ATEŞ BUZA KESİNCE
MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ
Seni sevmek, kışın
ayazında sıcacık bir elbiseyi giymek gibiydi, giydim; yanmak güzeldi, yandım.
Sönsün istemedim bu yangın, daha da harlansın diye rüzgârlara koştum. İki alev
topuna benzeyen gözlerin yüreğimi yangınlara saldı. Yandık birlikte, kor olduk.
Umut olduk, sevda olduk. Hiçbir yağmur söndüremezdi yüreğimizdeki ateşi.
Düşünmedik ki yangınları söndüren sadece su değildir. Gün gelir öyle bir şey
yaşarsın ki akıl süzgeci girer devreye. “ Olmaz!” dersin. “ Olmamalı!” Kırılır
kolun kanadın. Güller kokusunu içine çeker, sözcükler susar, çaresizlik çığlığa
dönüşür. Ateş buza keser, buz kahrından erir. Sen elin kolun bağlı kalırsın.
Oysa neler
yapmazdım senin için, gökyüzünü kırmızıya boyar, okyanusları boşaltırdım;
gökten yıldızları toplar, bir bir önüne sererdim. Dünyanın çevresini dolaşır,
nefes nefese sana koşardım.
“Koşardım.” dedim. Artık yapamam biliyorsun.
Ayaklarım beni terk etti. Gün gelecek sen de gideceksin. O geceden sonra
tekerlekli metal yığınına mahkûmum biliyorsun. Sanki içimdeki bütün enerji
boşaldı da ben yığılıp kaldım, yaşam durdu, hareket bitti. Dünya bile dönmüyor
artık benim için. Sabahları uyandığımda
güneşin doğmayabileceği ihtimalini yaşıyorum. Hem doğsa ne değişir ki, ben
gündüzümü kaybettim. Güzel düşler, umutlar koşar adım uzaklaştı benden,
ayaklarımı da yanlarına alarak. Kökleri kurumuş, hızla çürüyen bir ağacım
şimdi. Yeşillenemiyor dallarım, çiçeklerim açmıyor. İstesem de dallarıma kuşlar
konmaz bundan sonra. Sen bana güç
vermeye çalışıyorsun ya, sen de bıkarsın gün gelir, yorulursun. Gözlerinde bıkkınlığı
gördüğüm gün binlerce kez ölürüm ben.
Hangi ayakla koşarım kendimi uçurumdan atmak için? Ya senin
pişmanlıkların hangi ölçülere sığar da bırakıp gidemezsin beni o zaman?
Sevinçlerimiz acıya
döndü bizim. Kurduğumuz hayaller ipi kopuk bir uçurtma şimdi, nereye gideceği,
nereye düşeceği belli olmayan. Rüyalarım bile sınırlarımı hatırlatıyor her
gece. Yüksek bir tepeden aşağıya doğru koşarken hep düşüyorum. Kalkmaya
çalıştığımda ayaklarımın olmadığını görüyorum. Acı içinde uyanınca senin yüzün
geliyor gözlerimin önüne, gülümseyen yüzün. “ Yapamam.” diyorum, “ Onu kendime
esir edemem.”
Rüya bitti Ayşe,
uyanmalıyız artık. Gerçeğimize dönmeliyiz. Ben seni ayaklarımla sevmedim ama
sana ayaklarımla koştum. Koşu bitti
Ayşe, elendim ben bu yarıştan. Beni çıkar hayatından, kendine yeni bir yaşam
kur. Artık ziyaretime gelmeni de istemiyorum. Bunları yazarken çok düşündüm; ama
gerçekçi olmalıyız. Birimizden biri ilk hamleyi yapmalıydı. Onu ben yapıyorum.
Sana mutluluklar diliyorum. Şunu da belirteyim, gelirsen görüşmeyeceğim,
üzülmeni istemem. Kendine iyi bak.
Mektubu katlayıp
zarfa özenle yerleştirdi. Tekerlekli sandalyenin birer yanına koyduğu kollarını
ortada birleştirdi. Başını kollarının üstüne koydu ağlamaya başladı. Mektubu
yazarken dolan içini boşaltırcasına ağladı. Ağladıkça doldu, doldukça ağladı.
Odaya yaklaşan ayak
seslerini duyunca toparlandı. Annesi yeterince üzülüyordu zaten, bir de
ağlayarak onu iyice parçalamamalıydı. Sandalyeyi pencerenin önüne doğru sürdü.
Dışarıyı izliyormuş gibi yaptı. Gökyüzünde top top salınan bulutları görebildi
sadece. Onlar ne kadar beyazsa Harun’un
içi de o kadar karaydı. Ağır, tarifsiz bir kara.
-
- Çay getirmiştim, yanına da kek yaptım. Seversin
bilirim.
- - Mektup yazdım Ayşe’ye.
- - Üzmeseydin kızı.
- - Bitmeliydi. Daha ne kadar sürdüreceğiz?
Ziyaretime gelirse odama getirme. Görüşmeyeceğim.
- - …….
Mektubu annesine verdi. Tekrar
camın önüne döndürdü tekerlekleri. Annesi ne diyeceğini bilemedi. Başını eğip
odadan çıktı.
Harun beyaz bulutların içinden hastane
odasına süzüldü. Gözünü açtığında önce şaşkın şaşkın bakmıştı çevresine. Koluna
serum bağlanmıştı. Bacaklarını oynatmaya çalışmış, oynatamamıştı. Sanki
tonlarca yük vardı üzerinde. Annesi, oğlunun gözünü açmasıyla fırlamıştı
oturduğu sandalyeden.
- - Anne neredeyiz biz, ne oldu, Ayşe nerede?
- - Telaşlanma oğlum, yorma kendini, Ayşe iyi,
geçecek oğlum, hepsi geçecek?
Beyni karıncalanmıştı Harun’un.
Kötü bir rüyadan mı uyanıyordu, yoksa hastanede olduğu gerçekti de dün
gece olanlar mı rüya idi. Nişan yüzüklerinin takılışı, patlattıkları şampanya,
ayaklarını yerden kesen dansları, ışıklar, alkışlar…. Sonrası, üzerlerine hızla gelen ışık, fren sesleri ve
o korkunç gürültü.
Tekerlekli sandalyenin
kolluklarını yumrukladı. “ Keşke ölseydim!” dedi hınçla. Kaza anı sürekli olarak bir makara gibi
dönüyordu kafasında, kurtulmak istedikçe dönüyordu. Tekerlekleri elleriyle
çılgınca çevirmeye başladı. Mademki kolları sağlamdı, bir işe yarasındı. Boş
odanın içinde yuvarlaklar çizmeye başladı. Tekerlekler dönüyor, başı dönüyordu.
Döndü, döndü. Gücü tükenince durdu. Gözlerinin önünde karlı, buzlu soğuk bir
kış günü canlandı.
Öğretmenlikte ilk günüydü. Tören için
toplanan öğrencileri izliyordu. Birden iki çıplak ayağa takıldı gözleri. -35
derecede, sadece tabanı kalan bir lastiğe iple sarılmış iki çıplak ayağa. Kendi
ayakları çıplakmış gibi titredi. Ayaklardan gözlere yükseltti bakışlarını.
Utangaç bir çift göz gülümsedi yeni öğretmenine.
Dalıp gitmişti geçmişe. Ayşe de
öyle soğuk ve karlı bir günde girmişti hayatına. O günlerin tadını yeniden
çıkarırcasına izledi kafasından geçen film şeridindeki kareleri.
“Üşüyecek bir ayağım bile
yok!” diye mırıldandı çaresizce.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder