13 Aralık 2015 Pazar

ANDAÇ

                                                   
                                       ANDAÇ

    Fotoğrafı eline aldı, gözleriyle okşar gibi uzun uzun baktı. Yıllar geçmesine rağmen içinin yangını sönmemişti, aslında sönsün de istemiyordu. Hatta hep canlı tutmuştu kendisini yakan bu ateşi. Düğün fotoğrafında bir cevşen. Gizli gizli gülümsedi. Başka gelinler; altınlar, kolyeler isterken, o bir cevşen  takmıştı  boynuna. Herkes yadırgamıştı bu davranışı. Yirmi yıldır hiç çıkarmadı onu boynundan. Hatta öldüğünde onunla gömülmek istiyordu. Kimse anlamadı Nurdan Hanım'ın bu takıya neden bu kadar önem verdiğini. “Beni kötülüklerden koruyor.” diyordu soranlara.
    
    Elini boynuna götürdü, cevşeni okşadı. Eli yandı. Dudaklarına yaklaştırıp öptü. Gözleri uzaklara daldı, yüzüne mutlu bir gülümseme yayıldı. Pencereye gidip gökyüzüne baktı. Karşı tepelerin üzerinde salınan top top bulutları izlerken yirmi yıldır söylemekten bıkmadığı o şarkıyı mırıldanmaya başladı. Hafif hafif esen rüzgârla savrulan saçlarını sağ eliyle topladı. Gövdesini dışarıya iyice uzatıp ilkbaharın çiçek kokulu havasını içine çekti. Yamaçtaki meşe ağacının dalları rüzgârda sallanarak selamladı Nurdan'ı. Bu selamlamayla eski günlere gitti.
  
    Ne güzeldi çocukluk, hep o meşe ağacının altında toplanır oyunlar oynarlardı. Günler ne kadar da kısaydı o zamanlar. Akşamın nasıl olduğunu anlamazlardı. İşte o günlerde sevmişti Sinan'ı. Önce oyun arkadaşı, sonra yüreğinin başköşesinin sahibi olmuştu Sinan. Söz vermişlerdi birbirlerine, büyüyünce evleneceklerdi. Tüm arkadaşlarından ve ailelerinden ustaca saklamışlardı gönül yangınlarını kendilerince.
  
   O günlerdeki gibi içi titredi. Ilık bir akıntı tüm bedenini dolaştı. Sinan'ın,  gülümseyen sevgi dolu yüzü canlandı gözlerinin önünde. "Bunu da atlatacaksın, sen güçlü kadınsın, gönlüm ve yüreğim seninle" der gibiydi.
 
   Kocasının ani ölümünü, kızı ile ikisini yalnız bırakıp gidişini, hatırladı. Kolay olmamıştı ama atlatmışlardı zor zamanları. Herkes onu bırakıp bırakıp gidiyordu. Önce Sinan sonra Mehmet. Oysa o, kimseyi bırakıp gitmemişti, gitmeyecekti de.
    
    “Hazırlanmalıyım.” dedi ve pencereden ayrıldı.  Kapının vurulması ve kızının içeri girmesiyle sıyrıldı düşlerinden. Birlikte ameliyat çantasını hazırladılar. Her ameliyatta yanında götürdüğü ve ona bakarak uyandığı düğün fotoğrafı da yerleştirildi çantaya. Annesi, babası, teyzeleri, halaları, dayıları, amcaları ve çocukluk arkadaşlarının yer aldığı kalabalık bir aile fotoğrafıydı bu. Bu resme bakmadan ameliyata giremiyor, ondan güç aldığını söylüyordu.

      Hazırlıklar bittikten sonra yatağına uzandı, doktorlar bu sefer riskli demişlerdi ameliyat için. Gözleri tavanda gezindi bir süre. Uyuyamıyordu bir türlü. Yine eski günlere gitti aklı.
   
     Bir gün Sinan'ın annesi kendisini çağırmış, konuşmak istediğini söylemişti. Yüreği pır pır etmiş, hem sevinmiş hem de bir olumsuzluk olmasından korkmuştu. Sıcak bir karşılamadan sonra oğlunu ve Nurdan'ı karşısına oturtan Narine Hanım:
    " Bak kızım, seni ben de çok seviyorum, oğlumla aranızdaki yakınlığı da ilk günden beri biliyorum; fakat bu iş olmaz yavrum. Senin baban inançlarına çok bağlı, kendisine saygı duyarım, ben de inançlı bir insanın. Biz buraya İstanbul'dan geldik. Daha doğrusu gönderildik, Sinan'ın adı da aslında Simon'dur. Buraya geldiğimizde bize baban ve annen el taktı da tutunabildik. Şimdi onların dallarını nasıl kırarız, bunu onlara nasıl söyleriz? Hem söylesek de kabul etmezler. Ben kötülük olmasını istemem. Siz kaçıp gitseniz baban ve annen dayanamazlar acıya. Kendilerini aldatılmış hissederler. Yapamayız yavrum." demiş Nurdan 'a sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.
     
   Üç ay sonra da Sinan önce İstanbul'a, oradan  da Amerika'ya gitmiş, yıllarca geri dönmemiş, Nurdan'ı yangınlar içinde bırakmıştı. Gitmeden bir gün önce yine Sinanların evinde buluşmuşlar, Sinan bıyıklarından, Nurdan da saçlarından kestiği parçaları birbirlerine andaç olarak vermişler, hep yanlarında taşıyacaklarına and içmişlerdi.
 
 



    Nurdan yatağın içinde döndü durdu. Bir türlü uyku tutmuyordu. Kalktı, tuvalete gitti, su içti, ışığı söndürüp tekrar yattı. Karanlık tüm odayı doldurdu. Karanlığın içinden Sinan'ın çıkıp geleceği ve kendisine dokunacağı endişesine kapıldı. Aslında yirmi yıldır beklediği bu değil miydi? En son düğünde görmüştü onu. Ne kadar da yakışıklıydı. Yanındaki damadın Sinan olmasını nasıl da istemişti. Birkaç kez bakışları karşılaşmış, alev alev yanmışlardı. Düğünün sonunda bir yolunu bulup o fotoğrafı çektirmişler, fotoğraf çekilirken de kimse görmeden gelinliğin kıvrımları arasında elleri birbirine değmiş, küllenen yangın yeniden alevlenmişti. Avuçlarında hala o sıcaklığı taşıyordu Nurdan. Yarınki ameliyattan uyanırken fotoğraf mutlaka yanında olmalıydı.
  
   Ertesi gün ameliyata girerken doktorlardan tek bir isteği vardı Nurdan'ın: Boynundaki cevşeni çıkarmamaları. Ameliyat bitip odasına geldiğimde sağ elindeki sıcaklığı hisseti önce. Zorlukla gözlerini araladı. Sinan'ı görür gibi oldu. “Öldüm mü yoksa?” diye geçirdi içinden. Gözlerini kapattı. Elinin sıcaklığını hisseti yeniden. Tekrar gözlerini araladığında Sinan'ın gözleriyle karşılaştı. Gençlik günlerinde olduğu gibi, sevgi dolu bakışlarla içi ısındı. Etajerin üzerindeki resmi aradı bakışları. Oradaydı, yerleştirdiği gibi duruyordu. Yavaşça Sinan'ın elini sıktı, sonra gözleri Sinan’ın boynundaki cevşene takıldı. Sol eliyle kendi boynunu yokladı. Duruyordu. İçinde Sinan'ın bıyıkları olan cevşeni hafifçe okşadı.
    

                                                                                                           Münire Çalışkan TUĞ
  

   
                                                           Patika dergisi, Ekim-Kasım-Aralık (2015-91.sayı)
    
    
  

     

    

    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder