KÖMÜR KARASI
gözlerim bekleyiş,
yüreğim kıpır kıpır umut,
yarınım kırılgan.
sen çıkıp gelmezsen,
nasıl
atarım
içimde biriken
kömür
karası günlerin acısını.
“Dede, bunun elleri neden bu kadar
büyük, babamın da heykelini yapacak mısın, bunları yapmayı nereden
öğrendin? Ben de yapabilir miyim dede?”
Zehra durmadan soruyordu dedesine, evin her yanı kömürden heykellerle dolu
odasında. Mehmet dede, kimi soruları
geçiştirse de bıkmadan yanıtlardı torununun sorularını.
“Bak, bu
Ahmet amca, çok güçlü bir adamdı. Kocaman avuçlarıyla kazmanın sapını kavrayıp
kömürlere vurdukça tüm maden sarsılırdı. Bu da Ali dayı. Ufak tefek bir adamdı, ama en çok kömürü o
çıkarırdı. Bu Hüseyin Çavuş …
Zehra’nın
sorularıyla çocukluk günlerindeki sürüsünün başında bulmuştu kendini Mehmet
dede.. İlkokulu zar zor bitirmiş, çobanlık yapmaya başlamıştı. Günler uzundu,
canı sıkılıyordu dağlarda. Sürüyü doyurup ağaçların serin gölgesine
yatırınca, çakısıyla, ağaç köklerinden
ve kabuklarından heykeller yapmaya başlamıştı. Kuzuları, köpeği, sürmeli
keçisi, kıvrım kıvrım boynuzlarıyla koçları bir bir heykele dönüşüyordu
ellerinde. Ahırdaki sürüsü kadar heykeli olmuştu. Akşam olup da sürü köye yaklaştığında, köyün çocukları sabırsızlıkla önüne koşar, o
gün yaptıklarını görmek isterlerdi.
Sürüsünü doyurup köye döndüğü bir akşam
dayısı gelmişti. Babası, “ Dayın seni köylerinin yakınındaki madende
çalışman için götürmek istiyor” dediğinde ne söyleyeceğini bilememişti.
Maden ocağı nasıl bir yerdi, orada da serin
sular, ılık esen rüzgarlar, uzun uzun ağaçlar var mıydı? Ağaç
kökleri ve kabuklar bulabilir miydi yeni heykeller yapmak için? Bu ocakta maden mi pişiriliyordu?
Gece boyunca düşünmüş, ancak sabaha karşı
uykuya dalabilmişti. Rüyasında kocaman kazanlar görmüştü. Ocakta yanan ateşin üzerinde kaynayan
kazanlar. İçlerinde ne piştiğini anlamak için yaklaştığında, gözüne
duman kaçmış, içindekileri
görememişti. Sadece fıkı fık, fıkı fık,
fık, fık seslerini duymuştu. Bir ara dumanlar çekilmiş, kazanda, yaptığı heykellerinin kaynadığını,
kendilerini kurtarması için ellerini uzattıklarını görmüş, korkuyla uyanmıştı.
Dayısının ardına takılarak geldiği maden
ocağı karanlıktı. Bütün günleri yerin derinliklerinde, güneş ışığını görmeden
geçiyordu. Köyünün dağları, dereleri, rüzgarları yoktu orada. Kaç kere, kaçmayı düşünmüş, dayısından çekindiği
için vazgeçmiş, sonra da alışmıştı.
Bir tek renk vardı madende: Kara. Elleri-yüzleri kara, kazma ve küreklerin
sapları kara, kömür kara, ekmek kara. Her yer, her şey kara. Gözlerinin ve dişlerinin beyazından tanırlardı birbirlerini, bir de
seslerinden. Hatta maden dışında karşılaştıklarında, çoğu kez güçlükle çıkarırlardı, akşama kadar
yan yana çalıştıkları arkadaşlarının kim olduğunu. Ne grizular, patlamalar,
göçükler ve su baskınları atlatmış,
bazı arkadaşlarını bu kazalarda kaybetmiş; kendi bedenini bir göçüğe yatırmadan emekli olmayı
başarmıştı.
Kuru ekmeğe kömür tozunu katık edip
karınlarını doyurdukları günler gerilerde kalmıştı. Şimdi, tek umudu, küçük
oğlu Sedat’tı. Her gün yüreği ağzında onun dönüşünü beklerken, evlerinin bu
odasında kömürden heykeller yapıyordu. Kırıyor, kesiyor, yontuyor,
zımparalıyor; maden kazalarında yitirdiği iki oğlunu, arkadaşlarını, tanımadığı
diğer madencileri heykelleriyle yaşatmaya çalışıyordu. Acısını, öfkesini, yürek
yangınlarını, korkularını kömürün karasına karıştırıp yaşama tutunmaya
çalışıyordu. Oğulları Hasan ve Hüseyin’in
göçükte kaldığı haberini aldıkları gün, karısı Naciye’nin, tedirgin
bekleyişlerin yorduğu yüreği de acılara yenik düşmüştü. Üçünün mezarını yan yana kazmışlardı.
“Dede, dede, sesler geliyor dede. Duymuyor
musun dede? Bak insanlar koşuyor? Dede ne oldu? Korkuyorum dede.”
Tamamlamak üzere olduğu heykel elinden
düştü Mehmet dedenin, heykelin kafası, bedeninden ayrıldı. Sesler yaklaştı,
çığlıklara döndü. Evler sokaklar yasa büründü.
-
Madende
patlama olmuş.
-
Kuyuların
ağzından dumanlar çıkıyor.
-
Kömür,
kömür, ömrümüzü kararttın, ocaklarımızı söndürdün.
O günden sonra küçük odasının camından
ayrılmadı Mehmet dede. Sabahlara kadar, gecenin karanlığından çıkıp gelecek üç
oğlunu bekledi. Heykelleriyle konuştu. Madende neler olduğunu, oğullarının ne
zaman geleceklerini sordu onlara. “
İşini bitirince dönecekmiş.” dedi
babasını soran torununa. “ Sana da
bisiklet getirecekmiş, beni de bindirecek misin?”
Bir gece, karanlığın birden çekildiğini,
güneşin hızla yükseldiğini gördü. Ağaçlar en güzel yeşillerini giymiş, çiçeğin
bin bir çeşidine bürünmüştü. Diplerinden, çocukluğunun ırmakları akıyordu.
Üç oğlu bisikletlerine binmiş, uzak tepelerden aşağıya iniyorlardı. Sevinçle yatağa koştu.
“ Naciye, Naciye kalk, oğullarımız geliyor,
onları karşılayalım.”
Sonra
heykellere döndü:
“Ne duruyorsunuz, koşsanıza! Arkadaşlarınız
geliyor. ”
Yerden
bir metre yükseklikteki camdan atladı, kollarını açtı. Gecenin karanlığında
koştu, koştu.
Münire
ÇALIŞKAN TUĞ
Evrensel
Kültür Dergisi- Haziran 2015