9 Ocak 2016 Cumartesi

BİLEZİK

                               

                                                         BİLEZİK
     Yüreğimden sürüp çıkaramadım seni yıllardır.  Gizli bir hazine  gibi içimde taşıdım hep.  Herkesten sakladım. Çünkü sen, sürgün aşkımdın benim.                   
    Sürgün olan biz miydik, yoksa aşk mı?
    Dedelerimizin, anne- babalarımızın mutluluk içinde yaşadığı, bizim gözlerimizi açtığımız bu topraklardan gitmek mi zordu, yoksa burada kalmak mı? Umudumuz önde, yüreklerimiz arkada düşmüştük yollara. Bulgaristan’da  Türk’tük, Türkiye’de Bulgar.
   Peki biz kimdik? Aşklarımız neden boynu bükük kalmıştı geride?
     Bir leğene tuzlu su hazırlayıp içine batırdığım yorgun ayaklarımı  dinlendirmeye çalışırken düşünüyordum tüm bunları.
   Yorgunluğum bedensel miydi, yoksa zihinsel mi?
     Kendi düğünümde bile bu kadar yorulmamıştım. Ne gerekliyse arkadaşlarım yapmıştı. Gelinliği, ayakkabıyı  onlar seçmiş, onların belirlediği saç modeli uygulanmıştı. Yüreğimin yangınını bilmedikleri için, bu kadar heyecansız olmama bir anlam verememişler:
“Buldun da bunadın, hem  çok yakışıklı şu Niyazi  Bey, hem de sosyal bir adam.” diyerek bana takılmış,  günün tadını çıkarmam için ellerinden geleni yapmışlardı. 
           Sahi, yakışıklı mıydı Niyazi?  Onu seviyor muydum?
      Sevmeye çalıştım  Niyazi’yi. Kibar bir adamdı. Kadın ruhunun derinliklerine sızmayı, oralarda sevinçler, heyecanlar yeşertmeyi iyi bilirdi. Ne var ki  yüreğim, Niyazi’nin  içeri sızmasına engel oluyordu. Yerimde bir başka kadın olsaydı, hiç şüphesiz, mutluluktan, göğe merdiven kurardı.  
      Evlendiğimizden beri,   Niyazi ile aramızda görünmez bir perde vardı, iki yanında  yaşadığımız , kaldırmadığım,  kaldıramadığım bir perde.
     Görünmez perdeler neyi örter, hem örter mi gerçekten?
      Ayaklarımdan bedenime  yayılan tatlı bir rahatlama  ile, oturduğum koltukta sızıp kalıyorum.
  Bir düğün salonundayım. Tavandan,  iplere asılmış bilezikler sarkıyor. Tavanın ortasında bir bez bebek. Bileziklerin bağlandığı ipler bu bebekte birleşiyor. Köşelere de aynı bebeğin biraz küçükleri asılmış.  Ben Sunay’la dans ediyorum. Elimin bir hareketiyle,  ortadaki bez bebeğin içinden,  kalp şeklinde kuşlar çıkıyor; uçarak,  sarkan bileziklerin içine konuyorlar. Bilezikler ve kuşlar da dans ediyor. Sunay’a göz kırpıyorum, o gülümsüyor. Birden gözlerim köşelerdeki bebeklerin gözlerine  takılıyor.   O gözler büyüyor,  korkunç ışıklar saçmaya başlıyor, bana hınçla bakıyor. Gözler, kocaman ayakları olan  kapkara böceklere  dönüşüyor, bebeklerden ayrılıp üstüme geliyor, etrafımı çeviriyor. Tavandaki bilezikler ve kuşlar ortadaki bebeğin içine saklanıyor korkuyla.   Böcek gözler  gidip  Vildan’nın  göz çukurlarına yerleşiyor. Vildan bana bakıp sırıtıyor. Başımı kaldırıp  ortadaki  bebeğe bakıyorum. O da  Sunay’a dönüşmüş, boynunu bükmüş, ellerini bana uzatmış,   beni çağırıyor. Ayaklarım yerden kesiliyor, uçuyorum. Tavana kadar uçup  Sunay’ın ellerini tutuyorum.  Ellerine dokunur dokunmaz içinden bilezikler dökülüyor yere. Yuvarlana yuvarlana birbirlerini bulup birleşiyor, tek bir bilezik oluyorlar. Sunay yine yanımda. Yerden bileziği alıp  koluma takmaya çalışıyor, takamıyor. Bilezik, kocaman bir demir yığınına dönüşüp yere  düşüyor. Çıkan sesle irkilip uyanıyorum.
    Ayaklarım  tuzlu suyun içinde buruş buruş olmuş. Koltukta şöyle bir toparlanıyorum. Rüyanın da etkisiyle Bulgaristan’da, Kırcaali’deki çocukluk günlerime uzanıyorum.
     On yaşımdayım. Mutlu bir çocukluğum, günlerimi  dolu  dolu geçirdiğim arkadaşlarım var. Bir de komşumuzun oğlu Sunay. Akşamları mahallemizde açık hava sinemaları oluyor; çoluk- çocuk, anne- baba hep sinemadayız. Sunay önceden gidip, yanında  yer ayırıyor bana. Çekirdek çitleyerek izliyoruz filmleri. Filmin konusuna göre kimi hüzünleniyor, kimi gülüyoruz. Sunay’a aşığım, onun da beni sevdiğini biliyorum. Sanki dünyada bir o var, bir de ben. Yakın arkadaşımız Vildan’ın varlığını  bile unutuyoruz kimi zaman.
   Mutluluk uzun sürmüyor, herkeste bir telaş ve hüzün var. Türkiye’ye gidecekmiş bazı aileler. Burada baskı varmış Türkler üzerinde. Babam böyle anlatıyor,  bizim de gideceğimizi, resmi işlemlerimizin bittiğini söylerken. Dünya başıma yıkılıyor. Yüreğim paramparça. Sunaylar gitmeyecekmiş. Dedemlerin geride kalacağını duyunca, onlardan ayrılacağım için üzülüyormuş gibi, Sunay’a ağlıyorum.
    O gün akşam sinemada Sunay’a ve Vildan’a,  Türkiye’ye gideceğimizi söylüyorum.  Sunay donup kalıyor, Vildan ise pek etkilenmemiş gibi görünüyor. Hatta sevindiğini görür gibi oluyor, ona kızıyorum. Filmin bir bölümünde, Vildan kendini konuya kaptırmış hıçkırırken, Sunay kulağıma eğilip:
   “Yarın okulun arkasında buluşalım, ama kimseye söylemek yok.” diyor.
Buluşuyoruz. Birbirimize sarılıp ağlıyoruz. Birbirimizi unutmayacağımıza, ilerde evleneceğimize yemin edip,  okulun  bahçesindeki ağaçları kendimize tanık tutuyoruz. Sunay, elini cebine sokup bir bilezik çıkarıyor; suçlu suçlu koluma takıyor.
    “Annemin bilezikleri arasından aldım, büyüyünce çalışır, yerine koyarım.”
    “Alamam, bizimkiler görürse ne diyeceğim.”
           Beni yanağımdan öpüyor, Öpülen yanıma   felç iniyor sanki,  yüzümü hissetmiyorum. Ayrılıyoruz. Yüzümü tuta tuta  koşar adım eve geliyorum.
    Şimdi  bunları düşünürken elimi yanağıma götürüyorum. Yüzüm alev alev yanıyor.  O günlerden ve kendimden kaçmak istiyorum.  “Kalk !” diyorum kendime. “ Toparlan, dök şu suyu! Elini yüzünü yıka! Eşinle yürütemedin, ayrıldın, iki çocuğun var, biri nişanlı, diğeri evlenecek yaşta. Bırak şu ergen hallerini. Bir sürgün, ömür boyu sürmez ki, alış toprağına.”
      Kalkıp leğendeki suyu döküyorum. Elimi yüzümü yıkayıp pencereyi açıyorum. Kapının önünde bir grup çocuk saklambaç oynuyor. Bu sefer de onlara dalıyor gözüm, yine geçmişe gidiyorum.
    Bileziği eteğimin bel lastiği ile kumaşı arasına sıkıştırıp eve geliyorum. Hırsızlık yapmış gibiyim, tir tir titriyorum. Onu nereye saklayacağımı bilemiyorum. Çaresizlik içinde dolanırken,  dedemin aldığı  bez bebeğim gözüme ilişiyor. Bebeğin karnını  kesip   içine saklıyorum bileziği, kestiğim yeri acemice dikiyorum.  Bugün bile sandığımda olan bebeği,  bir daha yanımdan hiç ayırmıyorum. Niyazi  gülmüştü bir gördüğünde.    “ Çocuk gibisin.” demişti   de  ona,  “ O benim çocukluğum, çocukluk ülkem.” demiş,  içimden,  “ Sürgün aşkımın hazine sandığı” diye geçirmiştim.
     Bulgaristan’dan   ayrılırken ve Türkiye’ye geldikten sonra Vildan aracılığı ile Sunay’a gönderdiğim mektupların karşılıklarını boşuna beklemiş, Sunay’a boşuna kızmışım meğer.  Yazdığım mektuplar Vildan’ı aşıp Sunay’a ulaşamamış çünkü.  İki yıl önce Bulgaristan’a, dedemi görmeye gittiğimde öğrendim bu gerçeği.  Sunay ve eşi Vildan da evlenince Türkiye’ye yerleşmişler, her yıl geliyorlarmış Bulgaristan’a. Çocukları da seviyormuş Kırcaali’yi.  Dedemle evin önünde,  büyüklerin “ kasavet tahtası” dedikleri oturakta sohbet ederken karşılaştık onlarla.  Bir suçlu gibi selamladı beni Sunay, Vildan’da ise bir zafer havası vardı. Onlar da oturdular. Geçmişle aramıza görünmez bir perde çekerek söyleştik.
      “Vildan Günay eliyle” gönderdiğim mektuplarımın sürgünü bitmiş miydi?   Sunay’ın sürgününü Vildan mı yazmıştı?
      Pencereyi  kapatıp  yatak odama gidiyorum.  Dün, karnındaki dikişleri söküp içinden bileziği çıkardığım bez bebeğim, boynunu bükmüş, beni bekliyor. Elime alıp bugün olanları ona anlatıyorum.
     “ Tam zamanında ulaştım  düğün salonuna. Vildan çok güzel giyinmişti. Sunay hüzünlü mü, yoksa bana mı öyle geldi bilemedim. Sunay’ın kızı  güzel bir gelin olmuş, damatla birbirlerine de çok yakışmışlar. Yerçekimi yokmuşçasına, ayaklarını yerden kesen danslarını ettikten sonra takı töreni başladı. Yerimden kalktım, genç çiftleri kutladım. Çantamı açıp bileziği çıkardım,  gelinin koluna taktım. İşlediğim bir cinayetin,  yakalanma  korkusuyla yıllarca  taşıdığım suç aletinden  kurtulmuş gibi rahatladım.   Yıllardır bu sırrı sakladığın için sana teşekkür ederim.”

                                                                                               Münire Çalışkan TUĞ
                                                                                                        10.06.2015

                                                                                                                   

Öykü Antolojisi Ekim 2015
USAR YAYINLARI




    



   

1 yorum: