26 Şubat 2017 Pazar

ELMA DERSEM...


                                                         ELMA DERSEM …
                                                                                            Münire Çalışkan Tuğ

    “Önüm, arkam, sağım, solum sobe.”

    İçi çürüyen ahlat ağacının kovuğunda, onu ebelemek için sessizce bekliyoruz. Üstümüz, başımız, elimiz, yüzümüz ağaç çürüklerinin tozlarıyla kahverengiye boyanmış. Başka bir gezegenden gelmiş gibiyiz. “Elma, dersem çık; armut, dersem çıkma!” diye bağırıyor ilk sobelenen Ahmet.
   Ömer dikkatli,  radar gibi açtığı gözleriyle tarıyor çevreyi.  Ağacın kovuğuna saklanmak yasak. Ben,  Asiye’nin kalp atışlarını ancak oraya saklanırsak duyabiliyorum. Göğsüne yaslanıp dinliyorum: Mah-mut, Mah-mut, Mah-mut. Ağacın gövdesindeki küçük delikten Ömer’in az ilerdeki taşın arkasını kontrol etmek için uzaklaştığını görüp kovuktan dışarı fırlıyoruz.

     “Sobe, sobe, sobe”

   Bize küçümseyerek bakıyor Ömer. Oyunbozanlık en büyük küçümsenme nedeni. “ Çanak çömlek patladı.” diyerek el vurup tempo tutuyor diğerleri.

  Yıllar sonra bugün, bir saklambaç oyununda, kasabanın ırmağa bakan yamacındaki ahlat ağacının kovuğuna gizlenen çocukluğumu arıyorum. Ebe kim- sobelenen kim, bilemiyorum. Çocukluğumu özlüyorum. “İçimde ne kadar acı varsa boşaltıversem ağacın içindeki şu boşluğa, ya da aşağıda akan ırmağa. Irmak alıp götürse acıları, biz yine saklambaç oynasak çocuk sevinçlerimizle.” diye düşünüyorum.
  “Çanak çömlek, sobe, sobe…” Çocukluğumdaki masumiyetini yitiren sözcükler dönüp duruyor kafamda. Elma dersem…

  Kulağımda çınlayan seslerle kendime geldiğimde, bir suçlu gibi koltuğa büzülmüş ve iyice küçülmüş buluyorum kendimi. Bütün çocukluğum üzerime yığılmış, kocaman bir yükün altında ezilmiş gibiyim. Nefesim tıkanıyor. Kalkıp camı açıyorum. Kasabanın tertemiz sonbahar kokusunu içime çekmek iyi geliyor, biraz açılıyorum. Karşı tepedeki yaşlı ahlat ağacı, oyuğuna gizlediği çocuk gülüşlerimle selamlıyor beni. Yamacın dibinde uzanan ırmak,  ellerimiz ve yüzümüzden topladığı ağaç çürüklerinin tozlarını sürüklüyor rahat yatağı boyunca. Çıplak ayakları ve sırtındaki yiyecek torbası ile Fahriye Teyze’yi görür gibi oluyorum ırmağın kenarında.
        Pencereden ayrılıp yine koltuğa yığılıyorum. Karşı duvarın dibindeki masanın üstünde duran siyah beyaz televizyon açık. Boş boş bakıyorum ekrana. Ekrandaki kadın, gözlerini bir ağaca kilitlemiş, hareketsiz duruyor. Kadın ağaca bakıyor, ben kadına. Sonra anlıyorum ki ağaca değil, içine bakıyor o. Benim bilmediğim, ne kadar dikkatli baksam da göremeyeceğim bir şeyler geçiyor belleğinden. Sanki, kanatlanıp, çok uzaklardan gelen çağrıya uyarak uçmak istiyor, ama uçamıyor. Kadının yüzü iyice yaklaşıyor ekranda. Acı çektiğini ara sıra seğiren yüz kaslarından anlıyorum. Fahriye Teyze’nin yüzü canlanıyor belleğimde.
      Birden değişiyor sahne. Kadın,  ırmağın yanında yükselen sarp kayalıkların üstünde dimdik duruyor.  Aşağısı uçurum. Uçsa kanadı yok, atlasa parçalanacak. Başının üstünde dönen kuşlardan biri olmak istiyor belki de, ya da bir rüzgâr, uçurumlara aldırmayan.

    Görüntü yine yaklaştı, arka fonda gerilimi artıran bir müzik. Sağ yanağının kasları iki kez titreyen kadın, gülmeye başladı. Ağır çekimdeymiş gibi, kollarını yavaşça kaldırdı, boşluktan aşağıya bıraktı kendini. Kayalara çarpa çarpa ırmağa ulaştı. Irmak, kendine ulaşan bedeni kucakladı, akışına devam etti.

   Fahriye Teyze, diye mırıldandığımın ayrımına varıyorum. Çocukluğumun ıspanaklı böreklerinin tadı yayılıyor damağıma. Nasırlı elleri, sıcacık gülümsemesi ile karşıma dikiliyor Fahriye Teyze.  Neredeyse,  uzansam ulaşacağım ellindeki börek tepsisine. Çocukluğumdan gelen görüntüsüyle, “ Ispanak zihin açarmış, yiyin de öyle oynayın!” der gibi canlı canlı duruyor karşımda. “Çanak, çömlek patladı Fahriye Teyze, biz büyüdük,  oyun bitti, sobelendik.” diyorum karşımda duran hayali kadının gözlerinin içine bakarak.
     Fahriye Teyze, ırmağın kenarındaki yamaçta ne zaman kurulduğunu bilmediğimiz bu kasabanın en çalışkan, en mutlu kadınıydı. Irmak kenarındaki bahçesinde sadece sebze değil, kocaman bir hayat yeşertirdi. Hiç yorulmadan çalışır, ürettiklerini konu komşuyla paylaşır, o paylaştıkça daha bir verimli olurdu bahçesi. Ekim- dikim zamanı annelerimizin bize verdiği işleri hemen bitirir, onun bahçesinde alırdık soluğu.
     Açtığı çukurlara attığı tohumların üstünü örtmeden önce bizi yanına çağırır,  bize sırayla türkü söyletirdi.  Dediğine göre, bu türküler tohumların can suyuymuş. Bahçesindeki ürünlerin verimli olmasının nedeni, onlara türkülerle can suyu vermesiymiş.  Bir gün annemi de görmüştüm, toprağa attığı patates tohumlarına türkü söylerken. Annemin türkü söyleyen sesini ilk o zaman duymuş, koşarak yetiştirmiştim Fahriye Teyze’ye.  “Demek bu yıl kuzineler hiç boş kalmayacak, bol bol patates yiyip yaza çok güçlü çıkacağız.” demiş, sırtımı sıvazlamıştı.

    Biri kız, ikisi erkek üç çocuğu vardı.  Büyük oğlu Ömer polis olmuştu. “ Okumadı haylaz, ama yine de kurtardı kendini.” demişti kızı Ayşe’nin düğününde görüştüğümüzde. “Ayşe’yi de baş göz ettim. Burada bize yakın olsun istedim. Yaşlanıyoruz, bir tas sıcak çorbaya ihtiyaç duyduğumuzda koşar gelir, zaten seviyorlardı birbirlerini.” diye ekledikten sonra, kaygıyla yüzüme bakıp:
  “ Çocuklarımın hepsini çok severim, ama Ahmet’im bir başkadır, sen de bilirsin. Görüşüyorsunuz değil mi İstanbul’da? Şimdi Ömer’imin tayini de İstanbul’a çıktı, destek olurlar birbirlerine. Sen de ayrılma onlardan, o yaban ellerde kollayın birbirinizi.
     Ahmet’im iyi hoş da biraz değişik fikirleri var,  ana yüreği işte, korkuyorum başına bir şey gelir diye. Bilirsin, seni de oğlum gibi severim, elini çekme üzerinden. Dinler o seni. Ahmet’im için endişeleniyorum oğul, beni üzecek bir şey yapmaz, değil mi?   Senden başkasına soramıyorum bunları. Kendisine sorduğumda ‘Sen beni merak etme anacığım!’ deyip geçiştiriyor.”
    Durmadan soruyor, kaygısı yüreğini bit yeniği gibi oyuyordu. O gece Fahriye Teyze uyuduğunda uzun uzun konuşmuştuk Ahmet’le. Anasının kaygılarını anlatmıştım ona. Şimdi burada kilitlenmiş gibi otururken, kulaklarım Fahriye Teyze’nin çığlıklarıyla uğulduyor.
   “Ocağınıza incir ağaçları dikile katiller, gün yüzü göremeyesiniz inşallah. Ömer’im, sen polis değil misin, niye kurtarmadın Ahmet’imi? Sen de oradaymışsın diyorlar silahlar patlarken. Komşular, polis kıyafetli resimlerini görmüşler gazetelerde. Benim oğlum terörist değildi. İnsanları bu kadar çok seven terörist olur mu hiç? Ahmet’im, yaktın ciğerimi; komşular, nasıl dayanırım ben bu acıya?”

    İçim iyice daralıyor. Kapıyı çekip yamaçtaki ahlat ağacının dibinde alıyorum soluğu. Eğilip kovuğa bakıyorum. İyice ufalanan, neredeyse kahverengi bir küle dönüşen ağaç çürükleri arasında, saklambaç oynadığım arkadaşlarımı, mutlu çocukluk günlerimi arıyorum. Ellerim ve yüzüm çürük tozlarına bulanıyor. Fahriye Teyze’nin çocukluğu gülümsüyor ağacın kovuğundan.
    Kovuğa başımı uzatıp “Elma, dersem çık; armut, dersem çıkma” diye fısıldıyorum.  Fahriye Teyze ağacın çürük tozlarının kahverengisine bulanmış saçlarıyla uzatıyor başını kovuktan. Bembeyaz saçları kına kızılı. Üstündeki giysiler parçalanmış, yırtıklarından teni görünüyor. Ayakları çıplak. Sağ elinde boyunun iki katı uzunluğunda bir değnek.  Sol eliyle, içini yiyeceklerle doldurduğu poşete geçirdiği ağaç parçasını omzuna atmış, onu tutuyor. Poşetin içi görünüyor. Ne bulduysa doldurmuş: küflenmiş ekmek parçaları, sararmış marul yaprakları, kuru erikler, peynir, zeytin, gazete parçaları… Beli hafif öne bükülmüş, elindeki uzun değneğin ucunu yere dayayarak ağır ağır çıkıyor ağacın kovuğundan. Yanımdan geçip ırmağın yanındaki yola iniyor. Karşıdan gelen adamı görünce omzundaki torbayı ve değneğini atıp koşmaya başlıyor. Hemen pantolonuna saldırıyor genç adamın. Adam kendini kurtaramıyor Fahriye Teyze’nin elinden. Aradığını bulamayınca dizlerinin üstüne çöküp dövünmeye başlıyor. Genç adam ayaklarının üstüne düşen pantolonunu hızla toplayıp uzaklaşıyor. Fahriye Teyze neden sonra ayağa kalkıyor, yere attığı poşetini omzuna, uzun değneğini eline alıp çok uzak diyarlardan gelerek yine çok uzaklara giden bir derviş edasıyla ilerliyor yol boyunca.

    Ağaçtan kopan, yosunlu ve çürük bir dalın, ayağımın ucuna düşmesiyle kendime geliyorum. Kalkıp mezarlığa yürüyorum. Dün Fahriye Teyze’yi gömdüğümüz, daha toprağı kurumamış mezarın başında alıyorum soluğu, Bir yandan da kızı Ayşe’nin anlattıkları dönüyor kafamda.
   “ Annem hiç inanmadı abimin öldüğüne. Hep çıkıp gelir diye bekledi. Sırtında taşıdığı torbaya ne bulduysa doldurdu ‘Ahmet’im acıkmıştır!’ diye. Yoldan kimseyi geçirmez, adamların pantolonunu indirip abimin kasığındaki kocaman beni arardı. Önceki gün, çocuklar ahlat ağacının altında saklambaç oynarken,  ‘Benim oğlum geliyor, bakın bakın ırmağın ortasından bana el sallıyor, hemen alıp geliyorum, o da sizinle oynasın’ demiş,  ırmağa koşup dalgalara karışmış. Cesedini beş saat sonra bir ağaç köküne takılı bulduk.”
   Mezara çömeliyorum, elimi ıslak toprakta gezdiriyorum. Çocukluğumuzda tohumları kapatmadan önce söylediğimiz bir türkü geliyor aklıma. Mezar taşına bakarak türküyü mırıldanıyorum. Gözlerimden süzülen yaşlarla can suyu veriyorum toprağa düşen bedene. Sonra hıçkırarak saklambaç oyunayan bir çocuk gibi ona sesleniyorum.
     “Elma, dersem…”

                             










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder