ELMA
DERSEM …
Münire Çalışkan Tuğ
“Önüm,
arkam, sağım, solum sobe.”
İçi çürüyen
ahlat ağacının kovuğunda, onu ebelemek için sessizce bekliyoruz. Üstümüz,
başımız, elimiz, yüzümüz ağaç çürüklerinin tozlarıyla kahverengiye boyanmış.
Başka bir gezegenden gelmiş gibiyiz. “Elma, dersem çık; armut, dersem çıkma!”
diye bağırıyor ilk sobelenen Ahmet.
Ömer
dikkatli, radar gibi açtığı gözleriyle
tarıyor çevreyi. Ağacın kovuğuna
saklanmak yasak. Ben, Asiye’nin kalp
atışlarını ancak oraya saklanırsak duyabiliyorum. Göğsüne yaslanıp dinliyorum:
Mah-mut, Mah-mut, Mah-mut. Ağacın gövdesindeki küçük delikten Ömer’in az
ilerdeki taşın arkasını kontrol etmek için uzaklaştığını görüp kovuktan dışarı
fırlıyoruz.
“Sobe,
sobe, sobe”
Bize
küçümseyerek bakıyor Ömer. Oyunbozanlık en büyük küçümsenme nedeni. “ Çanak
çömlek patladı.” diyerek el vurup tempo tutuyor diğerleri.
Yıllar sonra
bugün, bir saklambaç oyununda, kasabanın ırmağa bakan yamacındaki ahlat
ağacının kovuğuna gizlenen çocukluğumu arıyorum. Ebe kim- sobelenen kim, bilemiyorum.
Çocukluğumu özlüyorum. “İçimde ne kadar acı varsa boşaltıversem ağacın içindeki
şu boşluğa, ya da aşağıda akan ırmağa. Irmak alıp götürse acıları, biz yine
saklambaç oynasak çocuk sevinçlerimizle.” diye düşünüyorum.
“Çanak çömlek,
sobe, sobe…” Çocukluğumdaki masumiyetini yitiren sözcükler dönüp duruyor
kafamda. Elma dersem…
Kulağımda
çınlayan seslerle kendime geldiğimde, bir suçlu gibi koltuğa büzülmüş ve iyice
küçülmüş buluyorum kendimi. Bütün çocukluğum üzerime yığılmış, kocaman bir
yükün altında ezilmiş gibiyim. Nefesim tıkanıyor. Kalkıp camı açıyorum.
Kasabanın tertemiz sonbahar kokusunu içime çekmek iyi geliyor, biraz
açılıyorum. Karşı tepedeki yaşlı ahlat ağacı, oyuğuna gizlediği çocuk
gülüşlerimle selamlıyor beni. Yamacın dibinde uzanan ırmak, ellerimiz ve yüzümüzden topladığı ağaç
çürüklerinin tozlarını sürüklüyor rahat yatağı boyunca. Çıplak ayakları ve
sırtındaki yiyecek torbası ile Fahriye Teyze’yi görür gibi oluyorum ırmağın
kenarında.
Pencereden ayrılıp yine koltuğa yığılıyorum. Karşı duvarın dibindeki
masanın üstünde duran siyah beyaz televizyon açık. Boş boş bakıyorum ekrana. Ekrandaki
kadın, gözlerini bir ağaca kilitlemiş, hareketsiz duruyor. Kadın ağaca bakıyor,
ben kadına. Sonra anlıyorum ki ağaca değil, içine bakıyor o. Benim bilmediğim,
ne kadar dikkatli baksam da göremeyeceğim bir şeyler geçiyor belleğinden.
Sanki, kanatlanıp, çok uzaklardan gelen çağrıya uyarak uçmak istiyor, ama
uçamıyor. Kadının yüzü iyice yaklaşıyor ekranda. Acı çektiğini ara sıra seğiren
yüz kaslarından anlıyorum. Fahriye Teyze’nin yüzü canlanıyor belleğimde.
Birden
değişiyor sahne. Kadın, ırmağın yanında
yükselen sarp kayalıkların üstünde dimdik duruyor. Aşağısı uçurum. Uçsa kanadı yok, atlasa
parçalanacak. Başının üstünde dönen kuşlardan biri olmak istiyor belki de, ya
da bir rüzgâr, uçurumlara aldırmayan.
Görüntü yine
yaklaştı, arka fonda gerilimi artıran bir müzik. Sağ yanağının kasları iki kez
titreyen kadın, gülmeye başladı. Ağır çekimdeymiş gibi, kollarını yavaşça
kaldırdı, boşluktan aşağıya bıraktı kendini. Kayalara çarpa çarpa ırmağa
ulaştı. Irmak, kendine ulaşan bedeni kucakladı, akışına devam etti.
Fahriye
Teyze, diye mırıldandığımın ayrımına varıyorum. Çocukluğumun ıspanaklı böreklerinin
tadı yayılıyor damağıma. Nasırlı elleri, sıcacık gülümsemesi ile karşıma
dikiliyor Fahriye Teyze. Neredeyse, uzansam ulaşacağım ellindeki börek tepsisine.
Çocukluğumdan gelen görüntüsüyle, “ Ispanak zihin açarmış, yiyin de öyle
oynayın!” der gibi canlı canlı duruyor karşımda. “Çanak, çömlek patladı Fahriye
Teyze, biz büyüdük, oyun bitti,
sobelendik.” diyorum karşımda duran hayali kadının gözlerinin içine bakarak.
Fahriye Teyze,
ırmağın kenarındaki yamaçta ne zaman kurulduğunu bilmediğimiz bu kasabanın en
çalışkan, en mutlu kadınıydı. Irmak kenarındaki bahçesinde sadece sebze değil,
kocaman bir hayat yeşertirdi. Hiç yorulmadan çalışır, ürettiklerini konu
komşuyla paylaşır, o paylaştıkça daha bir verimli olurdu bahçesi. Ekim- dikim
zamanı annelerimizin bize verdiği işleri hemen bitirir, onun bahçesinde alırdık
soluğu.
Açtığı çukurlara
attığı tohumların üstünü örtmeden önce bizi yanına çağırır, bize sırayla türkü söyletirdi. Dediğine göre, bu türküler tohumların can
suyuymuş. Bahçesindeki ürünlerin verimli olmasının nedeni, onlara türkülerle
can suyu vermesiymiş. Bir gün annemi de
görmüştüm, toprağa attığı patates tohumlarına türkü söylerken. Annemin türkü
söyleyen sesini ilk o zaman duymuş, koşarak yetiştirmiştim Fahriye
Teyze’ye. “Demek bu yıl kuzineler hiç
boş kalmayacak, bol bol patates yiyip yaza çok güçlü çıkacağız.” demiş, sırtımı
sıvazlamıştı.
Biri
kız, ikisi erkek üç çocuğu vardı. Büyük
oğlu Ömer polis olmuştu. “ Okumadı haylaz, ama yine de kurtardı kendini.”
demişti kızı Ayşe’nin düğününde görüştüğümüzde. “Ayşe’yi de baş göz ettim. Burada
bize yakın olsun istedim. Yaşlanıyoruz, bir tas sıcak çorbaya ihtiyaç
duyduğumuzda koşar gelir, zaten seviyorlardı birbirlerini.” diye ekledikten
sonra, kaygıyla yüzüme bakıp:
“ Çocuklarımın
hepsini çok severim, ama Ahmet’im bir başkadır, sen de bilirsin. Görüşüyorsunuz
değil mi İstanbul’da? Şimdi Ömer’imin tayini de İstanbul’a çıktı, destek
olurlar birbirlerine. Sen de ayrılma onlardan, o yaban ellerde kollayın
birbirinizi.
Ahmet’im
iyi hoş da biraz değişik fikirleri var,
ana yüreği işte, korkuyorum başına bir şey gelir diye. Bilirsin, seni de
oğlum gibi severim, elini çekme üzerinden. Dinler o seni. Ahmet’im için endişeleniyorum
oğul, beni üzecek bir şey yapmaz, değil mi?
Senden başkasına soramıyorum bunları. Kendisine sorduğumda ‘Sen beni
merak etme anacığım!’ deyip geçiştiriyor.”
Durmadan
soruyor, kaygısı yüreğini bit yeniği gibi oyuyordu. O gece Fahriye Teyze
uyuduğunda uzun uzun konuşmuştuk Ahmet’le. Anasının kaygılarını anlatmıştım
ona. Şimdi burada kilitlenmiş gibi otururken, kulaklarım Fahriye Teyze’nin çığlıklarıyla
uğulduyor.
“Ocağınıza
incir ağaçları dikile katiller, gün yüzü göremeyesiniz inşallah. Ömer’im, sen
polis değil misin, niye kurtarmadın Ahmet’imi? Sen de oradaymışsın diyorlar
silahlar patlarken. Komşular, polis kıyafetli resimlerini görmüşler
gazetelerde. Benim oğlum terörist değildi. İnsanları bu kadar çok seven
terörist olur mu hiç? Ahmet’im, yaktın ciğerimi; komşular, nasıl dayanırım ben
bu acıya?”
İçim iyice
daralıyor. Kapıyı çekip yamaçtaki ahlat ağacının dibinde alıyorum soluğu.
Eğilip kovuğa bakıyorum. İyice ufalanan, neredeyse kahverengi bir küle dönüşen
ağaç çürükleri arasında, saklambaç oynadığım arkadaşlarımı, mutlu çocukluk
günlerimi arıyorum. Ellerim ve yüzüm çürük tozlarına bulanıyor. Fahriye
Teyze’nin çocukluğu gülümsüyor ağacın kovuğundan.
Kovuğa
başımı uzatıp “Elma, dersem çık; armut, dersem çıkma” diye fısıldıyorum. Fahriye Teyze ağacın çürük tozlarının
kahverengisine bulanmış saçlarıyla uzatıyor başını kovuktan. Bembeyaz saçları
kına kızılı. Üstündeki giysiler parçalanmış, yırtıklarından teni görünüyor.
Ayakları çıplak. Sağ elinde boyunun iki katı uzunluğunda bir değnek. Sol eliyle, içini yiyeceklerle doldurduğu
poşete geçirdiği ağaç parçasını omzuna atmış, onu tutuyor. Poşetin içi
görünüyor. Ne bulduysa doldurmuş: küflenmiş ekmek parçaları, sararmış marul
yaprakları, kuru erikler, peynir, zeytin, gazete parçaları… Beli hafif öne
bükülmüş, elindeki uzun değneğin ucunu yere dayayarak ağır ağır çıkıyor ağacın
kovuğundan. Yanımdan geçip ırmağın yanındaki yola iniyor. Karşıdan gelen adamı görünce
omzundaki torbayı ve değneğini atıp koşmaya başlıyor. Hemen pantolonuna
saldırıyor genç adamın. Adam kendini kurtaramıyor Fahriye Teyze’nin elinden.
Aradığını bulamayınca dizlerinin üstüne çöküp dövünmeye başlıyor. Genç adam
ayaklarının üstüne düşen pantolonunu hızla toplayıp uzaklaşıyor. Fahriye Teyze
neden sonra ayağa kalkıyor, yere attığı poşetini omzuna, uzun değneğini eline
alıp çok uzak diyarlardan gelerek yine çok uzaklara giden bir derviş edasıyla
ilerliyor yol boyunca.
Ağaçtan
kopan, yosunlu ve çürük bir dalın, ayağımın ucuna düşmesiyle kendime geliyorum.
Kalkıp mezarlığa yürüyorum. Dün Fahriye Teyze’yi gömdüğümüz, daha toprağı
kurumamış mezarın başında alıyorum soluğu, Bir yandan da kızı Ayşe’nin
anlattıkları dönüyor kafamda.
“ Annem hiç
inanmadı abimin öldüğüne. Hep çıkıp gelir diye bekledi. Sırtında taşıdığı
torbaya ne bulduysa doldurdu ‘Ahmet’im acıkmıştır!’ diye. Yoldan kimseyi
geçirmez, adamların pantolonunu indirip abimin kasığındaki kocaman beni arardı.
Önceki gün, çocuklar ahlat ağacının altında saklambaç oynarken, ‘Benim oğlum geliyor, bakın bakın ırmağın
ortasından bana el sallıyor, hemen alıp geliyorum, o da sizinle oynasın’ demiş, ırmağa koşup dalgalara karışmış. Cesedini beş
saat sonra bir ağaç köküne takılı bulduk.”
Mezara
çömeliyorum, elimi ıslak toprakta gezdiriyorum. Çocukluğumuzda tohumları
kapatmadan önce söylediğimiz bir türkü geliyor aklıma. Mezar taşına bakarak
türküyü mırıldanıyorum. Gözlerimden süzülen yaşlarla can suyu veriyorum toprağa
düşen bedene. Sonra hıçkırarak saklambaç oyunayan bir çocuk gibi ona
sesleniyorum.
“Elma, dersem…”