Fotoğrafı
eline aldı, gözleriyle okşar gibi uzun uzun baktı. Yıllar geçmesine rağmen
içinin yangını sönmemişti, aslında sönsün de istemiyordu. Hatta hep canlı
tutmuştu kendisini yakan bu ateşi. Düğün fotoğrafında bir cevşen. Gizli gizli
gülümsedi. Başka gelinler; altınlar, kolyeler isterken, o bir cevşen takmıştı boynuna. Herkes yadırgamıştı bu davranışı.
Yirmi yıldır hiç çıkarmadı onu boynundan. Hatta öldüğünde onunla gömülmek
istiyordu. Kimse anlamadı Nurdan Hanım'ın bu takıya neden bu kadar önem
verdiğini. “Beni kötülüklerden koruyor.” diyordu soranlara.
Elini boynuna götürdü, cevşeni okşadı. Eli
yandı. Dudaklarına yaklaştırıp öptü. Gözleri uzaklara daldı, yüzüne mutlu bir
gülümseme yayıldı. Pencereye gidip gökyüzüne baktı. Karşı tepelerin üzerinde
salınan top top bulutları izlerken yirmi yıldır söylemekten bıkmadığı o şarkıyı
mırıldanmaya başladı. Hafif hafif esen rüzgârla savrulan saçlarını sağ eliyle
topladı. Gövdesini dışarıya iyice uzatıp ilkbaharın çiçek kokulu havasını içine
çekti. Yamaçtaki meşe ağacının dalları rüzgârda sallanarak selamladı Nurdan'ı. Bu
selamlamayla eski günlere gitti.
Ne güzeldi çocukluk, hep o meşe ağacının
altında toplanır oyunlar oynarlardı. Günler ne kadar da kısaydı o zamanlar.
Akşamın nasıl olduğunu anlamazlardı. İşte o günlerde sevmişti Sinan'ı. Önce
oyun arkadaşı, sonra yüreğinin başköşesinin sahibi olmuştu Sinan. Söz
vermişlerdi birbirlerine, büyüyünce evleneceklerdi. Tüm arkadaşlarından ve
ailelerinden ustaca saklamışlardı gönül yangınlarını kendilerince.
O günlerdeki gibi içi titredi. Ilık bir akıntı
tüm bedenini dolaştı. Sinan'ın,
gülümseyen sevgi dolu yüzü canlandı gözlerinin önünde. "Bunu da
atlatacaksın, sen güçlü kadınsın, gönlüm ve yüreğim seninle" der gibiydi.
Kocasının ani ölümünü, kızı ile ikisini yalnız
bırakıp gidişini, hatırladı. Kolay olmamıştı ama atlatmışlardı zor zamanları. Herkes
onu bırakıp bırakıp gidiyordu. Önce Sinan sonra Mehmet. Oysa o, kimseyi bırakıp
gitmemişti, gitmeyecekti de.
“Hazırlanmalıyım.”
dedi ve pencereden ayrıldı. Kapının
vurulması ve kızının içeri girmesiyle sıyrıldı düşlerinden. Birlikte ameliyat
çantasını hazırladılar. Her ameliyatta yanında götürdüğü ve ona bakarak
uyandığı düğün fotoğrafı da yerleştirildi çantaya. Annesi, babası, teyzeleri,
halaları, dayıları, amcaları ve çocukluk arkadaşlarının yer aldığı kalabalık
bir aile fotoğrafıydı bu. Bu resme bakmadan ameliyata giremiyor, ondan güç
aldığını söylüyordu.
Hazırlıklar bittikten sonra yatağına uzandı, doktorlar
bu sefer riskli demişlerdi ameliyat için. Gözleri tavanda gezindi bir süre. Uyuyamıyordu
bir türlü. Yine eski günlere gitti aklı.
Bir gün Sinan'ın annesi kendisini çağırmış,
konuşmak istediğini söylemişti. Yüreği pır pır etmiş, hem sevinmiş hem de bir
olumsuzluk olmasından korkmuştu. Sıcak bir karşılamadan sonra oğlunu ve Nurdan'ı
karşısına oturtan Narine Hanım:
" Bak kızım, seni ben de çok seviyorum,
oğlumla aranızdaki yakınlığı da ilk günden beri biliyorum; fakat bu iş olmaz
yavrum. Senin baban inançlarına çok bağlı, kendisine saygı duyarım, ben de
inançlı bir insanın. Biz buraya İstanbul'dan geldik. Daha doğrusu gönderildik, Sinan'ın
adı da aslında Simon'dur. Buraya geldiğimizde bize baban ve annen el taktı da
tutunabildik. Şimdi onların dallarını nasıl kırarız, bunu onlara nasıl
söyleriz? Hem söylesek de kabul etmezler. Ben kötülük olmasını istemem. Siz
kaçıp gitseniz baban ve annen dayanamazlar acıya. Kendilerini aldatılmış
hissederler. Yapamayız yavrum." demiş Nurdan 'a sarılıp hıçkıra
hıçkıra ağlamıştı.
Üç ay sonra da Sinan önce İstanbul'a, oradan da Amerika'ya gitmiş, yıllarca geri dönmemiş, Nurdan'ı
yangınlar içinde bırakmıştı. Gitmeden bir gün önce yine Sinanların evinde
buluşmuşlar, Sinan bıyıklarından, Nurdan da saçlarından kestiği parçaları birbirlerine
andaç olarak vermişler, hep yanlarında taşıyacaklarına and içmişlerdi.
Nurdan yatağın içinde döndü durdu. Bir türlü
uyku tutmuyordu. Kalktı, tuvalete gitti, su içti, ışığı söndürüp tekrar yattı.
Karanlık tüm odayı doldurdu. Karanlığın içinden Sinan'ın çıkıp geleceği ve
kendisine dokunacağı endişesine kapıldı. Aslında yirmi yıldır beklediği bu
değil miydi? En son düğünde görmüştü onu. Ne kadar da yakışıklıydı. Yanındaki
damadın Sinan olmasını nasıl da istemişti. Birkaç kez bakışları karşılaşmış,
alev alev yanmışlardı. Düğünün sonunda bir yolunu bulup o fotoğrafı
çektirmişler, fotoğraf çekilirken de kimse görmeden gelinliğin kıvrımları
arasında elleri birbirine değmiş, küllenen yangın yeniden alevlenmişti. Avuçlarında
hala o sıcaklığı taşıyordu Nurdan. Yarınki ameliyattan uyanırken fotoğraf
mutlaka yanında olmalıydı.
Ertesi
gün ameliyata girerken doktorlardan tek bir isteği vardı Nurdan'ın: Boynundaki
cevşeni çıkarmamaları. Ameliyat bitip odasına geldiğimde sağ elindeki sıcaklığı
hisseti önce. Zorlukla gözlerini araladı. Sinan'ı görür gibi oldu. “Öldüm mü
yoksa?” diye geçirdi içinden. Gözlerini kapattı. Elinin sıcaklığını hisseti
yeniden. Tekrar gözlerini araladığında Sinan'ın gözleriyle karşılaştı. Gençlik
günlerinde olduğu gibi, sevgi dolu bakışlarla içi ısındı. Etajerin üzerindeki
resmi aradı bakışları. Oradaydı, yerleştirdiği gibi duruyordu. Yavaşça Sinan'ın
elini sıktı, sonra gözleri Sinan’ın boynundaki cevşene takıldı. Sol eliyle
kendi boynunu yokladı. Duruyordu. İçinde Sinan'ın bıyıkları olan cevşeni
hafifçe okşadı.
Münire Çalışkan TUĞ
Patika dergisi, Ekim-Kasım-Aralık (2015-91.sayı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder