14 Ocak 2016 Perşembe

ATEŞ BUZA KESİNCE

                                    ATEŞ BUZA KESİNCE
                                                                      
                                                                      MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ


     Seni sevmek, kışın ayazında sıcacık bir elbiseyi giymek gibiydi, giydim; yanmak güzeldi, yandım. Sönsün istemedim bu yangın, daha da harlansın diye rüzgârlara koştum. İki alev topuna benzeyen gözlerin yüreğimi yangınlara saldı. Yandık birlikte, kor olduk. Umut olduk, sevda olduk. Hiçbir yağmur söndüremezdi yüreğimizdeki ateşi. Düşünmedik ki yangınları söndüren sadece su değildir. Gün gelir öyle bir şey yaşarsın ki akıl süzgeci girer devreye. “ Olmaz!” dersin. “ Olmamalı!” Kırılır kolun kanadın. Güller kokusunu içine çeker, sözcükler susar, çaresizlik çığlığa dönüşür. Ateş buza keser, buz kahrından erir. Sen elin kolun bağlı kalırsın.
     Oysa neler yapmazdım senin için, gökyüzünü kırmızıya boyar, okyanusları boşaltırdım; gökten yıldızları toplar, bir bir önüne sererdim. Dünyanın çevresini dolaşır, nefes nefese sana koşardım.
    “Koşardım.” dedim. Artık yapamam biliyorsun. Ayaklarım beni terk etti. Gün gelecek sen de gideceksin. O geceden sonra tekerlekli metal yığınına mahkûmum biliyorsun. Sanki içimdeki bütün enerji boşaldı da ben yığılıp kaldım, yaşam durdu, hareket bitti. Dünya bile dönmüyor artık benim için.   Sabahları uyandığımda güneşin doğmayabileceği ihtimalini yaşıyorum. Hem doğsa ne değişir ki, ben gündüzümü kaybettim. Güzel düşler, umutlar koşar adım uzaklaştı benden, ayaklarımı da yanlarına alarak. Kökleri kurumuş, hızla çürüyen bir ağacım şimdi. Yeşillenemiyor dallarım, çiçeklerim açmıyor. İstesem de dallarıma kuşlar konmaz bundan sonra. Sen  bana güç vermeye çalışıyorsun ya, sen de bıkarsın gün gelir, yorulursun. Gözlerinde bıkkınlığı gördüğüm gün binlerce kez ölürüm ben.  Hangi ayakla koşarım kendimi uçurumdan atmak için? Ya senin pişmanlıkların hangi ölçülere sığar da bırakıp gidemezsin beni o zaman?
 Sevinçlerimiz acıya döndü bizim. Kurduğumuz hayaller ipi kopuk bir uçurtma şimdi, nereye gideceği, nereye düşeceği belli olmayan. Rüyalarım bile sınırlarımı hatırlatıyor her gece. Yüksek bir tepeden aşağıya doğru koşarken hep düşüyorum. Kalkmaya çalıştığımda ayaklarımın olmadığını görüyorum. Acı içinde uyanınca senin yüzün geliyor gözlerimin önüne, gülümseyen yüzün. “ Yapamam.” diyorum, “ Onu kendime esir edemem.”
  Rüya bitti Ayşe, uyanmalıyız artık. Gerçeğimize dönmeliyiz. Ben seni ayaklarımla sevmedim ama sana ayaklarımla koştum.  Koşu bitti Ayşe, elendim ben bu yarıştan. Beni çıkar hayatından, kendine yeni bir yaşam kur. Artık ziyaretime gelmeni de istemiyorum. Bunları yazarken çok düşündüm; ama gerçekçi olmalıyız. Birimizden biri ilk hamleyi yapmalıydı. Onu ben yapıyorum. Sana mutluluklar diliyorum. Şunu da belirteyim, gelirsen görüşmeyeceğim, üzülmeni istemem. Kendine iyi bak.

    Mektubu katlayıp zarfa özenle yerleştirdi. Tekerlekli sandalyenin birer yanına koyduğu kollarını ortada birleştirdi. Başını kollarının üstüne koydu ağlamaya başladı. Mektubu yazarken dolan içini boşaltırcasına ağladı. Ağladıkça doldu, doldukça ağladı.
   Odaya yaklaşan ayak seslerini duyunca toparlandı. Annesi yeterince üzülüyordu zaten, bir de ağlayarak onu iyice parçalamamalıydı. Sandalyeyi pencerenin önüne doğru sürdü. Dışarıyı izliyormuş gibi yaptı. Gökyüzünde top top salınan bulutları görebildi sadece. Onlar ne kadar beyazsa  Harun’un içi de o kadar karaydı. Ağır, tarifsiz bir kara.
-       
                 - Çay getirmiştim, yanına da kek yaptım. Seversin bilirim.
-               - Mektup yazdım Ayşe’ye.
-               - Üzmeseydin kızı.
-               - Bitmeliydi. Daha ne kadar sürdüreceğiz? Ziyaretime gelirse odama getirme. Görüşmeyeceğim.
-               -   …….
Mektubu annesine verdi. Tekrar camın önüne döndürdü tekerlekleri. Annesi ne diyeceğini bilemedi. Başını eğip odadan çıktı.
    
   Harun beyaz bulutların içinden hastane odasına süzüldü. Gözünü açtığında önce şaşkın şaşkın bakmıştı çevresine. Koluna serum bağlanmıştı. Bacaklarını oynatmaya çalışmış, oynatamamıştı. Sanki tonlarca yük vardı üzerinde. Annesi, oğlunun gözünü açmasıyla fırlamıştı oturduğu sandalyeden.
-                        -   Anne neredeyiz biz, ne oldu, Ayşe nerede?
-                       -  Telaşlanma oğlum, yorma kendini, Ayşe iyi, geçecek oğlum, hepsi geçecek?
  Beyni karıncalanmıştı Harun’un.  Kötü bir rüyadan mı uyanıyordu, yoksa hastanede olduğu gerçekti de dün gece olanlar mı rüya idi. Nişan yüzüklerinin takılışı, patlattıkları şampanya, ayaklarını yerden kesen dansları, ışıklar, alkışlar…. Sonrası,  üzerlerine hızla gelen ışık, fren sesleri ve o korkunç gürültü.
  
     Tekerlekli sandalyenin kolluklarını yumrukladı. “ Keşke ölseydim!” dedi hınçla.  Kaza anı sürekli olarak bir makara gibi dönüyordu kafasında, kurtulmak istedikçe dönüyordu. Tekerlekleri elleriyle çılgınca çevirmeye başladı. Mademki kolları sağlamdı, bir işe yarasındı. Boş odanın içinde yuvarlaklar çizmeye başladı. Tekerlekler dönüyor, başı dönüyordu. Döndü, döndü. Gücü tükenince durdu. Gözlerinin önünde karlı, buzlu soğuk bir kış günü canlandı.
  
     Öğretmenlikte ilk günüydü. Tören için toplanan öğrencileri izliyordu. Birden iki çıplak ayağa takıldı gözleri. -35 derecede, sadece tabanı kalan bir lastiğe iple sarılmış iki çıplak ayağa. Kendi ayakları çıplakmış gibi titredi. Ayaklardan gözlere yükseltti bakışlarını. Utangaç bir çift göz gülümsedi yeni öğretmenine.
   
    Dalıp gitmişti geçmişe. Ayşe de öyle soğuk ve karlı bir günde girmişti hayatına. O günlerin tadını yeniden çıkarırcasına izledi kafasından geçen film şeridindeki kareleri.
“Üşüyecek bir ayağım bile yok!” diye mırıldandı çaresizce.


                                 

                                                                                             
   




   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder