19 Ocak 2016 Salı

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

                                         BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
                                                                                               MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ
 " Kostümler hazır!"
 " Işıkları kontrol ettim, sorun yok."
"Işıklar söner sönmez sahnedeki yerimizi alıyoruz, unutmayın!"

   Heyecanlıyım. Kulaklarım uğulduyor. Salon dolu. Bir kadının şen kahkahaları kulise doğru yayılıyor. Yüreğimin atışlarını bastırmaya çalışıyorum. Nergiz Hanım en önde oturuyor.  Bütün benliği ile yanımda olduğunu bilmek biraz yatıştırıyor heyecanımı.
"Her şey yolunda " diyorum," Başaracağız. Bir rüya gerçek oluyor bu akşam."
      
    Kuliste bir sağa bir sola turlarken kendimi Kadıköy'de,  Akmar Pasajı'nın önünde buluyorum. İçeri girip kitaplara bakıyorum. İlerde çok param olursa bu kitapların bazılarını, buradaki tutsaklıklarından kurtaracağıma söz veriyorum kendi kendime. Eve gitmek gelmiyor içimden. Burada, kitaplarla olmak hoşuma gidiyor. Dışarının soğuğundan üşüyen bedenimi, kitapların sıcaklığıyla ısıtmaya çalışıyorum. Anneannemin masallarıyla ısındığım gecelerim geliyor aklıma. Anneannemi çok özlüyorum.
      
    Ankara'da anneannemle birlikte yaşıyorduk. Annem, evlere temizliğe gidiyor, babam inşaatlarda çalışıyordu. Anneannemin emekli maaşı da eklenince geçinip gidiyorduk. Her akşam, sobayla tek odası ısıtılan evimizde, anneannem sıcacık masallarla örterdi üstümüzü. Düşlerimiz, dinlediğimiz masallarla renklenirdi. Dinlediğim masal kahramanlarını canlandırarak başlamıştı tiyatro merakım.
        Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi tiyatro bölümünü kazanınca geliyorum İstanbul'a.
        Arkadaşlarımla, beş yıldır, yerin altındaki bir sığınak gibi olan, bir penceresi bile bulunmayan rutubetli evimize gitmek için hiç acele etmiyorum.
       Üçüncü dükkâna girdiğimde sıcak bir gülümseme ile karşılıyor dükkân sahibi. Haftada birkaç gün geldiğim için beni tanıyor, kitaplara olan düşkünlüğümü biliyor. Elime alıp incelediğim kitabı görünce:
  "Beş lira, ama sen iki ver yeter."
   Cüzdanımdaki on liranın ikisini verip kaçar gibi uzaklaşıyorum oradan. Eve giderken de iki simit alıyorum akşam yemeği niyetine.
   
     Eve gelir gelmez başlıyorum okumaya. Kitabın benden önceki sahibi epeyce ilginç biri olmalı. Satır başlarına, kelime aralarına harfler yazmış. Bazı harfleri yuvarlak içine alırken, bazılarının da altlarını çizmiş. Baştan sona, sayfa sayfa çevirip bakıyorum. Harfler her sayfaya serpiştirilmiş.
"Çok sıkılmış olmalı" diyorum; "Belki de bir öğrencidir, öğretmeni zorla okutmuştur."
       
     Kitabı okuyup bitiriyorum; ama harfler dikkatimi dağıttığı için tadına varamıyorum. Kızıyorum benden önceki sahibine. Öğrenci harçlığımdan verdiğim iki liraya üzülüyorum. Bir yandan da merakıma yenik düşüp harfleri bir araya getirip, onlardan anlamlar çıkarmaya çalışıyorum. Harflerin düzgünlüğü ve yazıldığı yerler merakımı kamçılıyor. Sabaha kadar uğraşıyorum. Sabahın ilk ışıklarıyla uykuya teslim oluyorum.
       
     Okyanusun üstünde harflerden yapılmış bir teknedeyim. Harfler bir dağılıp bir toparlanıyor. Durmadan kürek çekiyorum. Uzakta bir ada görüyorum, adada beyazlar giymiş bir kadın bana elini uzatıyor, ben eli tutmak istedikçe kadın uzaklaşıyor. Harflerin her biri ayrı bir tekne olup farklı bir yöne gidiyor, sonra onların yerini kitaplardan oluşan bir tekne alıyor. Sayfalar ıslandıkça batıyorum, Kadının elini tutmak üzereyken kayığım batıyor ve sulara gömülürken uyanıyorum.
      Saate bakıyorum. Öğlen olmuş. Akşamdan kalan simit parçasını yiyip kitabın başına oturuyorum. Harfleri bazen önündeki, bazen sonundakilerle birleştirerek yazıyor, ille de bir şeylere ulaşmaya çalışıyorum. Beni kendisine çeken, vazgeçemediğim bir büyüye kapılıyorum.
       Üçüncü günün sonunda ilk kelimeye ulaşıyorum: Sevgili. Ürperiyorum, " delirdim mi?" yoksa diyorum. Merakım iyice kamçılanıyor. Kitabın başından kalkmadan şifre çözüyorum. Bir haftanın sonunda aşağıdaki satırlar çıkıyor ortaya:

     Sevgili Kitapsever,
    Seni kutluyorum. Merakını ve çabanı övüyorum. Kim bilir kaç gece uykusuz kaldın. Yılmadın. Başardın.
   Evimde büyük bir kütüphane var. Benden sonra bir sahibi olsun; ancak onu hak etsin, istedim. Kütüphanem senindir.  Seni bekliyorum. Eğer gecikir, ben bu dünyadan gittikten sonra gelirsen, evin dış kapısındaki merdivenlerin solundaki incir ağacının dibini kaz, orada genişçe bir taş var, anahtar onun altında.
     Kitaplarım emanetindir.

      Bu bir oyun muydu?  Ya gerçekse. "Çok sıra dışı!" diye düşünüyorum.  Şifrelerden oluşturduğum adrese bakıyorum. Gitmeli miyim, bilemiyorum. "Gitmeyeceksem neden bu kadar uğraştım?" diyorum kendi kendime.
 "Yok yok, bir oyun bu, gerçek olamaz. Çılgın bir oyun! Normal değil bunu yapan. Peki, ben niye uğraştım günlerce? Gitsem mi? Ne kaybederim?  Gitmeyeyim, delilik! Gitmeli miyim?"
    
       Kararımı veriyorum,  gidip adreste yazan evi arayacağım. Hazırlanıp yola çıkıyorum. Evi kolayca buluyorum. Etrafı taş duvarlarla çevrilmiş, bakımlı bir bahçenin içindeki eve uzaktan bakıyorum. Her taraf ağaç ve çiçeklerle dolu.  Perdeler kapalı. Tarif edilen incir ağacını görünce heyecanım iyice artıyor. Kapıyı çalmaya cesaretim yok. Kapı, merdivenler, incir ağacı…
   " Bir doktora mı gitsem, arkadaşlarım beni niye uyarmıyor, gerçeklik duygumu mu yitirdim?"
 Sağ elimle, sol koluma bir cimdik atıyorum. Dudaklarımı ısırıyorum. Bedenimi hissetmek iyi geliyor.
  Bir süre oralarda dolanıp, karmaşık duygularla eve dönüyorum.
         İki gün sonra cesaretimi toplayıp tekrar gidiyorum. Şifreleri çözerek oluşturduğum mektup ve kitabı çantaya koyuyorum. Bu sefer kararlıyım, "Oyun bitmeli!" diyorum.
      Perdeler gene kapalı. Kapıyı çalıp bekliyorum. Açılmıyor, tekrar çalıyorum. Ses yok. İncir ağacının dibine gidip sağa sola bakıyorum. Bayılacak gibi oluyorum. Bir daha gelmemek üzere ayrılmaya karar verip bahçe kapısına yöneldiğimde bir anahtar dönüyor kapıda. Kapı açılıyor. Yetmiş yaşlarında, oldukça dinç görünen kadın.

   "Birisini mi aradınız?"
   Ne diyeceğimi bilemiyorum. O anda eriyip kaybolmak, ya da buharlaşıp uçmak istiyorum.
    "Şeyy!"  diyorum, devamını getiremiyorum, sesimin ve sözcüklerin beni terk ettiğini düşünüyorum.
    " Ben, kitap" diyebiliyorum sadece. Çantamı karıştırıyor, aradığımı bulamıyorum. Şaşkınlığım beni ele veriyor.
    "İnanamıyorum!" diyor ,"Çözdün demek!  İçeri gel!" Güven veren gülümseyişi önce yüzüne, oradan da her yana saçılıyor. Masallardaki cadılar aklıma geliyor, önce sevimli görünürler zaten. Korkuyorum.
   " Şimdi beni içeri alıp kapıyı üzerime kilitleyecek, belki de bal kabağına döneceğim."
 Tüm bedenim titriyor. Bir taraftan da bu oyundan kendimi alamıyorum.

     Eve giriyoruz. Kulaklarımın uğultusuna engel olamıyorum. Bir karanlığın içinde gibiyim. Gözlerim kararıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Mutfağa gidip bana bir bardak su getiriyor. Ellerim titreyerek içiyorum suyu.
   " Rahat ol, burası senin evin, ben kaç yıldır seni bekliyorum." diyor. Güven veren sesinin sıcağı, anneannemin masalları gibi sarmalıyor beni. Biraz kendime gelince, kitabı ve mektubu gösteriyorum. Gözlüklerini takıp mektubu okuyor. Hiçbir hareketini kaçırmamaya çalışarak onu izliyorum."Oyun nasıl bitecek?" düşüncesi binlerce kurt olup beynimi kemiriyor. Okuyup bitirince gözlüklerini çıkarıp alev alev yanan gözlerini bana dikiyor.

   "Kendi kendime bir oyun oynadım, sonra neden gerçek olmasın dedim ve oyunu sürdürdüm. İlk günler hep kapının çalmasını bekledim. Kimse gelmeyince oyun da heyecanını yitirdi. Ama sözümdeyim, kütüphanem senindir. Ondan istediğin zaman yararlanabilirsin. Doğa ana beni yanına alınca da onun sahibi sen olacaksın."
 
     Akşama kadar kendimizden söz ettik, kitaplardan konuştuk. Tiyatroyu sevdiğimi, bölümü severek okuduğumu anlattım. Tiyatronun geleceğinden duyduğum kaygıdan, salon bulma sıkıntısından söz ettim.
  Nergiz Hanım da çok severmiş tiyatroyu, eşinin sağlığında onunla çok güzel oyunlar izlemişler.

    " Hayatı doya doya yaşadık, çok mutlu olduk, tek isteğimiz bir çocuğumuzun olmasıydı, olmadı!" 
Hüzünleniyor. Gözleri duvardaki resme dalıp gidiyor. Hüznü dağıtmak için:

     "O kitabı bulmasaydım, gelmeseydim, başka bir planınız var mıydı?" diye soruyorum merakla.
  "Beş yıl bekleyecek, sonra da bir okula bağışlayacaktım, bak ikinci yılda çıkıp geldin." diyor neşeli sesiyle.
  
     Sonraları her gün gidiyorum oraya, birlikte planlar yapıyoruz. Evin büyük salonunu butik bir tiyatro salonuna dönüştürüyoruz. Kütüphanemizi de halka açma kararı alıyoruz. Ondaki enerjiye hayran kalıyorum. Hiç yorulmuyor, umutsuzluğa düşmüyor, her zorluğu ilginç bir biçimde aşmayı beceriyor. Anneannemden dinlediğim masallarla renklenen çocukluk düşlerim, Nergiz Hanım'ın katkılarıyla gerçekleşiyor.
 
     Işıkların sönmesi ve perdenin açılmasıyla kendime gelip sahneye koşuyorum. Anneannem yerini almış bile çoktan.
İki yanımdan sarkan saç örgülerimle oynayarak, onun dizinin dibine oturup masalı dinlemeye başlıyorum.
          
                   Bir varmış, bir yokmuş.



     
  
                                                              Patika dergisi 92. sayı
                                                            ( Ocak-Şubat- Mart 2016)
   
     
  


14 Ocak 2016 Perşembe

ATEŞ BUZA KESİNCE

                                    ATEŞ BUZA KESİNCE
                                                                      
                                                                      MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ


     Seni sevmek, kışın ayazında sıcacık bir elbiseyi giymek gibiydi, giydim; yanmak güzeldi, yandım. Sönsün istemedim bu yangın, daha da harlansın diye rüzgârlara koştum. İki alev topuna benzeyen gözlerin yüreğimi yangınlara saldı. Yandık birlikte, kor olduk. Umut olduk, sevda olduk. Hiçbir yağmur söndüremezdi yüreğimizdeki ateşi. Düşünmedik ki yangınları söndüren sadece su değildir. Gün gelir öyle bir şey yaşarsın ki akıl süzgeci girer devreye. “ Olmaz!” dersin. “ Olmamalı!” Kırılır kolun kanadın. Güller kokusunu içine çeker, sözcükler susar, çaresizlik çığlığa dönüşür. Ateş buza keser, buz kahrından erir. Sen elin kolun bağlı kalırsın.
     Oysa neler yapmazdım senin için, gökyüzünü kırmızıya boyar, okyanusları boşaltırdım; gökten yıldızları toplar, bir bir önüne sererdim. Dünyanın çevresini dolaşır, nefes nefese sana koşardım.
    “Koşardım.” dedim. Artık yapamam biliyorsun. Ayaklarım beni terk etti. Gün gelecek sen de gideceksin. O geceden sonra tekerlekli metal yığınına mahkûmum biliyorsun. Sanki içimdeki bütün enerji boşaldı da ben yığılıp kaldım, yaşam durdu, hareket bitti. Dünya bile dönmüyor artık benim için.   Sabahları uyandığımda güneşin doğmayabileceği ihtimalini yaşıyorum. Hem doğsa ne değişir ki, ben gündüzümü kaybettim. Güzel düşler, umutlar koşar adım uzaklaştı benden, ayaklarımı da yanlarına alarak. Kökleri kurumuş, hızla çürüyen bir ağacım şimdi. Yeşillenemiyor dallarım, çiçeklerim açmıyor. İstesem de dallarıma kuşlar konmaz bundan sonra. Sen  bana güç vermeye çalışıyorsun ya, sen de bıkarsın gün gelir, yorulursun. Gözlerinde bıkkınlığı gördüğüm gün binlerce kez ölürüm ben.  Hangi ayakla koşarım kendimi uçurumdan atmak için? Ya senin pişmanlıkların hangi ölçülere sığar da bırakıp gidemezsin beni o zaman?
 Sevinçlerimiz acıya döndü bizim. Kurduğumuz hayaller ipi kopuk bir uçurtma şimdi, nereye gideceği, nereye düşeceği belli olmayan. Rüyalarım bile sınırlarımı hatırlatıyor her gece. Yüksek bir tepeden aşağıya doğru koşarken hep düşüyorum. Kalkmaya çalıştığımda ayaklarımın olmadığını görüyorum. Acı içinde uyanınca senin yüzün geliyor gözlerimin önüne, gülümseyen yüzün. “ Yapamam.” diyorum, “ Onu kendime esir edemem.”
  Rüya bitti Ayşe, uyanmalıyız artık. Gerçeğimize dönmeliyiz. Ben seni ayaklarımla sevmedim ama sana ayaklarımla koştum.  Koşu bitti Ayşe, elendim ben bu yarıştan. Beni çıkar hayatından, kendine yeni bir yaşam kur. Artık ziyaretime gelmeni de istemiyorum. Bunları yazarken çok düşündüm; ama gerçekçi olmalıyız. Birimizden biri ilk hamleyi yapmalıydı. Onu ben yapıyorum. Sana mutluluklar diliyorum. Şunu da belirteyim, gelirsen görüşmeyeceğim, üzülmeni istemem. Kendine iyi bak.

    Mektubu katlayıp zarfa özenle yerleştirdi. Tekerlekli sandalyenin birer yanına koyduğu kollarını ortada birleştirdi. Başını kollarının üstüne koydu ağlamaya başladı. Mektubu yazarken dolan içini boşaltırcasına ağladı. Ağladıkça doldu, doldukça ağladı.
   Odaya yaklaşan ayak seslerini duyunca toparlandı. Annesi yeterince üzülüyordu zaten, bir de ağlayarak onu iyice parçalamamalıydı. Sandalyeyi pencerenin önüne doğru sürdü. Dışarıyı izliyormuş gibi yaptı. Gökyüzünde top top salınan bulutları görebildi sadece. Onlar ne kadar beyazsa  Harun’un içi de o kadar karaydı. Ağır, tarifsiz bir kara.
-       
                 - Çay getirmiştim, yanına da kek yaptım. Seversin bilirim.
-               - Mektup yazdım Ayşe’ye.
-               - Üzmeseydin kızı.
-               - Bitmeliydi. Daha ne kadar sürdüreceğiz? Ziyaretime gelirse odama getirme. Görüşmeyeceğim.
-               -   …….
Mektubu annesine verdi. Tekrar camın önüne döndürdü tekerlekleri. Annesi ne diyeceğini bilemedi. Başını eğip odadan çıktı.
    
   Harun beyaz bulutların içinden hastane odasına süzüldü. Gözünü açtığında önce şaşkın şaşkın bakmıştı çevresine. Koluna serum bağlanmıştı. Bacaklarını oynatmaya çalışmış, oynatamamıştı. Sanki tonlarca yük vardı üzerinde. Annesi, oğlunun gözünü açmasıyla fırlamıştı oturduğu sandalyeden.
-                        -   Anne neredeyiz biz, ne oldu, Ayşe nerede?
-                       -  Telaşlanma oğlum, yorma kendini, Ayşe iyi, geçecek oğlum, hepsi geçecek?
  Beyni karıncalanmıştı Harun’un.  Kötü bir rüyadan mı uyanıyordu, yoksa hastanede olduğu gerçekti de dün gece olanlar mı rüya idi. Nişan yüzüklerinin takılışı, patlattıkları şampanya, ayaklarını yerden kesen dansları, ışıklar, alkışlar…. Sonrası,  üzerlerine hızla gelen ışık, fren sesleri ve o korkunç gürültü.
  
     Tekerlekli sandalyenin kolluklarını yumrukladı. “ Keşke ölseydim!” dedi hınçla.  Kaza anı sürekli olarak bir makara gibi dönüyordu kafasında, kurtulmak istedikçe dönüyordu. Tekerlekleri elleriyle çılgınca çevirmeye başladı. Mademki kolları sağlamdı, bir işe yarasındı. Boş odanın içinde yuvarlaklar çizmeye başladı. Tekerlekler dönüyor, başı dönüyordu. Döndü, döndü. Gücü tükenince durdu. Gözlerinin önünde karlı, buzlu soğuk bir kış günü canlandı.
  
     Öğretmenlikte ilk günüydü. Tören için toplanan öğrencileri izliyordu. Birden iki çıplak ayağa takıldı gözleri. -35 derecede, sadece tabanı kalan bir lastiğe iple sarılmış iki çıplak ayağa. Kendi ayakları çıplakmış gibi titredi. Ayaklardan gözlere yükseltti bakışlarını. Utangaç bir çift göz gülümsedi yeni öğretmenine.
   
    Dalıp gitmişti geçmişe. Ayşe de öyle soğuk ve karlı bir günde girmişti hayatına. O günlerin tadını yeniden çıkarırcasına izledi kafasından geçen film şeridindeki kareleri.
“Üşüyecek bir ayağım bile yok!” diye mırıldandı çaresizce.


                                 

                                                                                             
   




   

13 Ocak 2016 Çarşamba

SEVGİLİYE

                  sevgiliye


Öyle beter günler yaşıyoruz ki sevgili
bir bir susturuluyor  meydanlarda
barış çığlıkları
 oysa sana aşk şiirleri yazmak isterdim
sayfalar dolusu
                             rüzgarını kaybetmiş bir yelkenliyim
                             denizler ortasında
                             yüreğine tutundum
demek isterdim
                            gözlerinden ışıklar saçtım
                            kör karanlıklara
                            umutlar ektim seninle
                             öksüz kalmış çocukluğumun anne ellerine

vurulup düşerken dallarda kuşlar bir bir
güvercin bakışlı gözlerine saklanıyorum şimdi
başına kedilerin üşüştüğü bir çöplük gibiyim
bedenim didik didik
gecelerim ayaz
gündüzüm karanlık
yitirmiş yatağını
bilmediğim coğrafyalara uzanıyor nehirlerim
acılı güvensiz

 yorgunum sevgili acılıyım

dinsin istiyorum içimdeki fırtına
yeni baharlarda boy vereyim
gönensin dalım yaprağım

üşüyen yalnızlığıma
sıcacık bir yorgan gibi örtüyorum seni
uyanmak için özlenen günlere

                                                                        Münire Çalışkan Tuğ


12 Ocak 2016 Salı

KENDİME TUTUNDUM

                                  KENDİME TUTUNDUM

    Hiç zengin hayallerim olmadı benim. İçimde kopan fırtınaların dinmesini beklerken,  yeni yolculuk düşleri kuracak limanlarım da yoktu. Yalnız, çıplak, savunmasızdım.
 
   Bir gün sen çıktın karşıma. Sana tutundum. Ellerim oldun; üretken, umutlu ellerim. Gözlerim, sonsuz güzelliklerin tadına vardığım. Toprağı ürküttüğümü düşünürdüm, seninle üzerinden el ele geçerken. Yokluğunda,  ebedi bir karanlığın içinde kör yaşayacağımı düşünerek daha çok sarıldım sana. Sarıldıkça ısındım, güçlendim, giyindim.
   "Buydu!" dedim "beklediğim adam,", kapıldım rüzgârına. Saçlarım dağıldı, nefesim tıkandı, soluksuz kaldım. Yerçekimi yenik düştü uçuşlarıma.

   Sonra dindi fırtına, güneş tutuldu, karanlığa gömüldüm. Üşüdüm ayaz gecelerde. Bekledim.
Gelmedin ,kırıldım; beni sevmedin,öldüm. Düş kırıklıklarım dar alanlara sıkıştırdı beni, gelişemedim, yeniden çıplak kaldım, hep kaybeden oldum. Korku duvarları büyüttüm yüreğimde, onlara hapsoldum, düşlerim yarınsız kaldı debelendiğim duvarların içinde. Seninle kurduğum limanlarımı yıktı fırtınalarım, azgın dalgalar dövdü kırık teknemin duvarlarını, umutlarım öldü.

   Umutlarım öldü, ben doğdum.
  Yüreğimin,   tüm insanlığa yetecek kadar sevgiyle dolu yeni bahçesine derin bir çukur açıp; acıları, bekleyişleri gömdüm. Birinin ardından gitmeleri, vazgeçememeyi,  kendim olamamayı... Hayatı birilerine tutunarak yaşamaları, kördüğümleri, gölgeleri gömdüm. Gömünün üstünde çiçekler büyüttüm,  yaşadığım acılardan damıttığım gözyaşlarımla suladığım çiçekler. Zamanla karanlığından kurtuldu, renklendi dünyam . Şimdi yıldızlarım pırıl pırıl gecelerimin göğünde, sularım daha dingin akıyor yataklarında.

  Yüreğim taze bir bahara yürüyor bugünlerde. İçimde kanatlanmaya hazır bir kuş büyütüyorum. Yeni yolculuklara  kendi kanatlarımla çıkacağım.. Beni alıp götürecek fırtınalar beklemiyorum artık; kendim yaratıyorum rüzgârlarımı. Bahçemdeki ağaçlarım daha bir sağlam tutunuyor toprağına.
  
Umutsuzluk denizlerimin ürkek cümlelerinin sonuna bir nokta koyuyorum.

 Yeni paragraflara gebeyim.

                                          



9 Ocak 2016 Cumartesi

BİLEZİK

                               

                                                         BİLEZİK
     Yüreğimden sürüp çıkaramadım seni yıllardır.  Gizli bir hazine  gibi içimde taşıdım hep.  Herkesten sakladım. Çünkü sen, sürgün aşkımdın benim.                   
    Sürgün olan biz miydik, yoksa aşk mı?
    Dedelerimizin, anne- babalarımızın mutluluk içinde yaşadığı, bizim gözlerimizi açtığımız bu topraklardan gitmek mi zordu, yoksa burada kalmak mı? Umudumuz önde, yüreklerimiz arkada düşmüştük yollara. Bulgaristan’da  Türk’tük, Türkiye’de Bulgar.
   Peki biz kimdik? Aşklarımız neden boynu bükük kalmıştı geride?
     Bir leğene tuzlu su hazırlayıp içine batırdığım yorgun ayaklarımı  dinlendirmeye çalışırken düşünüyordum tüm bunları.
   Yorgunluğum bedensel miydi, yoksa zihinsel mi?
     Kendi düğünümde bile bu kadar yorulmamıştım. Ne gerekliyse arkadaşlarım yapmıştı. Gelinliği, ayakkabıyı  onlar seçmiş, onların belirlediği saç modeli uygulanmıştı. Yüreğimin yangınını bilmedikleri için, bu kadar heyecansız olmama bir anlam verememişler:
“Buldun da bunadın, hem  çok yakışıklı şu Niyazi  Bey, hem de sosyal bir adam.” diyerek bana takılmış,  günün tadını çıkarmam için ellerinden geleni yapmışlardı. 
           Sahi, yakışıklı mıydı Niyazi?  Onu seviyor muydum?
      Sevmeye çalıştım  Niyazi’yi. Kibar bir adamdı. Kadın ruhunun derinliklerine sızmayı, oralarda sevinçler, heyecanlar yeşertmeyi iyi bilirdi. Ne var ki  yüreğim, Niyazi’nin  içeri sızmasına engel oluyordu. Yerimde bir başka kadın olsaydı, hiç şüphesiz, mutluluktan, göğe merdiven kurardı.  
      Evlendiğimizden beri,   Niyazi ile aramızda görünmez bir perde vardı, iki yanında  yaşadığımız , kaldırmadığım,  kaldıramadığım bir perde.
     Görünmez perdeler neyi örter, hem örter mi gerçekten?
      Ayaklarımdan bedenime  yayılan tatlı bir rahatlama  ile, oturduğum koltukta sızıp kalıyorum.
  Bir düğün salonundayım. Tavandan,  iplere asılmış bilezikler sarkıyor. Tavanın ortasında bir bez bebek. Bileziklerin bağlandığı ipler bu bebekte birleşiyor. Köşelere de aynı bebeğin biraz küçükleri asılmış.  Ben Sunay’la dans ediyorum. Elimin bir hareketiyle,  ortadaki bez bebeğin içinden,  kalp şeklinde kuşlar çıkıyor; uçarak,  sarkan bileziklerin içine konuyorlar. Bilezikler ve kuşlar da dans ediyor. Sunay’a göz kırpıyorum, o gülümsüyor. Birden gözlerim köşelerdeki bebeklerin gözlerine  takılıyor.   O gözler büyüyor,  korkunç ışıklar saçmaya başlıyor, bana hınçla bakıyor. Gözler, kocaman ayakları olan  kapkara böceklere  dönüşüyor, bebeklerden ayrılıp üstüme geliyor, etrafımı çeviriyor. Tavandaki bilezikler ve kuşlar ortadaki bebeğin içine saklanıyor korkuyla.   Böcek gözler  gidip  Vildan’nın  göz çukurlarına yerleşiyor. Vildan bana bakıp sırıtıyor. Başımı kaldırıp  ortadaki  bebeğe bakıyorum. O da  Sunay’a dönüşmüş, boynunu bükmüş, ellerini bana uzatmış,   beni çağırıyor. Ayaklarım yerden kesiliyor, uçuyorum. Tavana kadar uçup  Sunay’ın ellerini tutuyorum.  Ellerine dokunur dokunmaz içinden bilezikler dökülüyor yere. Yuvarlana yuvarlana birbirlerini bulup birleşiyor, tek bir bilezik oluyorlar. Sunay yine yanımda. Yerden bileziği alıp  koluma takmaya çalışıyor, takamıyor. Bilezik, kocaman bir demir yığınına dönüşüp yere  düşüyor. Çıkan sesle irkilip uyanıyorum.
    Ayaklarım  tuzlu suyun içinde buruş buruş olmuş. Koltukta şöyle bir toparlanıyorum. Rüyanın da etkisiyle Bulgaristan’da, Kırcaali’deki çocukluk günlerime uzanıyorum.
     On yaşımdayım. Mutlu bir çocukluğum, günlerimi  dolu  dolu geçirdiğim arkadaşlarım var. Bir de komşumuzun oğlu Sunay. Akşamları mahallemizde açık hava sinemaları oluyor; çoluk- çocuk, anne- baba hep sinemadayız. Sunay önceden gidip, yanında  yer ayırıyor bana. Çekirdek çitleyerek izliyoruz filmleri. Filmin konusuna göre kimi hüzünleniyor, kimi gülüyoruz. Sunay’a aşığım, onun da beni sevdiğini biliyorum. Sanki dünyada bir o var, bir de ben. Yakın arkadaşımız Vildan’ın varlığını  bile unutuyoruz kimi zaman.
   Mutluluk uzun sürmüyor, herkeste bir telaş ve hüzün var. Türkiye’ye gidecekmiş bazı aileler. Burada baskı varmış Türkler üzerinde. Babam böyle anlatıyor,  bizim de gideceğimizi, resmi işlemlerimizin bittiğini söylerken. Dünya başıma yıkılıyor. Yüreğim paramparça. Sunaylar gitmeyecekmiş. Dedemlerin geride kalacağını duyunca, onlardan ayrılacağım için üzülüyormuş gibi, Sunay’a ağlıyorum.
    O gün akşam sinemada Sunay’a ve Vildan’a,  Türkiye’ye gideceğimizi söylüyorum.  Sunay donup kalıyor, Vildan ise pek etkilenmemiş gibi görünüyor. Hatta sevindiğini görür gibi oluyor, ona kızıyorum. Filmin bir bölümünde, Vildan kendini konuya kaptırmış hıçkırırken, Sunay kulağıma eğilip:
   “Yarın okulun arkasında buluşalım, ama kimseye söylemek yok.” diyor.
Buluşuyoruz. Birbirimize sarılıp ağlıyoruz. Birbirimizi unutmayacağımıza, ilerde evleneceğimize yemin edip,  okulun  bahçesindeki ağaçları kendimize tanık tutuyoruz. Sunay, elini cebine sokup bir bilezik çıkarıyor; suçlu suçlu koluma takıyor.
    “Annemin bilezikleri arasından aldım, büyüyünce çalışır, yerine koyarım.”
    “Alamam, bizimkiler görürse ne diyeceğim.”
           Beni yanağımdan öpüyor, Öpülen yanıma   felç iniyor sanki,  yüzümü hissetmiyorum. Ayrılıyoruz. Yüzümü tuta tuta  koşar adım eve geliyorum.
    Şimdi  bunları düşünürken elimi yanağıma götürüyorum. Yüzüm alev alev yanıyor.  O günlerden ve kendimden kaçmak istiyorum.  “Kalk !” diyorum kendime. “ Toparlan, dök şu suyu! Elini yüzünü yıka! Eşinle yürütemedin, ayrıldın, iki çocuğun var, biri nişanlı, diğeri evlenecek yaşta. Bırak şu ergen hallerini. Bir sürgün, ömür boyu sürmez ki, alış toprağına.”
      Kalkıp leğendeki suyu döküyorum. Elimi yüzümü yıkayıp pencereyi açıyorum. Kapının önünde bir grup çocuk saklambaç oynuyor. Bu sefer de onlara dalıyor gözüm, yine geçmişe gidiyorum.
    Bileziği eteğimin bel lastiği ile kumaşı arasına sıkıştırıp eve geliyorum. Hırsızlık yapmış gibiyim, tir tir titriyorum. Onu nereye saklayacağımı bilemiyorum. Çaresizlik içinde dolanırken,  dedemin aldığı  bez bebeğim gözüme ilişiyor. Bebeğin karnını  kesip   içine saklıyorum bileziği, kestiğim yeri acemice dikiyorum.  Bugün bile sandığımda olan bebeği,  bir daha yanımdan hiç ayırmıyorum. Niyazi  gülmüştü bir gördüğünde.    “ Çocuk gibisin.” demişti   de  ona,  “ O benim çocukluğum, çocukluk ülkem.” demiş,  içimden,  “ Sürgün aşkımın hazine sandığı” diye geçirmiştim.
     Bulgaristan’dan   ayrılırken ve Türkiye’ye geldikten sonra Vildan aracılığı ile Sunay’a gönderdiğim mektupların karşılıklarını boşuna beklemiş, Sunay’a boşuna kızmışım meğer.  Yazdığım mektuplar Vildan’ı aşıp Sunay’a ulaşamamış çünkü.  İki yıl önce Bulgaristan’a, dedemi görmeye gittiğimde öğrendim bu gerçeği.  Sunay ve eşi Vildan da evlenince Türkiye’ye yerleşmişler, her yıl geliyorlarmış Bulgaristan’a. Çocukları da seviyormuş Kırcaali’yi.  Dedemle evin önünde,  büyüklerin “ kasavet tahtası” dedikleri oturakta sohbet ederken karşılaştık onlarla.  Bir suçlu gibi selamladı beni Sunay, Vildan’da ise bir zafer havası vardı. Onlar da oturdular. Geçmişle aramıza görünmez bir perde çekerek söyleştik.
      “Vildan Günay eliyle” gönderdiğim mektuplarımın sürgünü bitmiş miydi?   Sunay’ın sürgününü Vildan mı yazmıştı?
      Pencereyi  kapatıp  yatak odama gidiyorum.  Dün, karnındaki dikişleri söküp içinden bileziği çıkardığım bez bebeğim, boynunu bükmüş, beni bekliyor. Elime alıp bugün olanları ona anlatıyorum.
     “ Tam zamanında ulaştım  düğün salonuna. Vildan çok güzel giyinmişti. Sunay hüzünlü mü, yoksa bana mı öyle geldi bilemedim. Sunay’ın kızı  güzel bir gelin olmuş, damatla birbirlerine de çok yakışmışlar. Yerçekimi yokmuşçasına, ayaklarını yerden kesen danslarını ettikten sonra takı töreni başladı. Yerimden kalktım, genç çiftleri kutladım. Çantamı açıp bileziği çıkardım,  gelinin koluna taktım. İşlediğim bir cinayetin,  yakalanma  korkusuyla yıllarca  taşıdığım suç aletinden  kurtulmuş gibi rahatladım.   Yıllardır bu sırrı sakladığın için sana teşekkür ederim.”

                                                                                               Münire Çalışkan TUĞ
                                                                                                        10.06.2015

                                                                                                                   

Öykü Antolojisi Ekim 2015
USAR YAYINLARI




    



   

ERGUVAN

                                                          Erguvan
                                                                    Erguvan Karoğlu için
                                                  
                                                           ihanetler tırmanıyor
                                                           Erguvanlarıma
                                                           gözlerim
                                                           cinayet haberleriyle
                                                           kanıyor.

                                                          kurşunlar parçalıyor
                                                          bahar ışıklarımı
                                                          ağıtlarım karanlığa
                                                          ve vahşete

                                                          yüreğim kızıl kanla yanıyor
                                                          utançtan değil
                                                          acıdan kızarıyor
                                                          Erguvan çiçeklerimin
                                                          beyazdan pembeye dönen yaprakları

                                                          tohumlarım 
                                                          toprağa düşüyor
                                                          zamansız

                                                          yeni baharlar büyütüyorum içimde
                                                          ölümlerle karartılan günlerimin
                                                          Erguvanları çiçeğe duruyor
                                                          yapraktan önce,
                                                          kana değil
                                                          aşka doyulan günleri muştulamak için.

                                                                                                                                27.11.2014 Kartepe






8 Ocak 2016 Cuma

Eller

                                        Eller

                                 otobüsteyim
                                 karşımda oturan sevgililer
                                 birbirine kenetledi ellerini
                                 bense bir elimi diğerine
                                                               
                                                              17.10.2014 İST




6 Ocak 2016 Çarşamba

Umut


                                                           Umut

                                                         göç yolunda
                                                              bir mübadil 
                                                                     yüreğim,
                                                     aklı arkada
                                                                       umudu önde.

                                                                                    17.10.2014 İSt





Gelmeseydin Üşürdüm

                                           Gelmeseydin Üşürdüm

                                      Neden geç kaldın, dedi adam kadına.
                                      Sen erken doğdun,diye cevap verdi kadın.

                                      Ellerin çok sıcak ,dedi adam kadına,
                                     Senden önce soğuktu, dedi kadın.

                                     Ya hiç gelmeseydin,dedi adam
                                     O  zaman,üşürdüm, dedi kadın.

                                     Mutluluğa geç kaldım,dedi adam
                                     Ya hiç yetişemeseydim,dedi kadın

                                     Kol kola yürüdüler sonra
                                    Geç,
                                         Erken,
                                              Sıcak,
                                                   Soğuktu,
                                                           Gelmeseydin,
                                                                       Üşürdüm
                                                                              Seni seviyorum

                                                                                   Ya yeti(ş)-
                                                                        şemez-              Ya da  ben
                                                                sem?                                        gidiyorum.
       
   
                              
                                                                                                    Kartepe-27.10.2014 




İKİ KADIN

                                                  İKİ KADIN
                                                                     Gönül Balkır'a
                                               dalgalı denizde bir sandal
                                               battı batacak
                                               rüzgar  artırdıkça hızını
                                               büyüyor dalgalar

                                              bir kadın
                                              son gücüyle
                                              asılıyor küreklere
                                              içi kara gecelerden de kara

                                            tam da tükenmişken gücü
                                            umut tükenmişken
                                            daha da koyulaşırken
                                            içindeki karanlık
                                            rüzgara ve dalgalara karışırken çığlıklar
                                            avını beklerken derinlerde
                                            köpekbalıkları     
                                            bir el uzandı karşı sahilden
                                           
                                            gel dedi korkma
                                            kapılma umutsuzluğa
                                            asıl küreklere
                                            bırakma

                                           beyaz güvercin telaşıyla
                                           uzandı soluğu karşı kıyıya
                                           sandaldaki kadının

                                           onardılar yıpranmışlıklarını
                                           kabuk bağladı yaraları zamanla
                                           nefesleri tazelendi

                                          mavi yolculuklarında
                                          uçurtmalar gibi yükseliyorlar şimdi
                                          rüzgara karşı
                                          rengarenk tüyler bırakıyorlar geriye
                                          gökkuşağının altından geçerken
                                          izlerini sürmek isteyenler için.

                                                                                  Münire Çalışkan Tuğ

                                                                                     01.01.2016