12 Aralık 2015 Cumartesi

KÖMÜR KARASI

                                               KÖMÜR KARASI
                                                               
                                                                                              gözlerim bekleyiş,
                                                                                              yüreğim kıpır kıpır umut,
                                                                                              yarınım kırılgan.
                                                                                              sen çıkıp gelmezsen,
                                                                                              nasıl atarım 
                                                                                              içimde biriken 
                                                                                              kömür karası günlerin acısını.
    
    “Dede, bunun elleri neden bu kadar büyük, babamın da heykelini yapacak mısın, bunları yapmayı nereden öğrendin?  Ben de yapabilir miyim dede?”
   Zehra durmadan soruyordu dedesine,  evin her yanı kömürden heykellerle dolu odasında. Mehmet dede, kimi soruları  geçiştirse de bıkmadan yanıtlardı torununun sorularını.
“Bak, bu Ahmet amca, çok güçlü bir adamdı. Kocaman avuçlarıyla kazmanın sapını kavrayıp kömürlere vurdukça tüm maden sarsılırdı. Bu da Ali dayı.  Ufak tefek bir adamdı, ama en çok kömürü o çıkarırdı. Bu Hüseyin  Çavuş  …
     Zehra’nın  sorularıyla çocukluk günlerindeki  sürüsünün başında bulmuştu kendini Mehmet dede.. İlkokulu zar zor bitirmiş, çobanlık yapmaya başlamıştı. Günler uzundu, canı sıkılıyordu dağlarda. Sürüyü doyurup ağaçların serin gölgesine yatırınca,  çakısıyla, ağaç köklerinden ve kabuklarından heykeller yapmaya başlamıştı. Kuzuları, köpeği, sürmeli keçisi, kıvrım kıvrım boynuzlarıyla koçları bir bir heykele dönüşüyordu ellerinde. Ahırdaki sürüsü  kadar  heykeli olmuştu. Akşam olup da sürü köye  yaklaştığında,  köyün çocukları sabırsızlıkla önüne koşar, o gün yaptıklarını görmek isterlerdi.
    Sürüsünü doyurup köye döndüğü bir akşam dayısı gelmişti.  Babası,   “ Dayın seni köylerinin yakınındaki madende çalışman için götürmek istiyor” dediğinde ne söyleyeceğini bilememişti.
    Maden ocağı nasıl bir yerdi, orada da serin sular, ılık  esen  rüzgarlar, uzun uzun ağaçlar var mıydı? Ağaç kökleri ve kabuklar bulabilir miydi yeni heykeller yapmak için?  Bu ocakta maden mi pişiriliyordu?  
    Gece boyunca düşünmüş, ancak sabaha karşı uykuya dalabilmişti. Rüyasında kocaman kazanlar görmüştü.  Ocakta yanan ateşin üzerinde kaynayan kazanlar. İçlerinde ne piştiğini anlamak için yaklaştığında,  gözüne  duman kaçmış,  içindekileri görememişti. Sadece  fıkı fık, fıkı fık, fık, fık seslerini duymuştu. Bir ara dumanlar çekilmiş, kazanda,  yaptığı heykellerinin kaynadığını, kendilerini kurtarması için ellerini uzattıklarını görmüş, korkuyla uyanmıştı.
     Dayısının ardına takılarak geldiği maden ocağı karanlıktı. Bütün günleri yerin derinliklerinde, güneş ışığını görmeden geçiyordu. Köyünün dağları, dereleri, rüzgarları yoktu orada.  Kaç kere, kaçmayı düşünmüş, dayısından çekindiği için vazgeçmiş, sonra da alışmıştı.    Bir tek renk vardı madende: Kara.  Elleri-yüzleri kara, kazma ve küreklerin sapları kara, kömür kara, ekmek kara. Her yer, her şey kara.  Gözlerinin ve  dişlerinin  beyazından tanırlardı birbirlerini, bir de seslerinden. Hatta maden  dışında  karşılaştıklarında,   çoğu kez güçlükle çıkarırlardı, akşama kadar yan yana çalıştıkları arkadaşlarının kim olduğunu. Ne grizular, patlamalar, göçükler ve su baskınları atlatmış,   bazı arkadaşlarını bu kazalarda kaybetmiş; kendi  bedenini bir göçüğe yatırmadan emekli olmayı başarmıştı.
   Kuru ekmeğe kömür tozunu katık edip karınlarını doyurdukları günler gerilerde kalmıştı. Şimdi, tek umudu, küçük oğlu Sedat’tı. Her gün yüreği ağzında onun dönüşünü beklerken, evlerinin bu odasında kömürden heykeller yapıyordu. Kırıyor, kesiyor, yontuyor, zımparalıyor; maden kazalarında yitirdiği iki oğlunu, arkadaşlarını, tanımadığı diğer madencileri heykelleriyle yaşatmaya çalışıyordu. Acısını, öfkesini, yürek yangınlarını, korkularını kömürün karasına karıştırıp yaşama tutunmaya çalışıyordu. Oğulları Hasan ve Hüseyin’in  göçükte kaldığı haberini aldıkları gün, karısı Naciye’nin, tedirgin bekleyişlerin yorduğu yüreği de acılara yenik düşmüştü.  Üçünün mezarını yan yana kazmışlardı.
  “Dede, dede, sesler geliyor dede. Duymuyor musun dede?  Bak insanlar koşuyor?  Dede ne oldu?  Korkuyorum dede.”
    Tamamlamak üzere olduğu heykel elinden düştü Mehmet dedenin,  heykelin  kafası, bedeninden ayrıldı. Sesler yaklaştı, çığlıklara döndü. Evler sokaklar yasa büründü.

-          Madende patlama olmuş.
-          Kuyuların ağzından dumanlar çıkıyor.
-          Kömür, kömür, ömrümüzü kararttın, ocaklarımızı söndürdün.
 O günden sonra küçük odasının camından ayrılmadı Mehmet dede. Sabahlara kadar, gecenin karanlığından çıkıp gelecek üç oğlunu bekledi. Heykelleriyle konuştu. Madende neler olduğunu, oğullarının ne zaman geleceklerini sordu onlara.   “ İşini bitirince dönecekmiş.”   dedi babasını soran torununa.  “ Sana da bisiklet getirecekmiş, beni de bindirecek misin?”
     Bir gece, karanlığın birden çekildiğini, güneşin hızla yükseldiğini gördü. Ağaçlar en güzel yeşillerini giymiş, çiçeğin bin bir  çeşidine bürünmüştü.  Diplerinden, çocukluğunun ırmakları akıyordu. Üç oğlu bisikletlerine binmiş, uzak tepelerden aşağıya  iniyorlardı. Sevinçle yatağa koştu.
  “ Naciye, Naciye kalk, oğullarımız geliyor, onları karşılayalım.”
Sonra heykellere döndü:
   “Ne duruyorsunuz, koşsanıza! Arkadaşlarınız geliyor. ”
   Yerden bir metre yükseklikteki camdan atladı, kollarını açtı. Gecenin karanlığında koştu, koştu.
    
                                                                                                     Münire ÇALIŞKAN TUĞ   

                                                                                      Evrensel Kültür Dergisi- Haziran 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder