekle titredim. Yavaş yavaş açtım mumlu bezi. Katlar açıldıkça heyecanım artıyordu. Son kat da açılınca naylonun içindeki katlanmış kâğıdı gördüm. Naylonu yırtıp kâğıdı açtım. İçinden, bir haç ve bugünkü boyutlardan çok küçük, siyah- beyaz bir fotoğraf çıktı: Kucağında, bir yaşlarında bir çocukla genç bir kadın,  ona sarılan bir adam, kadınla adamın birer yanında orta yaş üstü bir kadın ve adam. Fotoğrafın arkasını çevirdim.
      “ 1913- İstanbul
        Annem: Zareh
        Babam: Arsen
        Eşim: Dikran
        Kızım: Anahid
        Ben : Araksiya
   Vurgun yemiş gibiydim, koca bir tarih üstüme çöküyor, anneannemin sessizliği çığlığa dönüşüyordu. Bahçe duvarının dibine çöktüm, oturduğu koltukta acılarını ilmek ilmek ören anneannem için hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Neden sonra ayağa kalkıp haçı mezarının baş kısmını biraz eşeleyip oraya gömdüm.
    Resmi anneme hemen göstermemeye karar verdim. En azından acısı biraz hafiflemeliydi. Bir süreliğine anneannemin derin sessizliğini ben devraldım. Sonrasına birlikte karar verirdik nasıl olsa.
*  ( Hoş geldin anne, hoş geldin baba, ben iyiyim, seni seviyorum Dikran)

   


25 Mayıs 2016 Çarşamba

AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI


                                           

                                                      AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI
                                                                                               Münire Çalışkan Tuğ
    Mağazadan hızla çıktı. Ana caddeye açılan kapının önünde durdu, çevreyi kontrol etti. Sanki birisinin kendisini görmesinden korkuyordu. Merdivenleri koşarak indi. Caddeye geldi. Yağmura aldırmadan yürüdü. Köşeyi dönünce adımlarını yavaşlattı. Her adımda, bedeninin belden yukarısı ileriye doğru yaylanıyor, sonra diğer adımla geri geliyor, bir sonrakinde tekrar ileriye uzanıyordu.  Adeta mesafeyi ölçermiş yürürken, omzuna attığı ceketin boş kolları düzenli salınımlarla bu yürüyüşe eşlik ediyordu.
   Geniş caddenin sağ tarafında durdu, gelen ilk taksiye bindi. “Sütlüce” dedi buyurgan bir sesle. Sağ eliyle ceketinin sol iç cebini yokladı. Önemli bir işi, kazasız belasız atlatmış olmanın rahatlığıyla gevşedi.
    “Neyse ki kimseye görünmeden hallettim.  Milletin diline düşmeyegör. Allah muhafaza sakız ederler ağızlarında.” diye geçirdi içinden. Derin bir nefes aldı. Hızını artıran yağmurun etkisiyle trafik önce yavaşladı, sonra durma noktasına geldi. Adım adım ilerliyorlardı sanki.
      Arabaya binmeden önce çiseleyen yağmurun giysilerinde yarattığı serinlik tenini ürpertti. Bu ürperme onu beş yıl öncesine götürdü. Gergin yüz hatları gevşer gibi oldu, sonra yeniden eski ciddiyetini aldı. Bir tiyatro oyuncusuymuş da rolünü unutup kendisini oynuyormuş gibi hissetti. Toparlandı.
    Babasının o talihsiz olayda vurulmasının ardından aile ile röportaj yapmaya gelmişti gazeteci Nesrin. Yanında kuzeni Nilay da vardı. Dışarıda serpiştiren yağmur damlaları gömleklerinin üzerinde yayılmış, ince kumaşlar yer yer omuzlarına, kollarına yapışmıştı. Kuzen Nilay ikide bir ürperiyor, vücudu tepeden tırnağa sarsılıyordu. Nilay’ın ürperişleri garip bir etki yapmıştı Serkan’ın üzerinde. Onun da bedeni ürpermiş, damlaların serinliğini omzunda, sırtında, yüreğinde hisseder olmuştu.
   Bir ara gözleri Nilay’ın gözlerine kaymış, donup kalmıştı. Damarlarından kanı çekilmiş, bacaklarını bir titreme almıştı. Yüreği göğüs kafesini parçalayıp dışarıya fırlayıverecekmiş gibi hızla atıyordu. Nefesi daralmış, boğulacak gibi olmuştu. Nesrin, Serkan’ın bu durumunu babasının ölümünden duyduğu üzüntüye yormuş, olayı yeniden anımsattığı için defalarca özür dilemişti ondan. Serkan bunu fırsat bilmiş, elini yüzünü yıkayıp geri gelmişti.  “ Acımız daha çok taze, bu röportajı başka zaman yapsak!” diyerek geçiştirmişti. Rahatlamaya, Nilay’ın gözlerinden yayılan enerjinin kendisi üzerindeki etkisini örtmeye ihtiyacı vardı.
   Yine hızlandı yüreğinin atışları. Nilay’la evleneli üç yıl olmasına rağmen o ilk günkü çarpıntı hala geçmemişti. Bunu hissettirmek istemezdi Nilay’a.  Annesi hep uyarırdı kendisini “Kadın kısmına pek yüz vermeye gelmez, içinden sevecek, belli etmeyeceksin. Sen ‘Olmaz!’ dersen, olmayacak. Senin sözünün üstüne söz etmeyecek. Biz babanla öyleydik, hiç kavgamız gürültümüz olmazdı. Hem erkek sert olursa kimse yan gözle bakamaz karısına.” derdi.
  Babasının annesine aldığı hediyeleri ya bir gezmeye giderken, ya da çok özel günlerde görürlerdi. Bir kere bile onların yanında vermemişti. Çocuklarını kucağına alıp sevmemiş, hep uzaktan hissettirmişti babalığını. Kendisi de şimdi babasının kopyası olup çıkmıştı. Ama kendisini buna zorlayan koşullar vardı, kimseye güven olmaz, güzel karısına yan gözle bakılmasına dayanamazdı. Kadın dediğin korunup kollanmalıydı. Üstelik gebeydi Nilay, aslan gibi bir oğlu olacaktı. Şimdi her zamankinden daha çok korunmaya ihtiyacı vardı.
  Bunları düşünürken, hiç ölmeyecek zannettiği babasının kanlar içindeki görüntüsü geldi gözlerinin önüne. Kurşun tam göğsünün üstünden girmiş, dev gibi adam boylu boyunca serilmişti kahvenin ortasına.  Kavganın kızıştığı, silahların birbirine doğrultulduğu yerde babası girmişti araya kavgayı önlemek için. Nereden bilecekti en çok sevdiği arkadaşının silahından çıkan bir kurşunla öleceğini.
  Yol açılmış, trafik hızlanmıştı.  Saate baktı, daha zamanı vardı. Önce Nilay’ı arayıp gecikeceğini söyledi. Sonra Osman’ı aradı. “On beş dakika sonra oradayım, bir iki tek atar havamızı buluruz;  Ali’yle Ramazan da gelecekler.” dedi.
“Yılbaşında eve erken gitmeye gelmez, adımız kılıbığa çıkar sonra, şöyle biraz demlenip bir yolunu bulur kalkarım.” diye düşündü. “ Hem Nilay da alışırsa hep bekler, sonra da ayıkla pirincin taşını. Kadın kısmını şımartmaya gelmez.” diye geçirdi içinden eliyle ceketinin cebindeki küçük kutuyu yoklarken.
   Birahanenin önünde indi, ağır adımlarla girdi içeri. Arkadaşları gelmiş onu bekliyorlardı. Garsonu çağırıp masayı donatmasını istediler. Garson Hasan “Masayı donat!” sözüyle ne istendiğini iyi bilirdi. Hem Serkan’ın arkadaşları önceden geldiği için hazırlığını yapmıştı çoktan.
   Beş dakika içinde kadehler tokuşturulmaya başlandı. Ramazan, “Kılıbıkların evde karısıyla yılbaşı kutlamalarına içelim” deyip kaldırdı kadehini.  “ Yılbaşı, sevgililer günü, doğum günü, evlilik yıldönümü, kıl günü, tüy günü… Bir başladın mı sonu gelmez onun. Özgürlüğümüze içelim.”
   “Erkek adam karıya yuları kaptırmaz, evinin kralı olur kralı. Her sözü fermandır erkek adamın.” diye ekledi Serkan.
    Sohbet koyulaşmış, kimilerinin erkekliği iyiden iyiye masaya yatırılmıştı ki yan masada oturanlar birbirlerine bağırmaya, küfür etmeye başladılar. Kadehler yerlere, duvarlara fırlatıldı, masa yumruklanmaya başlandı. Serkan bir iki kalkıp oturdu, “Ayıp oluyor ama, sizin yaptığınız erkekliğe sığar mı? ” deyip ileri atılmak istedi. Her seferinde arkadaşları tuttu onu. Kavga sırasında duvara çarpılan bir kadehten sıçrayan cam parçası gelip alnını kanatınca Serkan bir atmaca gibi fırladı yerinden. Küfürler, yumruklar havada uçuştu. O boğuşma sırasında Serkan’ın cebindeki kırmızı plastik kalp yere düştü, Ali’nin ayağının altında çatırdayarak parçalandı. İçinden kırmızı, dantelli bir iç çamaşırı çıktı. Gözler, önce masanın yanındaki dantelli iç çamaşırına, ardından Serkan’a çevrildi. Şimdi kavga durmuş herkes Serkan’a bakarak kahkahayla gülmeye başlamıştı.
  Serkan yerdeki iç çamaşırını tekmeledi. Savrulan çamaşır duvardaki aydınlatma lambasının ucundaki yaprak desenli metalin ucuna takılıp kaldı. Kızgın bir boğanın çıkardığı böğürtüler gibi“ Kim koydu lan onu benim cebime?  Ha, kim koydu, kim? Gösteririm ben size! “diye bağırıp sağı solu tekmelemeye başladı. Önce yan masadakilere, ardından da arkadaşlarına tehditler savurarak kapıdan çıktı. Arkasından seslenen arkadaşlarına küfrederek gecenin karanlığında kayboldu.
  
 
                                                                                     Mayıs 2016- KARTEPE