12 Aralık 2015 Cumartesi

OYUN BİTTİ

Oyun bitti

“Ağlama anne, yaslan bana, biliyorsun o bizim ağlamamıza hiç dayanamazdı.”Kızımın koluna girip yavaş yavaş ilerliyorum kilisenin ortasındaki boşlukta.

“Ağlama anne, yaslan bana, biliyorsun o bizim ağlamamıza hiç dayanamazdı.”
Kızımın koluna girip yavaş yavaş ilerliyorum kilisenin ortasındaki boşlukta. Bir adım, bir adım daha. Mihraba uzanan ana koridorun ortasına konan tabutun sağ ön kısmındaki yerimizi alıyoruz.
Bir acı, bir acı daha, hep acı. Sahi acının rengi var mıydı, varsa hangi renkti? Alev kırmızısı mı, gece karanlığı mı? Yüreğime batıp çıkan iğnelerin bedenime yaydığı acı diner miydi şu tabutta yatan ben olsaydım?
Kızım Asiye kolumu sıkıyor, sarsılıp kendime geliyorum. Tabutun sol tarafında kadınların, sağ tarafında erkeklerin sıralandığını görüyorum. Hepimiz ayaktayız. Kilisenin avlusundan içeriye günnük buhurunun keskin kokusu yayılıyor. Bu kokuyu tanıyorum. Daha önce Maruş anne ile birlikte Panoş’un cenazesine geldiğimizde yakmıştı genzimi. Ama bugün bir başka işliyor içime, aklımı alıyor, damarlarımdan kanımı çekiyor. Bu koku Maruş’umuzu önüne katıp götürecek biraz sonra.
Günnük kokusu, yerini tandır ekmeği kokusuna bırakıyor yavaş yavaş. Ödüllendirileceğimizde ya da canımız yandığında içine otlu peynir de konularak elimize tutuşturulan tandır ekmeği. Koku beni alıp evimizin yakınında seksek oynadığımız tarlanın içine bırakıveriyor.
Seksek oynarken düşüyorum, dizim hem acıyor, hem kanıyor. Kandan korkuyorum. Annemin saklı gizli anlattığı kanamadan da. Ağlayarak eve koşuyorum. O da ne, kapımızın önüne bağlanmış iki öküz görüyorum! Bizim öküzümüz yok ki. Evimizin mutfak olarak kullanılan odasında annem yemek hazırlıyor. Yere serili bir örtünün üstünde tandır ekmekleri yığılı. Annem yüzüme bakmıyor, ben çığlığı basıyorum. “Kanıyor, dizim kanıyor, çok acıyor anne!”
Annem önce ekmeklere yöneliyor, sonra vazgeçip bana sarılıyor. İkimiz birlikte ağlıyoruz. Annemin neresi acıyor, diye düşünüyorum dizimi unutup. Onun yüreğindeki yaranın, benim dizimdekinden daha derin olduğunu ve çok kanadığını göremiyorum. Eliyle ağzımı kapatıp  “Sus!” der gibi bakıyor. Korkuyorum. İçerideki odadan sesler geliyor:
“İki öküz, verdim gitti, aldım, hayrını….”
Asiye, “ Anne, anne!” diye uyarsa da kopamıyorum, çocukluğumdan yoksun bırakıldığım yaralı geçmişimden: Babamın mutfağa gelerek “Oyun bitti!” deyip yüzüme patlattığı tokat... Benden otuz yaş büyük, doğuştan sakat, sağ bacağı topal ağa oğlu Navdar’ın ağzının sağ tarafından sürekli  akan salyası... Ben korkudan tir tir titrerken üzerime abanıp beni kanattıktan sonra silaha sarılıp iki el ateş etmesi... Bacaklarımdan kanlar damlaya damlaya odanın içinde saklanacak yer aramam…
Çocukluğumu, onun benden adım adım uzaklaştığını, uzaklaştıkça küçüldüğünü izliyorum. Görüntü küçüldükçe ağırlaşıyor bedenim, kendimi taşıyamıyorum. Başım dönüyor, kulağıma çığlıklar geliyor...
Bunları düşünürken bayılmışım, gözümü açtığımda bir hastane odasındayım. Ellerim Asiye’nin avuçlarında. Uzanıp yanağıma bir öpücük konduruyor.
“Çok korkuttun bizi.”
“Korkma, bu can neler yaşadı da çıkmadı.”
Eve geldiğimizde acılarımızın ilacı Maruş’umuz yok artık. Şimdi ben Maruş olmalıyım Asiye için, o hiç üzülmemeli” diyorum. Maruş’un odasına gidip yatağını, başını koyduğu yastığını okşuyorum. Beyaz patiska üzerine kırmızıyla işlenmiş güller bir kez daha kanatıyor içimi. Seksek oynarken düşüp dizimi acıttığım günün gecesi, uzun ağlamalardan sonra daldığım rüyayı anımsıyorum.
Taşımı üçler hanesine atıp zıplamaya başlıyorum. 1, 2, 4-5, 6... Devamı yok, sol ayağım havada öylece kalakalıyorum. 7 ve 8’ler hanesinde, uçları işlemeli ve dantelli bir yastık, yastığın diğer tarafında babam. Gözlerini karartmış, sağ elinin işaret parmağını sallayarak: “Oyun bitti!” diye bağırıyor.
“Oyun bitti!” Bu söz kulaklarımda uğulduyor. Beynim patlayacak gibi.
“Oyun bitti, oyun bitti, oyun bitti, oyun…”
O korkunç gecelerden birinde miyim, yoksa Maruş’un odasında mı, ayırt edemiyorum. Korkuyla yorganı kaldırıp, beyaz patiska çarşafa bulanan kanları arıyorum. Navdar’ın üzerime yığılıp canımı acıttığı, korkudan ve acıdan yastığı ısırdığım geceki kanlı çarşafı.
Asiye’nin odaya girmesiyle, yakalanmış hissine kapılıp hızlıca örtüyorum yorganı. Kızım gelip bana sarılıyor, yatağın yanındaki ikili koltukta hıçkıra hıçkıra Maruş’un ölümüne ağlıyoruz.
Asiye bir şey hatırlamış gibi ayağa fırlıyor. Televizyonu açıp VCD’yi cihaza yerleştiriyor. Düğmeye basmadan önce: “Maruş’un anısına bir kez daha izleyelim.”
Birbirine sığınan öksüz iki çocuk gibi kenetlenip, Maruş’un girişimleriyle belgesel yapılan hayatımızı izliyoruz.
Önce, tüylerimizi diken diken eden bir ağıt yükseliyor karanlık ekrandan. Sonra sırasıyla, Navdar’ın  köprüden geçerken, aksayan ayağını kontrol edemeyerek ırmağa düşüp sürüklenmesi, babamın kaçağa gidip dönmeyişi, annemin dokuzuncu çocuğunu doğururken kan kaybından ölümü; ağanın, üç yaşındaki kızımla beni, soğuk bir kış gecesi dövüp sokağa atması, titreye titreye odunlukta sabahlayışımız, dayıma sığınmamız, İstanbul’a sık sık gidip gelen dayımın bizi Maruş’un yanına besleme olarak vermesi,  kimsesiz Maruş’un beni evlat edinmesi…
Şimdi de bize kol kanat geren Maruş’la çekilmiş fotoğraflar geliyor ekrana. Kimi mutfaktayız, kimi dikiş makinesinin başında, kimi bir kır gezisinde… Bütün fotoğraflarda Maruş aramızda, iki kolu birer omzumuza atılmış.
Ekran kararmadan önce, yedi ve sekizler hanesinde yastık olan seksek çizgileri geliyor görüntüye. Altında kocaman harflerle: OYUN BİTTİ
                                                                                                 Münire Çalışkan Tuğ
                                                                                                Ekmek ve Gül- 5 Aralık 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder