Yüreğimden sürüp çıkaramadım seni
yıllardır. Gizli bir hazine gibi içimde taşıdım hep. Herkesten sakladım. Çünkü sen, sürgün aşkımdın
benim.
Sürgün
olan biz miydik, yoksa aşk mı?
Dedelerimizin, anne- babalarımızın mutluluk
içinde yaşadığı, bizim gözlerimizi açtığımız bu topraklardan gitmek mi zordu,
yoksa burada kalmak mı? Umudumuz önde, yüreklerimiz arkada düşmüştük yollara.
Bulgaristan’da Türk’tük, Türkiye’de
Bulgar.
Peki
biz kimdik? Aşklarımız neden boynu bükük kalmıştı geride?
Bir leğene tuzlu su hazırlayıp içine
batırdığım yorgun ayaklarımı dinlendirmeye
çalışırken düşünüyordum tüm bunları.
Yorgunluğum bedensel miydi, yoksa zihinsel
mi?
Kendi düğünümde bile bu kadar
yorulmamıştım. Ne gerekliyse arkadaşlarım yapmıştı. Gelinliği, ayakkabıyı onlar seçmiş, onların belirlediği saç modeli
uygulanmıştı. Yüreğimin yangınını bilmedikleri için, bu kadar heyecansız olmama
bir anlam verememişler:
“Buldun da bunadın, hem çok yakışıklı şu Niyazi Bey, hem de sosyal bir adam.” diyerek bana
takılmış, günün tadını çıkarmam için
ellerinden geleni yapmışlardı.
Sahi, yakışıklı mıydı Niyazi? Onu seviyor muydum?
Sevmeye çalıştım Niyazi’yi. Kibar bir adamdı. Kadın ruhunun
derinliklerine sızmayı, oralarda sevinçler, heyecanlar yeşertmeyi iyi bilirdi.
Ne var ki yüreğim, Niyazi’nin içeri sızmasına engel oluyordu. Yerimde bir
başka kadın olsaydı, hiç şüphesiz, mutluluktan, göğe merdiven kurardı.
Evlendiğimizden
beri, Niyazi ile aramızda görünmez bir perde vardı,
iki yanında yaşadığımız , kaldırmadığım,
kaldıramadığım bir perde.
Görünmez perdeler neyi örter, hem örter mi
gerçekten?
Ayaklarımdan bedenime yayılan tatlı bir rahatlama ile, oturduğum koltukta sızıp kalıyorum.
Bir düğün salonundayım. Tavandan, iplere asılmış bilezikler sarkıyor. Tavanın
ortasında bir bez bebek. Bileziklerin bağlandığı ipler bu bebekte birleşiyor.
Köşelere de aynı bebeğin biraz küçükleri asılmış. Ben Sunay’la dans ediyorum. Elimin bir
hareketiyle, ortadaki bez bebeğin
içinden, kalp şeklinde kuşlar çıkıyor;
uçarak, sarkan bileziklerin içine
konuyorlar. Bilezikler ve kuşlar da dans ediyor. Sunay’a göz kırpıyorum, o
gülümsüyor. Birden gözlerim köşelerdeki bebeklerin gözlerine takılıyor.
O gözler büyüyor, korkunç ışıklar
saçmaya başlıyor, bana hınçla bakıyor. Gözler, kocaman ayakları olan kapkara böceklere dönüşüyor, bebeklerden ayrılıp üstüme
geliyor, etrafımı çeviriyor. Tavandaki bilezikler ve kuşlar ortadaki bebeğin
içine saklanıyor korkuyla. Böcek gözler
gidip
Vildan’nın göz çukurlarına
yerleşiyor. Vildan bana bakıp sırıtıyor. Başımı kaldırıp ortadaki
bebeğe bakıyorum. O da Sunay’a
dönüşmüş, boynunu bükmüş, ellerini bana uzatmış, beni çağırıyor. Ayaklarım yerden kesiliyor,
uçuyorum. Tavana kadar uçup Sunay’ın
ellerini tutuyorum. Ellerine dokunur
dokunmaz içinden bilezikler dökülüyor yere. Yuvarlana yuvarlana birbirlerini
bulup birleşiyor, tek bir bilezik oluyorlar. Sunay yine yanımda. Yerden bileziği
alıp koluma takmaya çalışıyor,
takamıyor. Bilezik, kocaman bir demir yığınına dönüşüp yere düşüyor. Çıkan sesle irkilip uyanıyorum.
Ayaklarım
tuzlu suyun içinde buruş buruş olmuş. Koltukta şöyle bir toparlanıyorum.
Rüyanın da etkisiyle Bulgaristan’da, Kırcaali’deki çocukluk günlerime
uzanıyorum.
On yaşımdayım. Mutlu bir çocukluğum,
günlerimi dolu dolu geçirdiğim arkadaşlarım var. Bir de
komşumuzun oğlu Sunay. Akşamları mahallemizde açık hava sinemaları oluyor;
çoluk- çocuk, anne- baba hep sinemadayız. Sunay önceden gidip, yanında yer ayırıyor bana. Çekirdek çitleyerek izliyoruz
filmleri. Filmin konusuna göre kimi hüzünleniyor, kimi gülüyoruz. Sunay’a aşığım,
onun da beni sevdiğini biliyorum. Sanki dünyada bir o var, bir de ben. Yakın
arkadaşımız Vildan’ın varlığını bile
unutuyoruz kimi zaman.
Mutluluk uzun sürmüyor, herkeste bir telaş
ve hüzün var. Türkiye’ye gidecekmiş bazı aileler. Burada baskı varmış Türkler
üzerinde. Babam böyle anlatıyor, bizim
de gideceğimizi, resmi işlemlerimizin bittiğini söylerken. Dünya başıma
yıkılıyor. Yüreğim paramparça. Sunaylar gitmeyecekmiş. Dedemlerin geride
kalacağını duyunca, onlardan ayrılacağım için üzülüyormuş gibi, Sunay’a
ağlıyorum.
O gün akşam sinemada Sunay’a ve Vildan’a, Türkiye’ye gideceğimizi söylüyorum. Sunay donup kalıyor, Vildan ise pek
etkilenmemiş gibi görünüyor. Hatta sevindiğini görür gibi oluyor, ona
kızıyorum. Filmin bir bölümünde, Vildan kendini konuya kaptırmış hıçkırırken,
Sunay kulağıma eğilip:
“Yarın
okulun arkasında buluşalım, ama kimseye söylemek yok.” diyor.
Buluşuyoruz.
Birbirimize sarılıp ağlıyoruz. Birbirimizi unutmayacağımıza, ilerde
evleneceğimize yemin edip, okulun bahçesindeki ağaçları kendimize tanık
tutuyoruz. Sunay, elini cebine sokup bir bilezik çıkarıyor; suçlu suçlu koluma
takıyor.
“Annemin bilezikleri arasından aldım,
büyüyünce çalışır, yerine koyarım.”
“Alamam, bizimkiler görürse ne diyeceğim.”
Beni yanağımdan öpüyor, Öpülen
yanıma felç iniyor sanki, yüzümü hissetmiyorum. Ayrılıyoruz. Yüzümü
tuta tuta koşar adım eve geliyorum.
Şimdi
bunları düşünürken elimi yanağıma götürüyorum. Yüzüm alev alev yanıyor. O günlerden ve kendimden kaçmak istiyorum. “Kalk !” diyorum kendime. “ Toparlan, dök şu
suyu! Elini yüzünü yıka! Eşinle yürütemedin, ayrıldın, iki çocuğun var, biri
nişanlı, diğeri evlenecek yaşta. Bırak şu ergen hallerini. Bir sürgün, ömür
boyu sürmez ki, alış toprağına.”
Kalkıp leğendeki suyu döküyorum. Elimi
yüzümü yıkayıp pencereyi açıyorum. Kapının önünde bir grup çocuk saklambaç
oynuyor. Bu sefer de onlara dalıyor gözüm, yine geçmişe gidiyorum.
Bileziği eteğimin bel lastiği ile kumaşı
arasına sıkıştırıp eve geliyorum. Hırsızlık yapmış gibiyim, tir tir titriyorum.
Onu nereye saklayacağımı bilemiyorum. Çaresizlik içinde dolanırken, dedemin aldığı bez bebeğim gözüme ilişiyor. Bebeğin karnını kesip içine saklıyorum bileziği, kestiğim yeri
acemice dikiyorum. Bugün bile sandığımda
olan bebeği, bir daha yanımdan hiç ayırmıyorum.
Niyazi gülmüştü bir gördüğünde. “
Çocuk gibisin.” demişti de ona, “ O benim çocukluğum, çocukluk ülkem.” demiş, içimden, “ Sürgün aşkımın hazine sandığı” diye
geçirmiştim.
Bulgaristan’dan ayrılırken ve Türkiye’ye geldikten sonra
Vildan aracılığı ile Sunay’a gönderdiğim mektupların karşılıklarını boşuna
beklemiş, Sunay’a boşuna kızmışım meğer. Yazdığım mektuplar Vildan’ı aşıp Sunay’a
ulaşamamış çünkü. İki yıl önce
Bulgaristan’a, dedemi görmeye gittiğimde öğrendim bu gerçeği. Sunay ve eşi Vildan da evlenince Türkiye’ye
yerleşmişler, her yıl geliyorlarmış Bulgaristan’a. Çocukları da seviyormuş Kırcaali’yi. Dedemle evin önünde, büyüklerin “ kasavet tahtası” dedikleri
oturakta sohbet ederken karşılaştık onlarla. Bir suçlu gibi selamladı beni Sunay, Vildan’da
ise bir zafer havası vardı. Onlar da oturdular. Geçmişle aramıza görünmez bir
perde çekerek söyleştik.
“Vildan Günay eliyle” gönderdiğim mektuplarımın
sürgünü bitmiş miydi? Sunay’ın sürgününü Vildan mı yazmıştı?
Pencereyi
kapatıp yatak odama
gidiyorum. Dün, karnındaki dikişleri
söküp içinden bileziği çıkardığım bez bebeğim, boynunu bükmüş, beni bekliyor.
Elime alıp bugün olanları ona anlatıyorum.
“ Tam zamanında ulaştım düğün salonuna. Vildan çok güzel giyinmişti.
Sunay hüzünlü mü, yoksa bana mı öyle geldi bilemedim. Sunay’ın kızı güzel bir gelin olmuş, damatla birbirlerine de
çok yakışmışlar. Yerçekimi yokmuşçasına, ayaklarını yerden kesen danslarını
ettikten sonra takı töreni başladı. Yerimden kalktım, genç çiftleri kutladım.
Çantamı açıp bileziği çıkardım, gelinin
koluna taktım. İşlediğim bir cinayetin, yakalanma korkusuyla yıllarca taşıdığım suç aletinden kurtulmuş gibi rahatladım. Yıllardır bu sırrı sakladığın için sana
teşekkür ederim.”
Münire Çalışkan TUĞ
10.06.2015
Çok güzel yüreğine sağlık çok etkilendim...
YanıtlaSil